Pazar sabahlarının vazgeçilmez rutinlerinden biri nedir? Eskiden olsaydı bu soruya kovboy filmleri derdik.
Gerçi şimdilerde de bizi Vahşi Batı’ya götüren bir dizi var. Aranan adamları, tozlu kasabaları ve salonlarıyla tam da 19. yüzyıla ait kovboyların dünyası. Gibi görünüyor. Ama burada bir şeyler farklı. Westworld dizisinden bahsediyorum. Bu dizinin bize anlattığı hikaye aslında 2052’de geçiyor. Gösterdiği dünya ise bir tema parkı. İçinde insana çok benzeyen robotlarla oynayabildiğiniz bir oyun alanı.
Mesela bu bir robot. İnsana çok benzediği için android de diyebiliriz. Dizideyse “host” yani ev sahibi diyorlar. Gelecekte insanlar eğlenmek için bu tür parklara gidiyorlar. Çünkü parkın ev sahipleri her dileğinizi gerçekleştirmeye hazır. Onları öldürseniz bile itiraz etmiyorlar. Teknolojinin geldiği bu noktada artık insanlar en ilkel dürtülerinin, temel içgüdülerinin peşinden koşmaya başlamıştır. Yani teknolojide ilerlerken insanlıkta gerilemeye başlamıştır. İnsanlar hazzı şiddette bulmaya başlamıştır.
“Eski bir dost bir defasında beni çok rahatlatan bir şey söylemişti. Okuduğu bir şeydi. Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar.”
Dizide bir kaç kez tekrar edilen bu söz Shakespeare tarafından yazılmış. Hani dünyanın bir sahne olduğunu söyleyen Shakespeare tarafından.
“Bütün dünya bir sahnedir. Ve kadın erkek herkes ancak birer oyuncu. Sıraları geldikçe ya girer ya çıkarlar.”
İşte Westworld’ün dünyası da böyle bir sahne gibi. Sizlere uzun uzadıya bu diziyi anlatmayacağım. Onu üç kez seyretseniz de hiç seyretmeseniz de anlayabileceğiniz bir konudan bahsedeceğim. Bunu yaparken alıntılar kullanacağım ama dizideki hikaye örgüsüne ait sürpriz kaçıran ipuçları (spoiler) vermeyeceğim. Önce favori karakterimden başlayayım. O bir kovboy… değil. O bir Maeve adındaki bu robot ev sahibi… de değil. Benim favori karakterim bu. Otomatik piyano.
Ondokuzuncu Yüzyılda gerçekten de varmış böyle piyanolar. 5 silindirli bir motorun çevirdiği çarklarla dönen bir merdanenin etrafına delikli kağıtlar sarılırmış. Kağıtta deliğin hizasındaki piyano tuşları kendiliğinden basılarak notalar çalınırmış. Bilgisayarlardan çok daha önce programcılığın ilk örneklerinden biri bu. Kağıdın delikli yerleri 1’leri ve deliksiz yerleri de 0’ları temsil ediyor. Dolayısıyla bu notaları piyanoya çaldırabilmek için “binary” yani ikili sistemde bir makine dili yazılımı yapılmış.
Westworld dizisinde boşu boşuna ısrarla bize bu otomatik piyanoyu göstermiyorlar. Etrafta dolaşan son derece ileri teknoloji ürünü yapay zeka sahibi makinelerin atası bu otomatik piyano. En az diğerleri kadar önemli bir karakter. Zaten o yüzden hem birinci sezonun hem de küçük farklarla yenilenen ikinci sezonun jeneriğinde görüyoruz onu. Orada bir makine tarafından çalınıyor. Ama sonra makinenin elleri kalkıyor ve aslında piyanonun kendi kendine çaldığını fark ediyoruz. Onun otomatik bir piyano olduğunu anlıyoruz.
Bu metaforu ilk kez kullanan kişi bilim kurgu yazarı Kurt Vonnegut Jr.dır ve 1952’de yayınladığı romanının adı “Otomatik Piyano”dur. Benim de ilk okuduğum bilim-kurgu romanlarından biri bu. Otomasyonun hakim olduğu bir gelecekte geçiyor bu roman. Yazar böyle bir dünyada makineleşmenin insanların hayat kalitesini nasıl etkileyeceğini hikayeleştiriyor. Şu günlerde bizim de üzerinde düşünmeye başladığımız temalar. Robotlar işimizi elimizden alacak mı? Hadi olumlu düşünelim ve “alacaklar ve böylece insanların bu kadar çalışmasına gerek kalmayacak” diyelim. Peki bu durumda insanlar çabalamaktan vazgeçer mi? Mesela piyano çalmak gibi sanatsal bir hazzı bile makinelere terkeder mi? İşte bu düşüncelerin görsel bir sembolüdür otomatik piyano.
