Kategoriler
Uzay

Milyonlarca Türk Mars’a neden ismini gönderiyor?

Geçen Pazarki videoda ne demiştik? Yürüyelim arkadaşlar! Peki bu hafta ne oldu? Milyonlarca kişi yürüyüşe çıktı! Sanal olarak. Nereye gidiyoruz? Mars’a! Şu haritaya bir bakın! NASA’nın 2020’de Mars’a göndereceği araçla ismini oraya ulaştırmak isteyen kişilerin yaşadığı ülkeyi gösteren harita bu. Gerçi bunlara anlatmama gerek yok, muhtemelen geçen hafta boyunca Instagram ya da Twitter’da defalarca gözünüzün önüne geldi, konuşuldu, yazıldı, çizildi, tüketildi. Yine de ben hem tarihe not düşebilmek için bir toparlama yapmak ve hem de konuya çok farklı bir yerden bakmak istiyorum. Bu video NASA ya da Mars’la ilgili değil. Sizinle ilgili. Beyninizle…

Konu özetle şöyle. NASA uzay konusunda insanların dikkatini çekebilmek için bir kampanya düzenledi. İnternetten isminizi yazıyorsunuz. Onlar da bu isimleri bir çipe kaydedip, 2020 yılında Mars’a gönderecekleri aracın içine koyuyor. Böylece sembolik olarak siz de Mars’a gitmiş oluyorsunuz. Bunu daha önce bir kaç kez daha yapmışlardı. Ama ilk kez bu kadar çok ilgi gördü. Özellikle Türkiye’den. Listenin en başındayız. Nüfusa oranladığımızda diğer ülkelere kat be kat fark atıyoruz. Ben bu videoyu hazırlarken 1 milyar 339 milyon nüfuslu Hindistan’tan sadece 455 bin civarında başvuru vardı ki dünyada en çok mühendis yetiştiren ülkelerden biridir. İşte bu ülkede yaşayan her 3000 kişiden biri ismini göndermiş. 80 milyonluk Türkiye’den 1 milyon 660 bin kişi başvurmuş. Dediğim gibi siz bu videoyu izlerken bu sayı çok daha artmış olabilir. Ama bu haliyle bile Türkiye’deki her 48 kişiden biri ismini Mars’a göndermek istiyor demektir. Uzaya bu kadar meraklı olduğumuzu görmek beni bile gerçekten çok şaşırttı. Uzayla, roketlerle, NASA’yla ilgili videolarım da çok izleniyor ve bazılarınız bu kadar çok başvuru yapılmasını buna bile bağlamış, çok teşekkürler bu iyi niyetiniz için ama bence bu ilginin arkasında başka sebepler aramalıyız. Çünkü bu kampanyayı ben sizlerden duydum. Bazılarınız benim adıma da bilet almış sağolsunlar. Onlar gönderince fark edebildim. Konuyu öğrendiğimde 48 saat geçmişti ve 700 küsür bin kişi çoktan başvurusunu yapmıştı. “Ya milletin işi gücü yok böyle boş işlerle uğraşıyor” diyebilir ve böylesi bir ilginin analizini pesimist bir bakış açısıyla yapabilirsiniz. Ben tabiki ne konuyu boş görüyorum ne de böylesine bir ilgi gösterilmesini eleştirecek değilim. Ama dedim ya konumuz bugün uzay değil. Bir sosyal medya kampanyasına adeta roket hızında tepki vermemiz. Ülke olarak çok büyük bir hızla örgütlenip adeta birbirimize kenetlenip liste başı haline gelebilmemiz. Bu iyi bir şey de olabilir, kötü bir şey de…

Bir an için kendinizi bir ülke gibi düşünün. Adınız Zeynep’se siz “Zeynepli Ülkesi”siniz. Murat’sa “Muratlı Ülkesi.” Selçuksa ya da Osmansa… öyle hemen havaya girmeyin canım, sadece bir metafor kurguluyoruz şu anda, gerçek ülke kurmuyoruz.

