1800’lü yıllarda insanlar kafanın şeklinden kişiliğinizi anlamaya çalışıyorlarmış. Kafanın bu bölgesindeki çıkıntı korkuyla ilgili, şu bölgesindeki girinti felesefi bir kişiliğiniz olacağını gösteriyor filan gibi şeyler söylüyorlarmış. “Frenoloji” diyorlarmış buna da, yani zihin bilimi. Ama gerçeklikle ilgisi yok, bilim filan değil, bilim kılığında kurgu. Yani ben de mesela tam şu anda şöyle bir şey diyebilirim. Beynin bu bölgesi alacakaranlık kuşağıyla ilgili, şu bölgesi çok fazla X-Files izlediği için çıkıntı yapmış. Aaa bir dakika, ben bu kafayı biliyorum ya. Bu Vince Gilligan’ın kafası! Hani şu tüm zamanların en iyi dizilerinden Breaking Bad’i, sonra da Better Call Saul’u yapan adam. İşte bu adam şimdi de PLURIBUS diye yeni bir diziye başladı ve ilk bölümü tüm zamanların en iyi açılışlarından biri oldu. O kadar iyiydi ki geçen Cuma günü yayınlanır yayınlanmaz izlemeye başladığımda gözlerime inanamadım, çünkü yoğun ilgi nedeniyle Apple TV çöktü, yarım saat kendine gelemedi. Ama tüm bu aksamalara rağmen gerçekten de çok iyi bir iş çıkmış ortaya. Bu kafanın tüm bölgeleri, tüm yeteneklerini döktürmüş bu yapımda: Psikolojik gerilim, felsefi bilim kurgu, karaktere dayalı drama, korku atmosferi, hepsi var.
Şimdi bu videoda size iki farklı şey anlatacağım. Birinci kısımda diziyi hiç duymamış, izlememiş olanlara spoiler vermeden ne olup bittiğini açıklayacağım. Yani kim bu Carol, niye bu kadın dünyanın en mutsuz insanı, ne tür bir felaket oldu, Vince Gilligan bu sefer ne anlatmaya çalışıyor gibi temel bilgiler. Sonra ikinci kısımda izleyenlerle daha derin konuşacağız. Teoriler, sorular, dizinin asıl mesajı ne, felsefe nerede devreye giriyor, bunları konuşacağız. O yüzden henüz izlemediyseniz merak etmeyin, ilk kısım tamamen “spoiler”sız olacak. Nerede ayrılmanız gerektiğini zamanı gelince söyleyeceğim ama önce şu kafayı bir yerine koyayım. Evet, hadi başlayalım.
Pluribus, Vince Gilligan’ın Apple TV için yaptığı yepyeni bilim kurgu dizisi. Rhea Seehorn başrolde, kendisi Vince Gilligan’ın bir önceki projesi olan Better Call Saul’daki Kim karakterini canlandırıyordu ve o kadar iyi oynuyordu ki Vince sadece onun için bir dizi yazmaya karar verdi ve işte o dizi bu dizi oldu. Vince Gilligan çok enteresan bir kafa dediğim gibi. Mesela herkes gider Hollywood’a, o gider New Mexico’ya. ABD’nin çöldeki eyaletlerinden biri bu. Hem Breaking Bad’i hem de Better Call Saul’u orada Albuquerque kentinde çekti. Normalde o kadar sıradan bir kent ki Türkiye’de İstanbul yerine Kırıkkale’de dizi çekmek gibi bir şey. Ama adam orayı bir sinematik evren haline getirdi. Orada Breaking Bad turları filan yapılıyor artık o derece. Pluribus’u da yine orada çekiyor.
Şimdi konuya gelirsek, sadece resmi kaynaklarda yapılan açıklamalarla sınırlı tutacağım, hala spoiler yok: Uzaydan bir sinyal geliyor, bilim insanları bunu RNA dizisine çeviriyorlar ve laboratuvarda test ediyorlar. Derken bir kaza oluyor, virüs yayılmaya başlıyor. Ve bir anda bütün insanlık tek bir kolektif bilince dönüşüyor. Herkes sürekli mutlu, barışçıl, birbirine bağlı. Ama dünyada sadece 13 kişi var ki bu virüsten, ya da virüs gibi şeyden etkilenmiyor. Bunlardan biri de Carol. Korsan temalı fantastik romanlar yazan, hayattan pek memnun olmayan, oldukça huysuz bir kadın. Hani neredeyse “dünyanın en mutsuz insanı”ve dizide Carol dünyayı bu mutluluk salgınından kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu mutluluk bir bedelle geliyor: Özgür iradenin, bireyselliğin, kendin olmanın sonu.
Dizinin adını 100 farklı alternatif isim arasından 2 yılda seçebilmişler. Yani özenle seçilmiş ve anlamı derin bir ifade. Bu kelime bir slogandan geliyor: “E Pluribus Unum” – Latince’de “çokluktan birliğe” demek. ABD’nin resmi mottosu bu. Dolar banknotlarının üzerinde, pasaportlarda filan yazılı. Dizi de tam bunun üzerine kurulu zaten, milyonlarca ayrı insan ama tek bir bilinç. Bir de dikkat ederseniz dizinin logosu PLUR1BUS şeklinde yazılmış, yani “i” harfi yerine “1” rakamı konmuş. Bu da aynı mesajı veriyor: hepimiz bir olduk. İlk sezon 9 bölüm ve Apple zaten ikinci sezonu da onayladı, yani hikaye devam edecek. İlk iki bölüm 7 Kasım’da birlikte yayınlandı, sonrası her Cuma yeni bölüm geliyor. Eleştirmenler Rotten Tomatoes’ta yüzde 100 vermiş, IMDb’de de en yüksek puanlı bölümler arasına girmiş. Bir de şunu söyleyeyim: Her bölümün bütçesi 15 milyon dolar. Breaking Bad’in beş katı. Yani Vince Gilligan bu sefer cepleri dolu, hiçbir şeyden kısmamış. Şimdiden 40-45 bölümlük sinopsisi de yazmış, kendinden emin bir şekilde yola çıkmış. Yani zamanınızla bu diziye yapacağınız yatırım aniden kesilmeyecek ve karşılığında dizi tarihinin en efsane yapımlarından birini daha yayınlanırken izleme şansınız olabilecek.
—
[Bilgisayardan bildirim sesi gelir – ding!]
BARIŞ:
Tanımadığım bir bildirim. Neyse.
TV’DEKİ ADAM:
Barış. Lütfen bize bak.
BARIŞ:
Ne?
TV’DEKİ ADAM:
İzleme geçmişin. Arama sorgularını. Konum verilerini. Hangi sitelere girdiğini. Ne zaman, nerede, kimle konuştuğunu. Hepsini biliyoruz. Sen de Carol gibi düşünüyorsun “ben farklıyım, beni bulamazlar.” diyorsun ama herkes aynı şeyi düşünüyor, Barış.
BARIŞ:
Yep. Tamam, bu videonun sponsor segementine biraz yaratıcı bir giriş yaptık ama gerçekten de hiç uzak bir senaryo değil aslında. Her gün, binlerce şirket ve kurum sizin dijital izinizi takip ediyor. Hangi sitelere girdiğinizi, ne aradığınızı, nereye tıkladığınızı, biliyor.
Bu videonun sponsoru NordVPN, tam da bu yüzden yıllardır kullandığım bir servis. Gezegendeki en hızlı VPN. Bağlantınızı şifreleyerek ISP’nizin, reklamverenlerin ve üçüncü tarafların sizi izlemesini engelliyor. 167 konumu kapsayan 8400’den fazla VPN sunucusuyla global bir erişim sağlayıp, istediğiniz yerden istediğiniz içeriğe güvenli şekilde ulaşabiliyorsunuz.
Threat Protection özelliği zararlı siteleri, izleyicileri ve kötü amaçlı reklamları engelliyor. Kimlik avı, dolandırıcılık ve kötü amaçlı yazılımlardan kaçınmanıza yardımcı olur. 10 cihaza kadar kullanabiliyorsunuz. Ve en önemlisi dijital özgürlüğünüzü koruyabiliyorsunuz.
Şu aralar Black Friday, Efsane Cuma kapsamında 2 yıllık planlarında ciddi indirimler var. Denemek isterseniz bu kanala özel https://NordVPN.com/BarisOzcan adresinden inceleyebilirsiniz, bu arada 30 gün para iade garantisi de sunuyorlar. Hemen şimdi https://NordVPN.com/BarisOzcan adresini ziyaret edin ve 2 yıllık planda büyük tasarrufla +4 ekstra ay kazanın.
Başka bir şey var mı?
—
Tamam, buradan sonrası izleyenler için. Eğer henüz ilk iki bölümü izlemediyseniz ve spoiler yemek istemiyorsanız, şimdi durun, gidin izleyin, sonra gelin. Çünkü bundan sonra her şeyi konuşacağız. Teorilere bakacağız, dizinin gerçek mesajının ne olduğunu anlamaya çalışacağız, felsefi sorulara gireceğiz. Yani ciddi spoiler bölgesi burası. Son uyarımı yaptım, hazırsanız devam edelim.
Dizi Contact filmine selam çakarak başlıyor. Biliyorsunuz, Carl Sagan’ın ölmeden önce yazdığı kitaptan uyarlanan film. Bu dizi de öyle bir sinyalle başlıyor. New Mexico’daki Very Large Array’de bilim insanları 600 ışık yılı uzaktan gelen garip bir sinyal yakalıyorlar. İlginç olan, Contact filmi de aynı teleskoplarda çekilmişti. Yani Vince Gilligan hem görsel olarak hem de lokasyon olarak Contact’a tam bir selam çakıyor. Dizide her 78 saniyede bir tekrarlayan bir mesaj geliyor.
Mesajın geldiği yer Kepler-22b, gerçek bir gezegen. 2011’de NASA’nın Kepler uzay teleskopu tarafından keşfedildi. Ve çok özel bir gezegen çünkü Kepler’in bulduğu ilk “yaşanabilir bölgedeki” gezegen bu. Yani Güneş’e benzer bir yıldızın etrafında dönüyor ve teorik olarak orada sıvı halde su bulunabilir, yani yaşam olabilir. Başka bir enteresan detay: Ridley Scott’un Raised by Wolves dizisi de Kepler-22b’de geçiyordu. Yani bu gezegen bilim kurgu dünyasının gözdesi haline gelmiş durumda.
Oradan gelen mesajın ne olduğunu ilk başta anlayamıyorlar. Morse değil, şifreli bir dizi de değil. Sonra fark ediyorlar ki, bu dört ton aslında nükleotid bazlarını temsil ediyor. Guanin, urasil, adenin, sitozin. Yani bu bir RNA dizisi. Uzaylılar bu kez bize bir makine planı filan göndermemiş, direkt biyolojik bir tarif göndermişler. Bir RNA dizisi olarak göndermişler bunu da. Yani hücrelerinize ne yapacaklarını söyleyen bir talimat seti. DNA’yla karıştırmamak lazım bunu: DNA kalıcı, RNA geçici. Bu çok önemli bir detay çünkü geri çevrilebilir demek bu. Eğer dünyayı mutlu yapan bir RNA varsa, bunu tersine çevirecek başka bir RNA da yapılabilir.
Peki nasıl bulaşıyor bu şey? Dizide üç yol görüyoruz. Birincisi ısırık, ilk hastamıza yani bilim insanına fareden ısırıkla geçiyor. İkincisi öpüşme ve yalama yani tükürük yoluyla. Üçüncüsü havadan yayılma. Uçaklar havadan bu virüsü serpebiliyor, meşhur chemtrail komplo teorisinde olduğu gibi.
Bulaşma sürecine “join” deniyor yani katılım ya da birleşme diyebileceğimiz bir süreç. Hatta bazı sahnelerde bu “join” ifadesini doğrudan yazılı olarak da görebiliyoruz. Katılım süreci çok hızlı gerçekleşiyor: kalp yavaşlıyor, bilinç kayboluyor, birkaç saniye sonra mutlu mesut uyanıyorlar. Ama herkes hayatta kalamıyor, bu süreçte bazı insanlar ölüyor. Ancak ölüm sebeplerinin ben virüsten değil de o anda yaptıkları işle ilgili olduğunu düşünüyorum. Örneğin Helen ölüyor ama katılım sırasında yere düşüp başını çarptığı için ölüyor, vücudu kaldıramadığı için değil.
Şimdi baş karakterimiz Carol Sturka’ya gelelim. İsmi bile bir referans yumağı. “Carol” kısmı Better Call Saul’da Marion’ı oynayan komedyen Carol Burnett’e selam çakıyor. “Sturka” soyadı ise Twilight Zone’un “Third From the Sun” bölümündeki Will Sturka karakterinden geliyor. Bu karakter, nükleer savaştan kaçmak için başka bir gezegene roketle kaçar, ama vardığında oranın Dünya olduğunu anlar. Demek ki virüs de kendi gezegeninden kaçıp başka bir yerde yaşama tutunmaya çalışıyor, bir nevi paralellik var. Yani karakterin ismi bile katmanlı.
Peki Carol kim? Korsan temalı fantastik tarihsel romanlar yazıyor: “Wycaro Serisi” diye bir şey. Ama kendisi kendi kitaplarından nefret ediyor, “saçmalık” diyor. Hayatından memnun değil, huysuz, öfkeli. Sürekli alkol, sigara tüketiyor. Başroldeki kahramanımız o ama isteksiz bir kahraman. Ve Gilligan kendinden bir şeyler koymuş bu karaktere. “Alaycılık, negativite, genel olarak mutsuzluk.” Yani Carol aslında biraz Gilligan’ın kendi yansıması. Rhea Seehorn ise Carol’u “duygusal bir felaket, öfkesini kontrol edemeyen biri” olarak tanımlıyor. İşte böyle bir karakter dünyayı kurtarmaya çalışacak. Walter White gibi kötü adam değil, ama geleneksel kahraman da değil.
Breaking Bad’i izleyenler hatırlayacaktır. Walter White iyi bir adam olarak başladı, sonra kötüye dönüştü. Mr. Chips’ten Scarface’e dönüşen bir adamın hikayesiydi. Peki Carol’da bunun tersi mi olacak? Mutsuz, öfkeli, sinik biriyle başlıyoruz. Belki de Carol bu yolculukta, ilerleyen sezonlarda gerçek bir kahraman haline gelecek. Yani tersine Breaking Bad. Breaking Good! Bunu göreceğiz. Ama dikkat edin, bu basit bir “kötüden iyiye” hikayesi değil. Carol zaten kötü biri değil. O sadece insanlığın en kötü yanlarını görüyor ve bundan yorulmuş. Belki de dizinin asıl sorusu şu: Tüm dünya zorla mutlu olduğunda, mutsuz olmak bir erdem midir? Carol’un öfkesi, alaycılığı, sinikliği de insani özellikler değil midir? Belki de bu insani kusurlar, yapay bir mükemmelliğe, yapay bir zekaya karşı en büyük silahımızdır.
Neden böyle düşündüğümü yazarın verdiği röportajlardan iki alıntıyla kanıtlamaya çalışayım.
Vince Gilligan, son yıllarda pop kültürde anti-kahramanların “aspirasyonel” hale gelmesinden rahatsız olduğunu ifade etti: “Kötü adamları çok seksi yaptık.” dedi. “Michael Corleone, Hannibal Lecter, Darth Vader, Tony Soprano gibi karakterler insanlığa bir uyarı hikayesi olmaktan çıkıp özendirici hale geldi. Belki de dünyanın şimdi ihtiyacı olan, alan kişilerden fazla veren kişilerdir; nezaket, hoşgörü ve fedakarlığı aptalca bulmayan kahramanlardır.”
Aynı zamanda yapay zeka konusunda da sert eleştirilerde bulundu: “Yapay zekayı sevmiyorum. Satış noktanız ‘Bu şey harika, sizin için lise ödevlerinizi yazacak, sanat eserinizi yaratacak’ olduğunda, yaşamaya değer ne kalıyor? İnsanlardaki yaratıcı kıvılcım en değerli şeyimiz.”
Zaten dizinin künyesinde emeği geçen insanların isimlerinin yanı sıra çarpıcı bir ifade de yer alıyor: “This show was made by humans. Bu dizi insanlar tarafından yapıldı.”
Bu durumda Pluribus’u şöyle okuyabilir miyiz acaba? Dizide kolektif zihin ne yapıyor? Herkes birbirine bağlı, herkes her şeyi paylaşıyor, herkes sürekli mutlu görünüyor. Tüm bunlar kulağa tanıdık gelmiyor mu? Bu tam olarak sosyal medyanın vaadi değil mi? X platformunda tüm dünyayla anında bağlantı kurmuyor muyuz? Instagram’da sürekli mutlu insanları görmüyor muyuz? Herkes herkesin hayatından her an haberdar. Uzaydan gelen mesajla ilgili nasıl bir açıklama yapmışlardı? Bu yaşayan bir şey değil, yani Body Snatchers (Beden Hırsızları) filmlerinin bir varyasyonunu görmeyeceğiz. Tam olarak bir virüs de değil. O zaman ne?
- Psikik bir yapışkan gibi hepimizi birbirine bağlıyor.
İnsanları birbirine bağlayan psikolojik bir yapıştırıcı olarak bizim dünyamızda ne ver bir düşünün. Sonra da Zosia karakterine bakın. Asla kızmıyor, asla sorgulamıyor, her şeye “evet” diyor, sürekli gülümsüyor. Carol ona ne kadar kızarsa kızsın, o hep aynı tonda cevap veriyor. Bu size bir şeyi hatırlatmıyor mu? ChatGPT ya da diğer yapay zeka chatbotları da böyle değil mi? Ne kadar sinirlenirseniz sinirlenin, size nazikçe cevap veriyorlar. Gilligan’ın yapay zekaya karşı bu kadar sert çıkması tesadüf olmamalı. Pluribus belki de bir uyarı: Eğer herkes aynı şeyi düşünürse, eğer herkes sürekli mutlu olursa, eğer çatışma ve sürtünme ortadan kalkarsa, geriye ne kalır?
Gerçi şu anda herkes mutlu değil. Carol dahil 13 kişinin bu virüsten etkilenmediğini görüyoruz. İkinci bölümde Carol onlardan İngilizce konuşabilen beş bağışıkla buluşuyor. Hepsi dünyanın dört bir yanından geliyor. Biraz üzücü olan, Carol’ın “eşlikçisi”nin bir aile üyesi olmaması. Hatta Happies denen bu mutlular, ona kendi yazdığı romandaki baş karaktere benzeyen bir kadın seçmiş daha rahat etsin diye.
İşte Carol onlarla dünyayı kurtarmak için adeta bir koalisyon kurmaya çalışıyor. Ama şoka uğruyor. Çünkü diğerleri halinden gayet memnun. Bazıları çocuklarının artık eski çocukları olmadığını kabul etmek istemiyor. Onlar eski yakınları değil çünkü herkes diğerlerinin bilincine sahip. Çünkü sıradan bir insan uçak uçurabilecek bilgi ve yeteneğe kavuşmuş durumda. İşte Carol dışında virüsten etkilenmeyenler bu yeni dünya düzeninden gayet memnun. Mesela Koumba Diabaté diye bir adam var, Air Force One’ı özel jetiymiş gibi kullanıyor, etrafını güzel kadınlarla doldurmuş, lüks ve keyif içinde yaşıyor.
Dizi bence bu noktada çok iyi: Biz olsak Carol’ın yerinde ne yapardık? Bu lüks içinde mi yaşardık, yoksa insanlığı kurtarmaya mı çalışırdık? Yani “barış ve mutluluk”un bedeli nedir? Kumba, “Bu yeni dünyada savaş yok, ırkçılık yok, açlık yok, dünya neden kurtarılmaya ihtiyaç duysun ki?” diyor.
Bu arada uçaklarla ilgili bir detay bilgi. Dizide kullanılan iki uçak kayıt numarası da gerçek hayatta hem de 6 gün arayla Ocak 2001’de kaza yapmış uçaklara ait.
“N46628 (çatıdaki Cessna), 12 Ocak 2001’de kaza yapmış.”
“N1703D (Zosia’nın kullandığı C-130), 6 Ocak 2001’de kaza yapmış.”
Her iki kazanın da sebebi pilot hatası. Uçakların ikisi de ağaçlara çarpmış. Kazalar hava koşullarına bağlanmış. Her ikisi de varış noktasına yaklaşık 10 deniz mili kala gerçekleşmiş. Bir kazada pilot kurtulmuş, diğerinde ise ne yazık ki hayatını kaybetmiş.
Vince’in ne kadar ayrıntıcı olduğunu biliyoruz; uçak kayıt numaralarını özellikle seçmiş olmasına şaşmamak gerek. Bunun ardında ne mana var emin değilim, ama bu benzerliklerin kasıtlı olmadığına inanmak zor. Çünkü başka bir tesadüf daha var. Bu bilgilere ulaşılan NTSB veri tabanının adı CAROL.
Acaba bu detaylar, hivemind yani bir kovan haline gelen kollektif bilincin insani zaaflarına dair bir işaret olabilir mi? Sonuçta kovan temelde insanlardan oluşuyor. Dizide duygusal dalgalanmaların kovan zihninde hatalara yol açtığı zaten belli; ayrıca kovan, bağışık olan insanlara zarar vermeyi ya da onları üzmeyi reddediyor. Böylesine kırılgan bir dünyada tek bir hata, her şeyin tarihe gömülmesi için yeterli olabilir.
Evet bir uçak kazasıyla başlayan LOST dizisi işte böyle detaylar, gizemler ve teorilerle devam etmişti. Tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Bonus bir bilgi: Carol’un yolculuk yaptığı hava yolu Wayfarer, Breaking Bad’deki uçak kazasını yaratan hava yolu ile aynı!
Bu detayları abartmaya gerek yok diye düşünmeyin çünkü dizinin yaratıcısı Vince tam da bunu istediğini ifade etmişti bir röportajında: “hayalim, insanların bu diziyi izlemesi ve üzerine tartışması. Kızgın bir şekilde değil ama hararetli bir şekilde. Yazar odamda iki yazarım bu konuda tartışıyordu, ben de arkama yaslandım ve çok keyif aldım. İşte yapmak istediğim dizi tam olarak böyle bir şey.”
Yani her kafadan bir ses çıksın istiyor. Çünkü herkesin kafası farklı. Hepimizin kafasındaki bu fakülteler birbirinden değişik çalışıyor. Bakın daha iyi ya da daha mükemmel demiyorum. Daha değişik diyorum. Çeşit çeşit. Dizinin ilk bölümündeki son sahnede iki kez gözümüzün kenarına kadar getirilen bu kafanın bir anlamı var mı? İnsan zihnini bölgelere ayırıp ölçülebilir kılan bu sahte harita, dizinin merkezindeki “mutluluk = standardize edilmiş zihin” fikrine aynalık yapıyor olabilir mi?
Bu sahnede “devlet/otorite” televizyon ekranından bir açıklama yapıyor. Ama bu kez bir kişiden çoğunluğa yapılan bir duyuru değil bu. Broadcast tersine dönmüş. Çoğunluk ya da kovan-zihin tek bir kişiye açıklama yapıyor. Hem de her zaman olduğu gibi tane tane. Hatta devlet yetkilisi konuşurken alt banttan işin özünü açılayan mesajların yazılı olarak geçmesi, bu trajikomik duruma ince bir alay katmanı da ekliyor. En çok güldüğüm sahne bu oldu.
İşte tam o sırada bu acaip kadraj dikkatimi çekti ve Leo gibi koltuğumda zıpladım. Aynı kafa bende de vardı. Kadrajda gözüm doğal olarak soldan sağa doğru bir tarama yaptığı için dikkatimi çekmişti. Yarım ışıkla aydınlanan ön plandaki büstten başka iki katman daha var burada. Orta planda karanlık koridorlar ve kemerler, sağ arka planda ekranda konuşan kafayı dinleyen Carol. Kemerler ve duvar boşlukları TV’yi bir “kafatası içi” gibi iç içe kutularla çerçeveliyor; resmen “kafanın içindeki oda.” Kemerler loblar gibi; TV’nin bulunduğu niş “frontal korteks” hissi veriyor.
Frenoloji, zihni haritalara bölüp ölçülebilir ve yönetilebilir kılan sahte bilimdi. Dizi evreninde ise “mutluluk” tek tip hive mind yani kovan zihin ile yayılıyor. Büst = “insanı ölçüp eşitleme” fikrinin tarihi simgesi; TV ise bunun güncel aracı ve onun ekranında “iyi niyetli ama yine de total” konuşan bir kafa var. “We is Us” diyor. Totaliter olma potansiyelini taşıyor. Ve Carol’a yani henüz onlara katılmamış, onlarla birleşmemiş özgür bir kafaya durumu kibarca açıklıyor. Çünkü otoritenin söylediği her şeye rağmen, bu tek insan artığı o şemaya sığmıyor. Carol’un bağışıklığı, yani haritalanamayan fazlalığı, kadrajın solundaki büste gömülü iddia ile kavgalı. Bu kafadan farklı olarak gerçek insanları tek tipleştiremezsin. Süper zeki bir uzaylı bile olsan, 600 ışık yılı uzaktan bir sinyal bile göndersen bazıları buna direnebilir.
İnsan zihnini basit haritalara indirgediğinizde, çoğul bilinç ‘tek kafa’ya dönüşür. Ve kendine saygısı olan hiç kimse, bir sürü gibi davranamaz. Bedeli mutluluk olsa bile…