Onun bir özelliği daha var. Dışarıdan baktığınızda tuşlarına gerçekten de fiziksel olarak basılıyor. Gibi görünüyor. Sanki bir hayalet tarafından çalınıyor. Teknolojinin büyüsü bu. Bir illüzyon yaratıyor. Piyano kendi kendine çalıyormuş gibi görünüyor. Oysa böyle bir bilinci yok. Çok duygulandım biraz müzik çalayım ben diyemez. Benliğinin farkında değil çünkü. Peki onun etrafındaki robotlar da özünde böyle değil mi? İnsan gibi gözükmeleri, hareket etmeleri dışında o otomatik piyanodan bir farkları var mı? Robotlar, buradaki adıyla “ev sahipleri” aynı zamanda bilinç sahibi olabilir mi?
Bunun için önce bilincin tanımını yapmak lazım. Bilinç nedir? Cevabını tam olarak verebilen yok. Zaten hayatta çok sık kullandığımız bazı kavramları “hadi açıkla” deyince açıklayamıyoruz. Bilinç ne? Size soruyorum. Öz mü, can mı? Töz mü, tin mi? Ruh mu, nefs mi? Akıl mı, zihin mi? Bilinç ne? Biz insanları diğer hareket eden varlıklardan ayıran bir şey. İşte bütün mesele o “şey”in ne olduğunu anlamakta. Bunu kendine göre tanımlayan bazı felsefeciler o “şey”in asla bir makineye aktarılamayacağını söyler. Oysa Paul Churchland ve Daniel Denett gibi bazı düşünürler, Westworld’deki ev sahiplerinin de tıpkı insanlar gibi bilinç sahibi olabileceklerini iddia ederler. Çünkü onlara göre bilinç diye bir şey yoktur.
“Bilinci belirtemeyiz. Çünkü bilinç mevcut değildir.”
Bu Dr. Robert Ford. Westworld tema parkını ve içindeki ev sahibi robotları tasarlayan iki kişiden biri.
“İnsanlar dünyayı algılayış tarzımızda özel bir şeyin varlığını sever. Ancak tıpkı ev sahipleri gibi biz de sıkı, sıkı olduğu kadar kapalı döngülerde yaşar… nadiren tercihlerimizi sorgular… ve genellikle bize söylenen bir sonraki hamleyi yapmak için hazır oluruz.”
Yani biz de otomatik piyano gibiyiz. Kendi hayat döngümüzde, tercihlerimizi sorgulamadan, bize söylenenleri yapan bir makine gibi yaşıyoruz. Eğer böyle yaşıyorsak, bize benzeyen robotlardan pek de bir farkımız kalmıyor.
- Sormak istiyorsun… O yüzden sor.
- Sen gerçek misin?
- Ayırt edemiyorsan, önemi var mı?
Şu ikiliye bir daha bakalım. Dizide ne zaman otomatik piyanoyu duymaya başlasak, arkasından Maeve’i de görüyoruz. Bu ev sahibi robot adeta piyanonun sesine dikkat kesiliyor.
Şu küçük sesi duyabiliyorsun, değil mi? Sana “sakın” diyen şu ses! Sakın uzun süre bakma. Sakın dokunma.
O ses, ona “sadece söylenenleri yapan bir makine” olduğu düşüncesini aşılıyor. Israrla önce otomatik piyanonun müziğini sonra da Maeve’in ona verdiği tepkileri görüyoruz.
Sonunda toprağa yeniden ayak bastığımda, duyduğum ilk şey yine o lanet ses oldu.
Tepkiler bir süre sonra düşüncelere dönüşüyor.
- Ne düşünüyorsun böyle?
- Dilinin ucuna kadar bir şey gelir ve anımsamaya çalıştıkça zorlaşarak daha uzağa kayıp gittiği olur mu hiç?
Anlaşılan o da bilinci tanımlamakta zorluk çekiyor. Otomatik piyanonun önceden yazılmış kader notalarını her duyduğumuzda Maeve’in yaşam döngüsünü de görmeye başlıyoruz. Aynı açılar, aynı olaylar, tekrar edip duruyor. Ta ki uyanışa kadar. Derin düşünmenin, anlam arayışının, etrafınızda olup bitenleri sorgulamanın böyle bir yan etkisi vardır. Sizi uyandırır. Gözünüzü açar. Sizi bir üst seviyeye çıkartır.
Maeve, artık otomatik piyano olmaktan sıkılmıştır. Piyanist olmanın zamanı gelmiştir onun için. Bu dizide gerçekten piyano çalan sadece bir kişiyi görüyoruz. Bu piyanoları ve ev sahibi robotları da programlayan bir piyanist. Klasik müziği ve bilhassa Debussy’i çok seven Dr. Robert Ford. Kendisi pek çok açıdan bana bizim dünyamızdaki Ray Kurzweil’ı hatırlatıyor. Hani şu 2045 civarında makine zekasının insan zekasını geçerek teknolojik tekilliğe (singularity) ulaşacağımızı söyleyen kişi. O da kariyerinin başlarında bir çeşit otomatik piyano da diyebileceğimiz syntheseizerlar tasarlıyormuş. Kendi ismiyle çıkarttığı Kurzweil K250 diye bir model var mesela. Dr. Robert Ford’un ofisinde de böyle bir klavye var. Ama düşünce derinliği bakımından bu karakter biraz daha ileriye gidiyor Mesela bilincin olmadığını söylemişti ama en az Maeve kadar o da kendisini sorguluyor. O da bir üst seviyeye çıkmaya çalışıyor. Bunu nasıl mı anladım?
“Eski bir dost bir defasında beni çok rahatlatan bir şey söylemişti. Okuduğu bir şeydi. Mozart’ın, Beethoven’ın ve Chopin’in asla ölmediğini… Sadece müziğe dönüştüklerini söylemişti.”
Yani sanatçıların, sanata… Yani öze, ruha dönüştüklerini…
İşte bu bizi çok rahatlatan bir şey.
Piyanoyu piyaniste, piyanisti müziğe dönüştürme çabası.
Evet büyük bir çoğunluğumuz bu hayatı kurulmuş bir saat gibi yaşıyor. Şu dünya sahnesinde çalan otomatik bir piyano gibiyiz. Böyle yaşadığımız için de ancak mekanik sesler çıkartabiliyoruz. Kendimizi tekrar ediyoruz. Tercih yapmaktan, soru sormaktan kaçındığımız müddetçe giderek robotlaşıyoruz. Bilinç sahibi olup olmadığımızın farkına bile varamıyoruz. Oysa bir üst seviyeye çıkmaya çalışsak, otomatik piyano olmaktan kurtulup piyanist olmaya çalışsak hayatımızın sesi de daha farklı çıkmaya başlar. Sanata, müziğe dönüşür.
Evet bütün dünya bir sahne ve kadın erkek herkes ancak birer oyuncu. Sıramız gelince biz de bu sahneden çıkacağız. İşte bütün mesele nasıl çıktığımızda. Otomatik piyano olarak mı yoksa müziğe dönüşerek mi?
“Otomatik piyano kendi kendine mi çalıyor? Westworld’un felsefesi” için 24 yanıt
Geleceğimiz otomatik piyanolarla dolu olmaz değil mi? illaki birileri çabalar piyanist olmak için, duyulacak iyi bir müzik olarak çıkar birileri değil mi? uyanmak için kendimiz mi cabalamaliyiz illa? birileri uyandırır değil mi?
Bilinç zaman algısıdır. Beyinde bugüne kadar yeri tespit edilemeyen iki fonksiyon vardır: Bilinç ve Zaman. Aslında ikisi aynı şeydir (uykuda zaman kavramı yok, dolaysıyla bilinç yok). Homo sapiens zaman algısına son buzul çağının bitişiyle sahip oldu, tarım başladı (ekilen tohumun birkaç ay sonra gıda olması = zaman bilinci) Değerli çalışmalarınızda başarılar!
Fikrimce zaman ve bilincin aynı şeyi karşıladıkları söylenemez. Bilinç daha aşkın bir kavramdır.
doğru
Kaostaki K(h)ronos veya saturn anlama çabasıdır. Simulasyon içindeki simülasyon zamanları farklıdır. Rüya, yapay zeka, insan bilinci evrensel simülasyon ürünüdür.
çok sert genellemeler yapmışsınız, insanoğlu 70 bin yıl once dili kullanmaya başladı ve avcı toplayıcı zamanlarında bile planlama becerileri çok gelişmişti. tarım toplumuna geçtiğinde ise tahmin ettiğinizden cok daha ileri seviyedeydi (bkz. gobekli tepe). ayrıca bilinç ve zaman ilişkili gibi görünse de tamamen farklı olgulardır, bilinç daha çok tanık olma ilgilidir.
Oh… be… Lezzetli bir konu daha!
Bilinç, farkındalık, nefs, can, öz, tin, ruh.. Eşanlamlı veya birbirini tamamlayan kavramlara parmak basmışsınız. Otomatik piyano, otonom hayat, otokontrol, androidler, robotlar, yapay zeka… O kadar hızlı ilerliyor ki süreç, ortaya çıkan bilginin işlenişi, daha birini sorgulamadan, diğer sorular fink atıyor kafamızın içinde..
“Bir üst seviye / level up” oluyoruz daha en baştan. Hepsinin anlamı tek birşeye yöneliyor gene, “ben/biz kimiz?” sorusuna.
Daha ağzımızdan çıkmadan sorular, aklımız farklı sorular soruyor. Yani bir düşünseniz, ışık hızından daha hızlı cevaplar ve sorular beliriyor zihnimizde;
Düşünce hızıyla!
Zamanın başlangıcından beri, bilinç henüz idrak edemediğimiz trilyonlarca şekliyle kendini gösteriyor bize. Biz kendimizin farkına vardığımızda, herkesten gizli gizli felsefe yapmaya başlarız. Çünkü önyargılar ve toplum düzenine aykırı duran fikirler tehlikelidir “diye düşünür, yalnızca kendimize saklarız en başta”. İlkel bir dürtü, kendini koruma dürtüsüdür bu. İstersek dünyanın en zeki insanı olalım, ister en az zeki olanı, kendini koruma dürtüsü ile hareket ediyoruz başlangıçta. Düşüncelerimizin doğruluğunu teyit etmek için çevremizdeki insanlara bakıyoruz. Tabi bilgiyi ve “özgür irade” anlayışını hazmedememiş toplumlarda (misal günümüz Türkiye’si) bu hiç de kolay olmuyor. Şüpheci yaklaşmayı genelde olumsuz bir davranış gibi değerlendirebiliyoruz.
(Taptaze, sımsıcak bir Türk Kahvesi koydu anacım önüme. Afedersiniz çok lezzetli olmuş!)
Dikkatim dağıldı, bırakın bilinci mis kokulu bir Türk Kahvesinin yerini şu an hiç birşey tutamaz. Hele ki anne elinden geldiğinde!
Bilinç işte budur. Neyi aradığı değil, önüne konan lezzetleri, tadları (acı, ekşi, tatlı, tuzlu) algılayıp anlamlandırabilmektir. Çünkü arayış bitmez, sonsuza kadar sürer. Arayışın bittiğinde varlığın biter. O da imkansız! Kısacası rahat olun, ölüm diye birşey yok 🙂
Bilinç “varlık nedenimiz nedir” sorusunu sorduktan sonra patlayan bir Big-Bang’dir. Evrenin yaratılışı gibi.
Bilinç değişimin farkına varmaktır.
Bilinç, “biz simülasyon muyuz, biz gerçek miyiz, biz neyiz, görevimiz, varlık amacımız ne?” sorularından ziyade, içinde bulunduğumuz durumun evrenin ekosistemine, canlılığına ne kadar katkıda bulunduğumuzu farketmektir. İnsan evrenin aynasıdır aslında. En azından bizim dışımızda, henüz “kesin” olarak farkına vardığımız başka bir zeki yaşam formuyla “kitlece” karşılaşmadık. İnsan bir yan, bitkinin de, hayvanın da bilinci vardır. Zaten bunu anlamak zor birşey değil, “canlı” diyoruz. Ama taşın da bir bilinci olduğunun farkında değilizdir. Bilinç farkındalık ise, cansız diye nitelendirdiğimiz her madde parçası gene farkındalığımız oluyor. Şu halde biz evrenin kendisi olmuyor muyuz? Çünkü ona anlam yükleyen gene biz değil miyiz?
Peki tüm bu veriyle ne yapacağız? Bir üst seviyede bu bilgi nasıl kullanacağız? Simülasyon olsak ne olur, olmasak ne farkeder? (Dünya düz olsa nolur, yuvarlak olsa ne olur” demek gibi birşey) Yani ne hissediyoruz? Tadını çıkarabiliyor muyuz? Öğrendiklerimizi paylaşıyor muyuz? Paylaşılanları kabul edip üzerine ne koyuyoruz? Ve bu bilgiler bizi nereye götüyor, görebiliyor muyuz?
Yani aslında bilinç ile “neyi inşa ediyoruz?”
Bir sonraki safha “Yaratıcılık nedir, ne işe yarar?” olabilir… Ya da “kendimin farkına vardıysam ne olmuş yani?” de olabilir. Büyük patlama yaşandı bir kere, bilinç patlaması yaşandı, sonsuz sayıda soru ve cevap var. Şimdi bunla ne yapacağız?
Şu halde aslolan yoldur, yoldan ne aldığımızdır. Herkes yalnız yürür, ama herkes birbirini görür, herkes birbirinin aynasıdır. Bana kalırsa bilincin her çeşidini deneyimleyeceğimiz bir yoldayız ve Allah bilir şu an kaç yüzbininci/ kaç milyonuncu bilincimizi deneyimliyoruz…
Ekleme: Bundan bir 25 sene kadar önce şu soruyu keşfetmiştim; insan bir enerji ise, peki öldükten sonra ben bu bilincimi koruyabilecek miyim? Yoksa unutum başka birşey mi olacağım?
Bilinç hafızanın ta kendisidir şu halde. Evrenin holografik hafızasına bağlanabilir miyiz, bunu nasıl yapacağız? diye devam eder sorular…
E şimdi ne olacak? :)
Avatar filmdeki hayat ağacı bize gore ruh saklama ya da hafıza saklama binası olabilir. Belki bunun ilerici karadelikte zamansal bilgi saklama yüzeyleri olabilir. … Gelecek zaman hayal dünyasıdır.
Yunus Emre’nin dediği gibi değil mi abi “Uyur idik uyardılar, Deliye saydılar bizi, koyun olduk ses anladık, diriye saydılar bizi.”
Pir Sultan Abdal
Fenomalizm.
Şuan kanalınızın açık ara en iyi videosu olduğunu düşünüyorum. Öyle hoş ve düşünülerek dizayn edilmiş ki, emeğinize sağlık. Sanırım 6.55 ile başlayan cümle aşağı yukarı dizinin anlayışını özetlemekte. Bilincin ve insanı müstesna kılan niteliğin ne olduğunu sorgulamak gerekirse, bu cümlenin kendine yöneltilmişliğini esas almak gerekir. Yani bu robotlaşmanın farkında olmasını, düşünceden öylece varoluşa geçmiş olmasını düşünebilmisini ön plana almak… Daha derin bir inceleme için “Kendisi-için-varlığın ontolojik analizi” üzerine okumalar yapılmalı. Bu konuda Jean Paul Sartre, Martin Heidegger, Maurcie Merleau Ponty doğru adımları sağlayabilir diye düşünüyorum.
-İnsan, var olduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı atılımdan sonra olmak istediği gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun baş ilkesi de budur işte.’
-‘Varoluş özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin elverdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur.’
J. P. Sartre
Video ve konu aldığı Westworld dizisi Doktor Robert Ford ve Maeve’in uyanışları bakımından bir nevi Platon’un MAĞARA ALEGORİSİ’ni alegorileştirmiş sanki:)
Ek olarak, diziyi izlemedim ancak şuanda karakterler olarak en çok ilgimi çeken nedense gözlüklü beyefendi oldu -Robert Ford’un cümlesini tamamlayan adam-
Her şeyin algoritmasını çözdüğümüz zaman, o zaman anayacağız.
Sayın Barış Özcan,
Bilinç ile ilgili araştırmanda ipin ucunu gösterebilecek kadar bir bilgiye sahibim bu konuda benim de araştırmalarım var ve bildiklerimi sana sunmak isterim çünkü benim gibi sıradan insanları ciddiye alıp okuyacağına inandığım tek kişisin.
Bilinç aslında ayrı bir canlı olarak gösterilebilir. Canlı dediysem bi hücre nöron gibi düşünün. Gelişmiş beyinlerimiz aslında tamamen bir bilinç. Canlı kanlı haraket ediyor, düşünüyor tepki veriyor ve en önemlisi karar veriyor. Evet belki kararları kendimizin verdiğini düşünebiliriz duygularımızla ve ya mantığımızla. Duygular da tamamen bilinçle alakalı ve duygularımızı tepkilerimizi düşündüklerimizi kontrol edemiyoruz. Hiç gece uyumak zorunda olduğun anlarda kendini tutmadan şarkı söylediğin ve ya bir şeyler düşündüğün oldu mu? Olduysa işte bu bilinç, Kontrol edemediğimiz güç. Ruh ve ya başka bir şey değil. Bilincini bulmak ve ya anlayabilmek için; herhangi karmaşık ve bildiğin bir şeyi düşünürken(matematik problemleri, evren, fizik) nasıl düşünebildiğini kontrol et kendini gözlemle bilincinin sana göz kırptığını ve varlığını görücek ve hissedeceksin.
Buraya kadar okuduysan çok teşekkür ederim. Bu konuşmamdan sonraki düşüncelerini ve bu konuda üstüne kattığın bir şey olursa lütfen bana ulaş.
facebook.com/brktkn.98
instagram.com/btekin01
Varlığımızı bu kadar sorgulamamızı sağlayan içerikler bazen tereddütte düşürüyor yani korku yaratıyor korku bulaşıcıdır bir kere aklına düştü mü çıkartıp atmak zordur kökünü bilmediğin korku hataya hatta takıntılara sebep olur hissettiklerimiz soyuta ve somut olsa da tesiri altında kalır aklına işler sürekli hatırlarsın gözünün önüne gelir sesini duyarsın hatırlamamak elde değildir aklın takılır ama bir şeyi unutmanın yolu yeni bir şeyi aklına getirip hatırlamaktan geçer.
Tanımadığın birinin hissettiklerini hiisedebilir misin? Korkularını anlayabilir misin kim olduğunu bilmeden onu görmeden? Yazının gücü ne harika degil mi ! insanı korkutabiliyor mutlu edebiliyor sorgulatmaya yönlendiriyor hatta bazen o kadar güçlü ki ayni yazı farklı düşüncede kültürde birçok insanı benzer şekilde etkileyebiliyor. Bir şeyi unutmanın yolu da olabiliyor. Teşekkürler her şey için -yine-
Karıncaya bile taşıyamacığı yükü sırtlamaz
Bildiklerimiz sınırlıda olsa hergün yeni bilgiler öğrenir kendimize göre iyi yada kötü deriz ama algıladıklarımızdan fazlası var ne isim verirsek verelim bunlardan bir haber yaşıyoruz aydınlanmak için bekliyoruz merak ediyorum bildiklerimizi sandıklarımızın ne kadar doğru.
David Eagleman gibi yazarlar bilinci fiziksel bir olgu olarak tanımlıyorlar. Kimilerine göre ise bilinç ruhtan ayrıştırılamaz. Bilinci sorgulamanızı çok beğendim Barış abi, ben de sorgulanması gereken iki tane soruyu kendimce eklemek isterim:
1-) Ruh var mıdır?
2-) Siz doğmamış olsaydınız hiç var olmayacak mıydınız; yoksa başka bir bedende mi olacaktı ruhunuz? (sanıyorum ki bu sorunun cevabı 1. soruya vereceğimiz yanıtta gizlidir)
3-) Madde mi özdür, idea mı? (Haha, çok klasik oldu farkındayım ama bence bütün olay burada gizli)
Üstelik şunu da belirtmek isterim: Gözlemlerime göre “eserleriyle hayatta kalma” felsefesini en çok varoluşçular benimsiyor. Bu hususta yanlış düşünüyorsam düzeltiniz lütfen.
Sevgi ve saygıyla…
Hayalleri olan ve iyi bir gelecek için çalışan genç arkadaşlarımızın sorgulayan fikirleri olması çok güzel.
Sitenizin amacını çok beğendim 18 yaşından küçük olan yazarlar 🙂 hoş. Bir gün buyusek de dusuncelerimizin genç kalması dileğiyle
tebrik ediyorum yaptıklarınızı
Çok teşekkür ediyoruz! İnanın; sizin gibi okuryazar insanlar içimizdeki isteği daha da arttırıyor! Sizin de çevrenizde 18 yaşından küçük olup okumaya ve yazmaya gönül vermiş gençler varsa onları da aramızda görmekten büyük memnuniyet duyarız 🙂
EDIT: Link removed
İyi günler dileriz! 🙂
Bilinc nedir sorusunun en kisa ve net cevabi,
Beynimizin isledigi tum bilgiler anlasilir hale getirilmez (ham veri) sadece odaklanilan kismi bilme, anlama seviyesine cikarilir. Anlamlandirilan ham bilgi bilincdir.
Takipçilerinizin konuları rahat anlayabilmeleri için vermek istediğiniz mesajı en sade hale getirip sunmaya çalışıyorsunuz. Westworld dizisinde anlatılmak istenenlere güzel ve biraz da masum bir tavır ile yaklaşımda bulunmuşsunuz. Masum bir tavır diyorum çünkü dizide geçen bazı benzetmeler, semboller hiç de öyle değil. Dizinin içindeki robotlar ve onların bilinç sahibi olup olmaması, otomatik piyanonun kader notaları… Evet ilk bakışta hemen kendini göstermesede bu benzetmelerin bazı değerlere ters olduğu çok açık. Peki gerçektende insan kaderini mi yaşar? Cümleyi çok uzatmayacağım. Bu aşamadan sonra sorgulanması gereken üç soru var? Kader, kaza ve iradeyi cüziyye ???
Kader, ilahi programdır; ezelden ebede kadar hayır ve şer -iyi kötü – meydana gelecek bütün hâdiseler hakkında Cenâb-ı Hakk’ın kendi ilmi icabı bilip irade ve takdir buyurmasıdır. Belki bazılarınız tanımdan bir şey anlamamış olabilir o yüzden mevzuyu bir misal ile anlaşılır hale getirelim. Mesela bazıları “Sen ne yaparsan yap, Allah dilediğine hidayeti dilediğine delaleti halkeder(yaratır)diyorlar. Bu düşünce tamamen yanlıştır. Bunun doğru şekilde izâhâtı şöyledir; Allah ,hidayeti isteyip, hidayeti dileyenlere hidayeti; dalaleti isteyip, dalaleti dileyenlere de dalaleti halkeder.İnsan ne tercih ederse nasıl bir tercihte bulunacak ise Hz Allah bunları ezelden bilir. İnsanlara vermiş olduğu tercih hakkını iyiye kullanmalarından razı olmak ile birlikte kötüyü tercih etse de Hz Allah onu yaratır,meydana getirir. Kul diler Allah yaratır bunun basit olarak anlatımı böyledir. Yani kimse önceden yazılmış kader notalarını yaşamaz herkes istediği melodiyi çalmakta özgürdür. Fakat herkes melodinin hesabını verir…
Bence bilinç: “VARLIĞIN” farkında olmak demektir.
Bana soracak olsanız herşeyden birazız derim. Ne otomatik piyano nede tam öznel.
Aslında bilincin varolup olmadığı mevzusu bilinci nasıl tanımlamaya çalıştığımızla da ilgili. Ford haklıda olabilir. Çünkü islam’a göre insan 7 merhaleden yaratıldı. Bilimsel “Teoriler”e göre de evrimle yaratıldı. Şu bi gercek ki biz şuan varız ve varlığımızın farkında olmakla kalmayıp VARLIĞI sorguluyoruz. Bilinç dediğimiz her ne ise var yada yok biz kendimizi ve etrafımızda olup biteni sorguluyoruz
İlk hücrenin oluşumunu dolayısıyla canlılığı ve yaşamı bu zamana kadar (teorileri saymazsak) bilimsel olarak bilemesekte bir şekilde varız.
Bütün canlılar arasında bir tek “insan” türü var olmanın ve yaşıyor olmanın farkında. Varlığının farkında olduğumuz ama gözümüzle göremediğimiz duygularımızla hissedemediğimiz ve aklımızla idrak edemediğimiz adına ruh dediğimiz bir “şey” yaşam ve canlılık vermiştir.
Bizler ve diğer bütün canlılar sizinde bahsettiğiniz gibi otomatik piyano misali programlanmış bir yaşam sürmekte, üremekte ve üretmekteyiz. Örümcekler, arılar yada kuşlar yeteneklerini bir ilim olarak bilmezler sadece kullanırlar.
Biz ise yeteneklerimizin tamamını değil büyük bir kısmını diğer canlılar gibi güdüsel olarak kullanırız. Bu öyle büyük bir kısım ki bu konuda Konfüçyus, Thales, Sokrates, Platon, Aristo, Kant, Descartes, Nietzsche ve dahası gibi isim yapmış kimseler “insan” türüne “hayvan” demekte neredeyse haklı çıkabilirlerdi.
Fakat bir diğer kısmımızda ise bizi diğerlerinden ayıran bir şey var. Bu öyle bir şey ki bizi çevremizdeki alemde gördüğümüz o akıl almaz mükemmellikteki cansız maddelerden dahası yaşam süren envai çeşit o canlılardan ayırıyor ve bize “bu canlı ve cansız varlıklar üzerinde düşünmemize sebep olan” yaratıcı gözüyle bakma yeteneği kazandırıyor. İşte bu şey “bilinç” dediğimiz şeydir. Yani varlığın farkına varmak. Bu bilinç kavramıyla sahip olduklarımızın, çevremizdekilerin ve yasalarının farkına varır, bu farklılıkları bir ilim olarak öğrenir, geliştirir ve yaşamımıza katarız. Biz ilimi net bir şekilde tanımlayamasakta bu yasaların, ilkelerin “kısmi olarak” farkına varabiliyoruz. Bizi farklı yapan şey budur. Yani “var” olgusunun farkına varmak ve “kısmi olarak” var edebilecek kudrete sahip olmak. Neden Allah’ın “insanları şerefli (kendisiyle övünmeye layık) kıldık” dediği daha iyi anlaşılıyor. [İsra 70]
Buradaki bir nokta akla takıldı. Kadının piyanonun kapağını kapattığı sahne. İşte burada insan denen tür bilincini onların dediği gibi evrimsel süreçte kendi kendine mi kazandı yoksa bizim iman ettiğimiz gibi yaratılıştan mı vardı? İşte burası artık inanç meselesine kaldı. Otomatik piyanomuyuz diye soracak olursak. Kısmi olarak derim ben buna. Tıpkı dünyamız da var olan “yaşamın kendisi” gibi. Ne çok sıcak ne çok soğuk; ne kaya gibi katı ne su gibi akışkan; ne çok yakın ne çok uzak herşey olması gerektiği ölçüdedir ve bizdede dünyaya benzer bir ölçü vardır. Kısacası ne hep ne hiçiz. Sadece Kısmi oluşumlarız hayvansallık ve tanrısallık harmonisinde.
Bilinç..
Bizden başka bilinçli varlıklar varmıdır bilmiyoruz ama herşeyi uyumlu bir bütün olarak var eden bir bilinç olduğu kanısı reddedilemeyecek kadar açık seçik ortadadır. Binlerce yıllık tarihimizden çıkıp günümüze kadar ulaşan şey evrensel olarak her insanın sorguladığı bir “tanrı” kavramının var olup olmadığı sorgusudur. Bu sorgulamanın kaynağı kendimizin ve diğer herşeyin farkına varıp bunun kendi kendine olamayacağı hakikatinden gelir. Ve makrodan mikroya herşey mükemmel bir uyum içindeyken ve tek bir elden çıkmaymış gibi dururken tanrının var olmaması düşüncesi, “varlık” hakikatinin karşısında çaresiz kalıyor. Ve biz bu yaratıcıya kendisinin bize belirttiği gibi Allah diyoruz.
Şemsi Tebrizi “sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil yaşamaya ihtiyaç vardır” der. Bu tür konularsa bana göre kesinlikle konuşmakla ve mantık yürütmekle kavranacak yada kanıtlanacak şeyler değildir.
Selam Barış. İnsan bedenine sıkıştırılmış bilgelik bu. Memnun oldum seni tekrar tanıdığıma. Bir kahve içsek biraz müzik ve gerçek birşeyler hakkında konuşsak ne güzel olur. Sevgiler güzel kalp