Her ülkenin bir iç işleri vardır, bir de dış işleri değil mi? Başka ülkelerle olan ilişkileri. İşte her cep telefonunuzu elinize alışınızda ülkenizin dış işleriyle ilgili bir iş yapmış oluyorsunuz. Telefon çalıyor, komşu ülkenin kralı ya da kraliçesi sizi arıyor. Konuşuyorsunuz, anlaşıyorsunuz, birlikte bir şeyler yapıyorsunuz. Gayet güzel. Dış ülkelerle ilişki geliştirmek. Sonra hazır telefon eldeyken Instagram’ı açıp kaydırmaya başlıyorsunuz. O da bir çeşit dünya turu yapmak gibi. Hiç tanımadığınız, gerçek hayatta görmediğiniz ülkeleri (yani insanları) görüyorsunuz. “Ooo Ayşeli ülkesi yazı erken getirmiş.” “Salihli ülkesinde odun köfteleri götürüyorlar, afiyet olsun.” Tabi bunları görünce ister istemez siz de hem köfte yemeyi hem de yaza formda girmeyi diliyorsunuz. Ama unutmayın bu gördükleriniz bir çeşit ülke tanıtımı. Gerçek ülkeler de kendisini tanıtırken biraz abartmıyor mu? Ülkesinin plajlarını tabiki böyle gösterecek, şöyle değil. Önemli olan bunun farkında olmak. Gördüklerimize kendimizi fazla kaptırmamak ve biraz da iç işlerimizle ilgilenmek.

“Barışlı ülkesinin ekonomik olarak güçlenmesi için ne gibi düzenlemeler yapabilirim?” Çünkü Instagram’a ne kadar mükemmel fotoğraflar koyarsam koyayım, gerçekte istediğim hayatı tam olarak yaşayamıyorum. “E komşu ülke Sinanlılar beni kıskanıyor” demek de yetmiyor. Gerçek anlamda bir şeyler yapmam lazım. Bir değer üretmeliyim. Ben de Mars’a gitmek istiyorum ama önce içinde yaşadığım bu dünyaya pozitif bir katkı sağlamalıyım.

Peki iç işlerimize yönelelim o zaman. Ne yapmamız gerekiyor? Kendi kaynaklarımızı gözden geçirmemiz. Gerçek ülkelerin kaynakları nelerdir? Petroldür, değerli madenlerdir vs. Peki sizin kişisel ülkenizin en değerli kaynağı nedir? Vaktiniz! Boşuna “vakit = nakit” denmiyor. Vakti nakte dönüştürebilmek için madencilik yapmak gerekiyor. Vakit madenciliği “dikkat”le yapılır. Sizin dikkatinizle. Dolayısıyla doğru formül şöyle olmalı: “dikkat + vakit = nakit” Yani özdeyişimizi de güncellememiz gerekiyor: “dikkatli geçirilen vakit, nakittir.”

Evet bu kaynak o kadar önemli. Çünkü herkesin her gün 24 saati var. Bu sabit. Ama dikkat süresi değişken. Herkes için farklı. Bazıları için tek oturuşta 4 saat bazıları için değişik zamanlarda toplam 2 saat. Bazıları için gece, bazıları için gündüz. Son derece sınırlı bir kaynak bu. Dikkat kaynağı. O yüzden onu harcarken, Mars’a filan gönderirken cebinizdeki parayı harcamaktan daha titiz, daha tutumlu olmalısınız.

Dikkat! Dikkatinizi en çok dağıtan şey de öbür cebinizde. Tüm dış tehditler buradan geliyor. Sizi tuvalette bile yalnız bırakmıyor. Bunun içinde çeşitli sosyal medya mecralarına mevzilenmiş emperyalist güçler, dikkatinizi sömürmek için hazır bekliyor. Hala metaforumuzun içindeyiz bu arada, fazla heyecanlanmayın, o emperyalist güç sizin en yakın arkadaşınız da olabilir. Farkında bile olmadan, tüm iyi niyetiyle sizin dikkatinizi sömürerek üstünüzde büyük oyunlar oynuyor olabilir. Günümüzde hırsızlıkların en büyüğü belki de bu: dikkat hırsızlığı. Çünkü maddi olarak bir şeyleriniz çalınsa onun yerine başka bir şey koyabilirsiniz. Ama çalınan dikkatinizin yerine hiç bir şey koyamazsınız. O sizin ham maddeniz, enerjiniz, geleceğiniz.

Son araştırmalara göre cep telefonlarımıza her gün ortalama 63 bildirim geliyor. Ortalama diyorum. Eminim bir kısmınız yüzlerce bildirimle boğuşuyordur. Çalışanlar günde ortalama 90 e-posta alıyor ve 40 e-posta yazıyor. Her gün. Her 3 dakikada bir odağımız değişiyor. Beynimizin dört lobundan ikisi sürekli bir mücadele halinde. Bazıları bunu bir halat çekme yarışmasına benzetiyor. Beynimizin bir lobu halatı kendi alanına yani dikkat dağıtıcı şeylere çekmeye çalışırken, diğer lobu odaklanmayı gerektiren görevleri yerine getirebilmek için halata asılıyor. Eğer başarırsa odaklanabilmiş oluyorsunuz.

Neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna beyninizdeki bu halat yarışları karar veriyor. Size önemsiz gibi görünen bazı işler için bile beyniniz sürekli bir “challenge” içinde. En değersiz gibi görünen boş vaktinizde, mesela tuvalette Instagram’da parmağınızla kaydırıp bir sürü fotoğrafa bakmak çok basit gibi görünüyor olabilir. Ama siz bunu yaparken hiç farkında olmadan beyniniz sürekli mikro kararlar veriyor. Her bir fotoğraf için “güzel mi, değil mi, ne anlama geliyor, altına bir şey yazayım mı, ne yazsam tutar acaba, yine kabız mı oldum ben” gibi irili ufaklı kararlar veriyorsunuz. Bir fotoğraf için böyle 10 mikro karar verseniz beyninizde her gün sadece Instagram için on binlerce halat çekme yarışı yapılıyor demektir. Yanlış anlaşılmasın, amacım Instagram’ı ya da başka bir sosyal medyayı hedef tahtası yapmak değil. İçeride neler olup bittiğini anlayıp, daha bilinçli kullanıcılar haline gelmemizi sağlamak. Çünkü bunları kendi hayat ülkelerimiz için bir fırsata da dönüştürebiliriz.

Gerçek dünyadaki ülkeler kendileriyle ilgili tehditleri değerlendirirken aynı zamanda fırsatları da görmeye çalışırlar. Bir SWOT analizi yaparlar. İşte cebimizdeki bu büyük tehdit aynı zamanda bize inanılmaz fırsatlar da sunuyor. Düşünsenize hayatınız boyunca okuduğunuz ve okuyabileceğiniz tüm kitaplar bir cep telefonunun içine rahatlıkla sığabilir. Sosyal medyada doğru insanlara ulaşabilirseniz bu kişiler sizin en önemli öğretmeniniz haline gelebilir. Ofis işlerini yapmak için masa başında çalışmanıza gerek kalmayabilir. Ancak tüm bunlar için önce zayıflıklarımızın farkında olmamız gerekiyor. SWOT analizimize dönecek olursak, zayıf olduğumuz yanlar neler? İrade eksikliği mi? Disiplin mi? Sorumluluk duygusu mu? Önce bunları kendimize itiraf etmemiz gerekiyor. Öte yandan güçlü yanlarımız da vardır mutlaka. Bunları da listelersek artık iyi bir strateji ortaya koyabiliriz. Ben bu videoda güçlü yanlarınıza ekleyebileceğiniz bir teknik önermek istiyorum.

E-postalar konusunda bir araştırma yapılmış. İki gruptan ilkine “gelen kutusu”nu diledikleri zaman kontrol edebilecekleri söylenmiş. Diğer grupsa sınırlandırılmış. Sadece üç kez bakabileceklermiş. Gün içinde farklı zamanlarda e-posta kutusunu kontrol eden, gelenleri okuyan, başkalarına mesaj yazan kişilerin; yani bölük pörçük iş yapanların çok daha stresli olduğu ve daha çok yorulduğu tespit edilmiş. Dolayısıyla size önereceğim teknik işlerinizi biriktirip toplu olarak yapmak. Herkesin temposu farklı. O yüzden gelen kutusunu günde kaç kez kontrol edeceğinizi ya da yapmanız gereken işleri ne sıklıkta yapacağınızı size söyleyemem. Buna siz karar vermelisiniz. Anahtar kelimelerimiz sınırlandırmak ve toplu olarak yapmak. Örneğin ben günde sadece bir kez bakıyorum ve en fazla yarım saat ayırıyorum. Aynı sınırlandırmayı sosyal medya için de yapıyorum. Her istediğimde değil, belli zamanlarda göz atıyorum. O cazibeden korunmak tabiki çok zor oluyor ama elimden geleni yapıyorum, mesela cep telefonumun en değerli en göze batan yerine benim için en önemli olan şeyleri koyuyorum. Hem cep telefonumun ekranını hem de hayatımı tasarlıyorum.

Sonuçta bazı şeyleri kaçırıyorum. Bazılarını geç fark ediyorum. O yüzden geçen hafta sosyal medyada esen NASA’nın “ismini Mars’a gönder” rüzgarını, bu konularla çok ilgili bir kişi olmama rağmen 48 saat sonra görebildim. Bazı şeyleri hiç göremiyorum. Yetişemiyorum. Ama buna değiyor. Çünkü o sırada kendi hayat ülkemin iç işleriyle ilgileniyorum. İçimdeki değerli madenleri keşfedip, onları saklı oldukları yerlerden “tüm dikkatimi kullanarak” çıkartmaya çalışıyorum.

Çok becerikli olduğumu söyleyemem. Ama en azından deniyorum. Çünkü biliyorum ki bunu benim için benden başka hiç kimse yapamaz. Tüm sorumluluk bende. Hayatınızla ilgili tüm sorumluluk sizde.

Kendi hayat ülkelerimizin dış işlerinde çok başarılı olduğumuz ortada. Mars’a ismini göndermek isteyen diğer tüm ülkelerden hatta oraya uzay aracını gönderecek Amerikalılardan bile daha hızlıyız. Artık NASA’da çalışan herkes Türkiye’nin bu konudaki hevesini gördü. Bu gerçekten ülke adına çok güzel bir fırsat. Ama kendi hayat ülkelerimiz için aynı zamanda bir tehdit. Çünkü dışarıda, sosyal medyada bu kadar çok, bu kadar hızlı, bu kadar aktif olabiliyorsak bir yandan kendi içimizdeki bazı şeyleri, önceliklerimizi ihmal ediyor da olabilir miyiz acaba?

Mars’a ismimizi göndermeyi istemek bence çok güzel. Gelecek adına çok ümit verici. Bir vizyon göstergesi. Ama dışarıya karşı “bak ben de ismimi Mars’a gönderiyorum, ben de Dimyat’a pirince gidiyorum” derken, tüm dikkatini bu işlere verirken evdeki bulgurdan olmayalım sonra. Bir gün başka bir dünyaya sadece ismimizi değil cismimizi de göndermek, oraları varlığımızla doldurmak istiyorsak önce kendi dünyamızdaki boşlukları bir gözden geçirmeliyiz. Bu da ancak sorumluluğu ele alarak, vaktini dikkatli harcayarak olur. Şimdi. Yavaşça elinizdeki telefonu yere bırakın ve kendi ülkelerinize dönün. Onu listelerde en üst sıralara taşıyın. Hayat ülkenizin lideri olun!

“Milyonlarca Türk Mars’a neden ismini gönderiyor?” için 7 yanıt

Selam Barış Abi. Gercekten bu soruma cevap bulmayı çok umuyorum, çünki yıllar önce izlediğim ve hayatımda , çok-çok-çok değişikliklere sebep olmuş “Zinciri Kırma” videosu ile ilgili, bugün sabah yüzlerce sebeplerinden birisi de zinciri kırmamak olan koşu sporumda bir şeyi fark ettim ve bir şok yaşadım, bu sebepten de sizden yardım almak istedim.
Şimdi siz zinciri kırma videosunda ikiye böl ve yarısını yap demiştiniz, tabi sizin videolar bir anlam içere bilir , 10 kişi 10 farklı anlam çıkarta bilir , bu sebepten özelsiniz, o günden sonra o videoyu belki 10 kez izlemişimdir, hatta sizin sayenizde başladığım günlüğüme de yazmışımdır. Anlamadığım şey hedefimi ikiye bölmemin sebebi idi.
İkiye bölmek şarmı değilmi onuda anlamamışdım (örn. 10 sayfa ise direk 10 sayfa okunacak , ne bir eksik ne bir fazla), ancak bu sabah koşu esnasında aklıma şu geldi: ben koşuya çıkarken amacım 5km koşmak iken, son zamlarda 5 değil, 7-8 hatta 4 km koşacam diye 11 km koştuğum olmuştur. Şimdi hedef 11 diye koysam asla yataktan kalkmam. 5 benim için zaten maksimumdu.
Sorum şu: Hedefi ikiye bölme kısmı , büyük hedef zaten beriliyoruz, küçültelim ve hep yapalım mı ? yoksa, 30 gün her sabah 10 dakika yazan adam otuz birinci gün 20 dakika kırkıncı gün 30 dakika`da yazarmı mantığı?

Fark eder ve zaman ayırırsanız şimdiden teşekkür ederim. 19 yaşım var, ve son 3 yılda bana çok büyük destek oldunuz. Size o kadar çok saygı duyuyorum ki, her pazar zincirlerimden birisi`de, bilgisayar başında , sabah rutini ve kahvaltısı sonrası , çay ile tatlı ile Barış Özcan izlemektir)

Barış, (çok güzel hareketler bunlar) komedi programinda senden bahsedildi biliyormusun, yılmaz Erdoğan övdü seni 👍

Hocam internet sitesinize modern bir forum ekleme zamanı geldi zannımca. Bu iş’e her türlü ön ayak olurum. Teknik destek sağlarım. Siz yeter ki kabul edin 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir