Kategoriler
Teknoloji Uzay

Yapay Zekayı Uzaya Fırlatıyoruz!

Görev Zamanı: T+00:47:23 | SSO Yörünge Yüksekliği: 610 km

Kontrol panelimin ekranında yeni modülün telemetrisi beliriyor. SpaceX Starship’in kargo bölümünden ayrılalı kırk yedi dakika oldu. İşte şimdi işimiz başlıyor.

“Starcloud Merkez, burası DC-5, Compute-17 modülü görüş alanında. Yaklaşma vektörleri nominal.”

Dışarı bakıyorum – tabii “dışarı” derken Cupola modülünün 360 derecelik camından. Yeni modül güneşte parlıyor: 14 metre uzunluğunda, 100 tonluk bir kutu. İçinde 300 rack Nvidia GB200 NVL72 var – 40 megawatt işlem gücü. Tek bir modül, dünyadaki ortalama bir hiperscale veri merkezinin yarısı kadar güçlü.

“DC-5, onaylandı. Docking sequence’ı başlatabilirsiniz,” “Tamamdır, Houston.” Aslında Houston değil, Hawthorne’daki Starcloud kontrol merkezi ama alışkanlık işte 🙂

Elimi kontrol koluna götürüyorum. Yaklaşmakta olduğumuz bu veri merkezi Starcloud-5. Şu anda 4.2 gigawatt güçte çalışıyor. Güneş panellerimiz 4 kilometre kare alan kaplıyor, sürekli Dünya’nın gün-gece çizgisini takip ediyoruz. Bu dawn-dusk SSO yörüngesi sayesinde yıl boyunca %95 kapasiteyle güneş enerjisi üretiyoruz. Dünya’daki en iyi güneş çiftliği bile ancak bunun %24’üne ulaşabilir.

Yeni modül yavaşça yaklaşıyor. Otomatik docking sistemi devrede ama ben manuel override’a her an hazırım.

“Uzaklık 50 metre. Yaklaşma hızı saniyede 0.2 metre,” 

En sevdiğim kısım bu. Her modülün tek bir universal docking port’u var – güç, veri ve soğutma tek noktadan bağlanıyor. Binlerce fiber çifti, yüksek voltaj DC hatları ve soğutma loop’ları bir anda eşleşiyor. Tam bir mühendislik harikası.

“20 metre… 10 metre…”

Hafif bir titreşim. Clunk. Mekanik kilitler devreye giriyor.

“Kenetlenme tamamlandı. Starcloud-5, yeni compute kapasitesiyle artık online durumda.”

Ekranımda anında yeni rakamlar beliriyor. Veri merkezi artık 4.24 gigawatt. GPT-7’nin eğitimi için gerekli olan 5 gigawatt’lık cluster’a bir adım daha yaklaştık.

“Soğutma kontrolü başlatıyorum.” Şimdi iki-fazlı immersion cooling sisteminin parametrelerini izlemeye başlıyorum. Modülün içindeki GPU’lar immersion coolant içinde yüzüyor, radyasyondan ekstra koruma da sağlıyor bu. Isı, 3 kilometre uzaklıktaki dev radyatörlere pompalanıyor. -270°C’lik derin uzayın karşısında 20°C’ye ayarlı radyatörlerimiz, metrekare başına 633 watt ısıyı dışarı atıyor. Stefan-Boltzmann kanunu güzel şey: sıcaklık T üssü 4 ile orantılı.

“Network entegrasyonu tamamlandı. Gecikme (Latency) 2.3 mikrosaniye,” ekranda Starlink bağlantısının metrikleri görünüyor. “Laser comms optimal. Starcloud-5 fully operational.”

Pencereden tekrar bakıyorum. Güneş panelleri ufka uzanıyor, altımızda Dünya’nın gün-gece çizgisi parlıyor. Bu yörüngede hep gündoğumu ya da günbatımındasın, terminator dediğimiz çizgide. Yılda 365 gün, günde 24 saat, kesintisiz güneş.

Compute-17 modülü artık binlerce yapay zeka modelini eğitmeye başladı bile. Dünyadaki elektrik şebekelerinin yükünü hafifletiyoruz, temiz suya ihtiyacımız yok, ve ölçeklendirme sınırımız… şimdilik yok.

Gelecek fırlatma penceresi: 72 saat sonra açılacak, Compute-18 yola çıkacak.

Hedef: 5 gigawatt.

İlerliyoruz.

—-

Az önce anlattığım hikaye 10 yıl içinde gerçeğe dönüşebilir. Hikaye diyorum ama aslında tamamen gerçek teknik verilere dayanarak hazırladım. Dileyenler daha 21 ay önce kurulmuş Starcloud adlı bu startup’ın Whitepaper’ını inceleyebilirler. Kendileri şu anda dünyanın en değerli şirketi haline gelen Nvidia’dan yatırım aldılar ve geçtiğimiz Pazar günü ilk uydularını uzaya gönderdiler. Bir buzdolabı büyüklüğünde ve yaklaşık 60 kg ağırlığında olan bu uydu, uzaya gönderilen ilk Nvidia H100 GPU’ya sahip. Toplam ömrünün 11 ay olması öngörülüyor. Görevin sonunda uydu, 325km yükseklikteki yörüngesinden çıkacak ve atmosferde yanacak. Starcloud-1 aslında bir test uydusu. Testin başarıyla sonuçlanması halinde Starcloud, uzaya çok daha büyük veri merkezleri kurmayı hedefliyor ve 4 km²’lik bir güneş paneliyle çalışan, toplamda 5GW güç tüketen devasa bir veri merkezi uydusu inşa etmeyi planlıyor. 

Dediğim gibi tümüyle uyduruk bir hikaye anlatmadım ve 10 yıl hedefini de ben koymadım. Geçtiğimiz ay Amazon’un kurucusu ve Blue Origin’in sahibi Jeff Bezos, önümüzdeki 10 yıl içinde uzayda gigawatt düzeyinde veri merkezlerinin olacağına inandığını söyledi. Eski Google CEO’su Eric Schmidt ise, bu yıl itibariyle Relativity Space adlı roket firmasını, uzayda veri merkezleri kurmak amacıyla satın aldığını açıklamıştı. Pazar günü Elon Musk da SpaceX olarak uzaya veri merkezleri yerleştirmeyi hedeflediklerini duyurdu. Ve nihayet Google, daha iki gün önce bir açıklama yaparak veri merkezlerini uzaya taşıyacağını duyurdu. “Suncatcher” adını verdikleri bu projede, yapay zeka çiplerini uydulara yerleştirip, güneş enerjisiyle çalıştıracaklar. İlk test uydularını da 2027’de fırlatmayı planlıyorlar. 

Yapay zeka devrimi çok heyecan verici ama arkasında gizli bir maliyeti var: elektrik tüketimi. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2025 raporuna göre, dünyadaki veri merkezleri bu yıl 415 teravat-saat elektrik tüketti. Bu rakam Japonya’nın tüm yıllık elektrik tüketimine eşit. Ve en kötüsü, 2030’a kadar 945 teravat-saate, yani neredeyse iki katına çıkacak. Artışın en büyük sebebi yapay zeka. ChatGPT gibi modelleri eğitmek ve çalıştırmak inanılmaz hesaplama gücü gerektiriyor. Amerika’da veri merkezleri şu an elektrik tüketiminin yüzde dördünü yutarken, 2030’da bu oran neredeyse yüzde ona yaklaşacak. Bir de soğutma problemi var. Büyük veri merkezleri günde milyonlarca litre su kullanıyor çipleri soğutmak için. Virginia gibi eyaletlerde elektrik şebekesinin dörtte birini veri merkezleri çekiyor. Şebekeler dayanamıyor, elektrik faturaları artıyor. İşte tam bu noktada bazıları bu problemi çözebilmek için şu çılgın souyu sordu: Ya veri merkezlerini Dünya’dan kaldırırsak?

Uzayın veri merkezleri için üç büyük avantajı var ve bunlar gerçekten oyunun kurallarını değiştirebilir. Birincisi: sınırsız güneş enerjisi. Dünya üzerinde güneş panelleri geceleyin çalışmaz, kışın verimliliği düşer. Ama uzayda doğru yörüngeye yerleştirirseniz uydunuz sürekli güneş ışığı alır. Hatta Güneş’in çevresine yerleştirirseniz Dyson Küresi de yapabilirsiniz ama bizim medeniyet için biraz erken. Nanyang Teknoloji Üniversitesi’nin Nature Electronics’te yayınladığı çalışmaya göre, orbital veri merkezleri yılda sekiz kat daha fazla güneş enerjisi toplayabilir. İkincisi: soğutma sorunu yok. Dünya’da dev klimalar ve su ile çipleri soğuturuz. Uzayda ise derin uzayın kendisi dev bir soğutucu. Eksi 270 derece sıcaklıktaki uzay boşluğu, atık ısıyı radyasyon yoluyla hemen emer. Ama bu göründüğü kadar kolay değil, işin çetrefilli bazı kısımları var. Üçüncüsü: hiç su kullanmıyorsunuz. Bu tek başına devasa bir çevre kazancı. Araştırmacılar hesaplamış: fırlatmanın karbon ayak izini beş yıl içinde telafi edebilirsiniz. Ondan sonra karbon-nötr, temiz enerjiyle çalışan bir sistem elde ediyorsunuz.

Şu anda uzay veri merkezleri yarışında beş büyük oyuncu var ve hepsi farklı stratejilerle ilerliyor. Bizim astronotumuzu uzaya gönderdiği için tanıdığımız Axiom Space aslında bu konuda en deneyimli isimlerden: 2022’den beri çalışıyorlar ve Uluslararası Uzay İstasyonu’na Amazon Web Services’in mini bilgisayarını gönderdiler bile. Bu yıl sonuna kadar Kepler Communications uydularına yerleştirilmiş iki orbital veri merkezi düğümü fırlatacaklar. Google’ın yeni duyurduğu Project Suncatcher’da kendilerinin geliştirdiği yapay zeka çipleri TPU’larını 2027’de iki test uydusuna yerleştirecek ve optik bağlantılarla birbirine bağlayacaklar. SpaceX patronu Elon Musk, Starlink V3 uydularını devreye sokup bunları ölçeklendireceğini söyledi; bu uyduların her biri 1 terabit kapasiteli. Videonun başındaki hikayemize konu olan Starcloud adındaki startup ise NVIDIA’nın Inception programında ve onlar da Kasım 2025 itibariyle 20 milyon dolar civarında bir yatırım aldı ve H100 GPU’lu test uydusunu fırlattı. Avrupa’da ise Thales Alenia Space, AB Komisyonu’nun fonladığı ASCEND projesiyle 2050’ye kadar 1 gigavat kapasiteli sistem hedefliyor. Avrupa her zaman olduğu gibi biraz daha yavaş ama temkinli adımlarla ilerlemeye çalışıyor.

Bu işi güvenli hale getirmek için. “Evet, bence bu araçlar gayet güvenli” diyen Kirk’e Dr. Leonard “Bones” McCoy’un verdiği cevabı hatırlatmama gerek yok herhalde.

  • Bana şakacılık yapma çocuk, gövdede minik bir çatlak olsun, kanımız 13 saniyede kaynıyor. Güneş patlaması olur, burada pişeriz. Koltuklarımızda. Ve istersen Kala Dorian Çiçek Hastalığınla rahat otur, bakalım gözlerinden kan akarsa hâlâ rahat mısın? Uzay, hastalık ve tehlikedir; karanlık ve sessizlikle sarılmıştır..

Uzayda veri merkezi kurmak tabii ki kolay değil. İlk büyük sorun radyasyon. Dünya’nın atmosferi ve manyetik alanı bizi kozmik ışınlardan koruyor, ama uzayda bu koruma yok. Normal bilgisayar çipleri birkaç gün içinde bozulur. Bu yüzden özel radyasyon korumalı işlemciler gerekiyor. NASA’nın kullandığı RAD750 işlemcisi yaklaşık 200 bin dolar, oysa Dünya’daki eşdeğer bir işlemci 300 dolar. Moog gibi şirketler yeni nesil radyasyon korumalı çipler geliştiriyor; NASA’nın HPSC programı kapsamında on çekirdekli RISC-V işlemciler üretiyorlar. İkinci sorun fırlatma maliyeti. Tek bir sunucu rafını uzaya göndermek 750 bin dolara mal olabiliyor ve ortalama bir veri merkezinde 2500 tane raf var. Üçüncü zorluk ise gecikme süresi, yani latency. Orbital veri merkezleri finansal işlemler gibi milisaniye hassasiyeti gerektiren uygulamalar için şu an uygun değil. Ama düşen fırlatma maliyetleri ve gelişen teknoloji bu sorunları önümüzdeki yıllarda çözebilir. Hele bir de şu Starship testleri biraz daha başarılı geçse.

Peki bu uzay veri merkezleri gezegenimizin sağlığı açısından iyi mi kötü mü? Bu sorunun cevabı karmaşık. Thales Alenia Space’in ASCEND fizibilite çalışmasına göre, roketi fırlatmak büyük karbon ayak izi bırakıyor. Ama araştırmacılar şöyle bir hesap yapmışlar: eğer on kat daha az emisyon yapan yeniden kullanılabilir roketler geliştirilirse ve uzaydaki veri merkezi beş yıl çalışırsa, fırlatmanın karbon maliyetini telafi edebilir. Ondan sonra sınırsız güneş enerjisiyle tamamen karbon-nötr çalışır. Bir başka artı: hiç su kullanılmıyor. Ama etik riskler de var. Birincisi uzay çöpleri. Şu an yörüngede milyonlarca parça enkaz var ve her yeni uydu bu riski artırıyor. İkincisi dijital egemenlik meselesi. Avrupa Birliği, ASCEND projesini sadece çevre için değil, veri güvenliği ve bağımsızlık için de destekliyor. Kim uzayda veri depolayacak ve bu verilere kim erişebilecek? Nereden baktığınıza göre farklı şekillerde cevaplanabilecek sorular bunlar? Sahi siz nereden bakıyorsunuz, ne düşünüyorsunuz? Verilerinizin milli güvenlik meselesi olduğunu ve sınırlarınızın içinde saklanması gerektiğini mi yoksa uzayda dolaşabilme özgürlüğünü mü savunursunuz?

Peki bu hikaye ne zaman gerçekleşecek? Daha şimdiden bir şeyler gönderilmeye başlandı ama gerçekçi olmak gerekirse, bu on yıl içinde göreceğimiz şey muhtemelen hep böyle pilot projeler ve niş uygulamalar olacak: uydu görüntülerini uzayda işlemek, Ay misyonları için veri depolamak gibi şeyler. Ama 2030’lardan sonra, fırlatma maliyetleri daha da düşerse ve teknoloji olgunlaşırsa, uzay veri merkezleri ana akım haline gelebilir.

Ama biz hala 2025’in sonundayız. Hala yapay zeka devrimi devam ediyor, eğer balon olup patlamazsa devam edecek gibi de görünüyor. Ve biz hala her geçen gün daha fazla hesaplama gücüne ihtiyaç duyuyoruz. Dünya’nın şebekeleri kaldıramıyor bu yükü; ABD’de elektrik kesintileri yaşanıyor, Avrupa’da karbon hedeflerine ulaşamıyoruz. Uzay çözüm gibi görünüyor: sonsuz enerjisiyile, pasif soğutmasıyla, sınırsız genişlikteki büyüklüğüyle. Teknoloji şirketleri milyarlarca dolar yatırım yapıyor. Hükümetler yarışa katılıyor. Herkes kazanan tarafta olmak istiyor. Ama her büyük teknolojik sıçramada olduğu gibi, şimdi de göremediğimiz riskler var. Uzay boşluğu sonsuz görünüyor ama onun içindeki bu mavi küremiz kırılgan bir ekosistem. Yörüngelerimiz dolmaya başladı, sistemlerimiz birbirine bağımlı hale geldi. 

Ve sizin de bildiğiniz gibi bazen, en parlak fikirlerimiz en büyük hatalarımızı doğurur. 

Görev Zamanı: T+01:15:47

“DC-5, burası Starcloud Merkez. ACİL DURUM! Space Surveillance Network’ten uyarı aldık.”

Nabzım hızlanıyor. “Merkez, dinlemedeyim.”

“Çin’in Fengyun-1C enkaz bulutu beklenmedik şekilde yörünge değiştirdi. Kessler sendromu başladı. Zincirleme reaksiyon bekliyoruz. Sizin yörüngenize doğru geliyor.”

Ekranıma bakıyorum. Radar tracking verileri yükleniyor. Kahretsin. 3,000’den fazla enkazı tespit ediyor sistem. Hızları saniyede 7-8 kilometre.

“ETA?”

“On iki dakika.”

4 kilometrekare güneş panelimiz var. Dev bir hedef bu. Manevra yapmak için yeterli zamanımız yok, bu kadar büyük bir yapıyı hareket ettirmek saatler alır.

“Tüm kritik verileri Starlink üzerinden yedekliyorum,” ve protokolü başlatıyorum. Parmaklarım klavyede uçuşuyor. “Compute modüllerini güvenli moda aldım.”

Pencereden bakıyorum. İlk enkaz parçalarını görebiliyorum artık, güneşte parlayan metal parçaları, bir meteor yağmuru gibi geliyor.

“DC-5, sizi almak için Starship hazırlıyoruz, ama—”

“Yetişemez.” Sesim sakin. “Biliyorum.”

İlk çarpma. Güneş panellerinin bir köşesi. Sonra bir diğeri. Cascade başladı. Sistemler kırmızıya dönüyor.

Ekranımdaki son satıra bakıyorum: “AGI Eğitim Durumu: GPT-7 – 94% tamamlandı.”

Tuhaf, diye düşünüyorum son saniyede. Dünyadaki enerji krizini çözmek için uzaya çıktık. Ama kimse Kessler Sendromunu hesaba katmadı. Kendi enkâzımızın altında kaldık.

Bağlantı kaybedildi.

Son Dakika Haberi:

“Starcloud-5 veri merkezinin parçalanması 40,000’den fazla yeni enkaz parçası üretti. LEO yörüngesi artık en az 50 yıl süreyle kullanılamaz durumda. İletişim uydularının %60’ı çevrimdışı. NASA, ‘uzayın geleceği tehlikede’ uyarısı yaptı.

İronik olan: Starcloud’un amacı Dünya’nın sürdürülebilir geleceğiydi.”

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir