Bugün sizlere “alışkanlıklar” konusunda bir içerik hazırlamıştım, bu konuda fayda sağlayacağını düşündüğüm yeni bir tekniği paylaşacaktım ama ertelemeye karar verdim. Çünkü yeni yayımlanan “Adolescence” adında bir dizi izledim, ve bana çok dokundu. Bilmiyorum belki benim de tıpkı dizideki çocuk gibi 13 yaşında bir oğlum olmasından mı, yoksa neredeyse tüm Dünya’da ve Türkiye’de gençlerin karşılaştığı zorluklara her gün tanık olmamdan mı, ama bu dizi beni derinden etkiledi ve bugün sizinle bu konuyu paylaşmam gerektiğini hissettim. İçinde yaşadığımız çalkantılı dönemde, gençlerimizle kurduğumuz iletişimin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlayalım istedim.
Kategori: Sinema
Bundan 2-3 yıl kadar önce, bir akşam oturdum koltuğuma, attım elimi sehpaya karar vermeye çalışıyorum. Bir tarafta kumanda, diğer tarafta bir felsefe kitabı, karşılıklı bakışıyoruz. Hangisine uzansam diye düşünüyorum. Tabiki felsefe kitabına uzanmadım, elim doğal bir falsoyla kumandaya kaydı ve açıp izleyecek bir şeyler bakmaya başladım. Ama bir yandan da kitabı tercih etmemenin verdiği bir suçluluk duygusuyla kategori olarak belgeselleri seçtim. Vakti ziyan etmeyelim filan diye düşünüyorum. Bu arada gerçekten de Planet Earth tarzı belgesellere bayılırım. Bir baktım “Cunk on Earth” diye bir poster. Böyle ciddi bir belgesel sunucusu edasıyla duran bir kadın var üstünde. Bir yerlerden gözüm ısırıyor bu kişiyi ama belgesel dünyasından değil. Neymiş bu, nasıl kaçırmışım böyle bir yapımı filan diye hemen açıp izlemeye koyuldum.
Geçen hafta New York’ta, Grand Central Terminal’in mermerle kaplı tarihi salonunda garip bir manzarayla karşılaştım. Dev bir cam küpün içine, yeşil halı kaplı minik bir ofis yerleştirmişler. Telaşla işlerine yetişmeye çalışan bu insanlar az sonra kendi gidecekleri şirketlerindeki masalarının adeta küçük bir kopyasını orada görüyordu. Klasik bir çalışma kübiğinde bulabileceğiniz tüm detaylar vardı. Tam o sırada birileri o cam kübün içine girmeye başladı.
Bundan 20 yıl kadar önce 2004’te bir Çarşamba akşamı televizyonun karşısında oturduğumda, sadece yeni bir dizi izleyeceğimi sanıyordum. Ekranda bir göz açıldı. Yakın çekim. Bambuların arasından sızan ışık. Ve sonra kaos. O akşam milyonlarca insanla birlikte, televizyon tarihinin en iddialı mitolojik anlatısının ilk dakikalarına tanıklık ediyorduk. Ama henüz bunu bilmiyorduk.
4 Adaya Giriş
LOST’u bugün yeniden izlediğimde, beni hala en çok etkileyen şey, dizinin modern televizyonun en büyük çelişkisini nasıl kusursuzca somutlaştırdığı: Bir yandan haftalık yayın formatının ticari gerçekliğine uyum sağlarken, diğer yandan antik destanların büyüklüğünü yakalamanın peşinde koşması.
Üç kelime.
Sadece üç kelime söylemeniz yeterli.
“Dışarı çıkmak istiyorum.”
Dediğinizde hayatınız sona eriyor. Ya da biz öyle sanıyoruz…
144 kat derinliğinde bir silo. İçinde binlerce insan. Ortasında tek bir spiral merdiven. Ve kimse neden böyle bir şeyin içinde olduğunu bilmiyor.
Peki ya tüm bildikleriniz yalan olsaydı? Ya size zehirli bir çorak arazi olarak gösterilen dış dünya aslında… Dur, dur – fazla ileri gittim. Önce en başa dönelim.
Sinemayı kim icat etti?
Sinemayı kim icat etti?
Çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğimizi sanırız. Hani şu meşhur hikayedir: Lumière Kardeşler’in trenin istasyona gelişi “L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat” filmi ilk kez gösterildiğinde, perdede üzerlerine doğru gelen treni gören seyirciler korkudan kendilerini yere atmışlardı. Ya da Thomas Edison’un kinetoskop gösterilerinde insanlar tek kişilik kabinlerde ilk kez hareketli görüntüleri izlemenin şaşkınlığını yaşamışlardı.