Kategoriler
Felsefe Sinema

Apple’ın böyle bir dizi yaptığına inanamıyorum! Severance

Geçen hafta New York’ta, Grand Central Terminal’in mermerle kaplı tarihi salonunda garip bir manzarayla karşılaştım. Dev bir cam küpün içine, yeşil halı kaplı minik bir ofis yerleştirmişler. Telaşla işlerine yetişmeye çalışan bu insanlar az sonra kendi gidecekleri şirketlerindeki masalarının adeta küçük bir kopyasını orada görüyordu. Klasik bir çalışma kübiğinde bulabileceğiniz tüm detaylar vardı. Tam o sırada birileri o cam kübün içine girmeye başladı. 

Bir dakika! Bunları bir yerden tanıyordum ben. 

Evet, evet üstelik sadece içeridekileri değil dışarıdakilerden bazılarını da biliyordum. Ve o anda uyandım! Apple TV+’ın “Severance” dizisinin yeni sezon tanıtımıydı bu. İnsanlar şaşkınlık ve heyecanla bu performans sanatını izliyordu. Yüzümde oluşan garip bir tebessümle yürümeye ve düşünmeye başladım. 

İçeriden dışarıya doğru ilerlerken hala arkamdan gelen çılgın alkışları duyabiliyordum 🙂

Dizinin ilk sezonu çıktığında büyük bir heyecanla onun hakkında bir video hazırlamıştım. Aradan 3 yıl geçmiş. Televizyon için çok büyük bir boşluk bu. Şimdi yeni sezonu yayınlanmaya başladı ve ben de 3 yıl önce söz verdiğim gibi bununla ilgili bir şeyler söylemeliydim. Yeni bir şeyler! 

İşte bunları düşünüyordum yürürken. Çünkü bu hikayenin gerçekten de düşündürücü bir konsepti var. Modern iş yaşamının absürtlüğünü çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. 

Her sabah aynı şeyleri yaşıyoruz biz de… Gözlerimizi açtığımız an başlıyor rutinimiz. Aynı otobüs. Aynı yüzler. Floresan ışıklarının altında uzayan koridorlar. Kimlik kartımızı okutuyoruz. Asansörün düğmesine basıyoruz. Her gün aynı katta iniyoruz. Beyaz duvarlar. Gri halılar. Masalarda dizili ekranlar. Toplantı odasının camından yansıyan suratlar. Öğle yemeğinde bile konuştuğumuz konular hep aynı. Sonra yine asansör. Yine koridor. Yine otobüs. Eve döndüğümüzde bazen hatırlamıyoruz bile günün nasıl geçtiğini. Sanki birileri silmiş gibi… O sekiz saati hafızamızdan…

Peki ya gerçekten de silinebilseydi… İşe dair her şey, tüm o toplantılar, mailleşmeler, koridorda karşılaştığınız insanlar… Eve döndüğünüzde hiçbirini hatırlamasaydınız? Kulağa ilk başta ne kadar da çekici geliyor, değil mi? 

Beyninizin bir bölümü şak diye kapanıyor ve öbür bölümü açılıyor. İşte bu özel bir ameliyatla mümkün hale getirilmiş. “Severance” – yani ayırma prosedürüyle… Vücudunuz aynı ama hafızanız ikiye bölünmüş. Tıpkı eski bir fotoğraf albümünün sayfalarını koparmak gibi. Dışarıdaki siz, yani “dışsal” ofiste ne yaptığınızı asla bilmiyor. Çocuklarınızın isimlerini, evinizin adresini, düğün gününüzü hatırlıyorsunuz. Ama iş arkadaşlarınızın yüzleri silik birer gölge. İçerideki siz yani “içsel”iniz sadece floresan ışıklarını, toplantı masalarını, ekrandaki sayıları biliyor. Hayatınızın geri kalanı derin bir sis perdesi ardında. Evli olup olmadığınızı bile bilmiyorsunuz. Ya da çocuklarınız var mı haberiniz yok. Sabahları asansörün kapısı kapandığında bu bilinçlerden biri uyanıyor, akşam yine aynı kapı açıldığında diğeri. İki ayrı bilinç. İki ayrı hayat. Tek bir beden.

Dizideki Lumon Industries’in yaptığı şey bu. Çalışanlarının zihinlerini iş hayatı ve özel hayat olarak ikiye ayırıyor. Devasa bir kurumsal yapı burası. Labirent gibi koridorları departmanları birbirine bağlıyor. Her şey pırıl pırıl, kusursuz, steril. Çalışanların masaları minimalist bir düzenle yerleştirilmiş. Hepsi aynı masa, aynı ekran, aynı ofis malzemeleri… Şirketin kurucusu Kier Eagan’ın portreleri duvarlarda asılı, hatta girişteki büyük duvara kazılı. Onun sözleri her yerde. Motivasyon cümleleri koridorlarda yankılanıyor. Hangi işi nasıl yapacağınız en ince ayrıntısına kadar yazılıp yönergelere dönüştürülmüş. Her prosedür, her kural yazılmış. Zaten orada okuyacak başka hiçbir şey yok. Bir yerlerde en dandik bir kişisel gelişim kitabı filan bulsanız onu bile öpüp başınıza koyacaksınız, o derece…

Çalışanların her ihtiyacı düşünülmüş. Dışarıya çıkmalarına gerek yok. Karnın acıktı mı kafeterya var. Atıştırmalık istersen otomattan alıyorsun. Gözünü dinlendirmek mi istiyorsun? İşte sana birkaç yeşil yapay bitki… Stresten bunaldın mı? Wellness seansları emrine amade. Her şey düşünülmüş. Her şey kontrol altında. Ve sen, florasan ışıklarının altında, ekranına bakıp bir takım sayıları sıralıyorsun. Neden yaptığını bile bilmeden, o çeyreğin sonundaki kotanı doldurmaya çalışıyorsun.

Bir dakika ya! Bu bizim Excel’de yaptığımız şey değil mi? Her gün o sayıları sıralayıp duruyoruz. Hedefler, kotalar, raporlar… Bir dakika ya! Yoksa bu dizi kapitalizm eleştirisi mi? Kahramanımızın adının Mark S. olmasından anlamalıydım. Marks! Tabi ya. Modern kapitalizmin rahatsız edici gerçeklerini ayna gibi yansıtıyor önümüze. Sayıları anlamlandırmaya çalışan dört çalışan, aslında hepimizin yaşadığı anlamsızlığın bir yansıması. Her sabah uyanıp “ekonomiye katkı sağlamak” için yaptığımız işlerin çoğu, onların “makro veri arındırması” kadar absürt ve anlamsız. Üstelik sadece işimizi değil, kimliğimizi de parçalara ayırıyor bu sistem. İşte bize distopya diye sundukları bu şey, çoktan yaşamaya başladığımız bugünün ta kendisi.

Modern şirketler de tıpkı bu dizideki Lumon Industries gibi ‘kara kutu’ prensibiyle çalışıyor: Girdiler ve çıktılar biliniyor, ama aradaki süreç karmaşık ve bilinmez. Çalışanlar da kendi zihinlerinin ‘kara kutu’larına dönüşüyor – ne yaptıklarını biliyorlar ama neden yaptıklarını unutuyorlar.

Dizide bir oda var: “mola odası – break room” – burası karanlık ve dar bir koridordan geçilerek ulaşılan ve çalışanların cezalandırıldığı bir oda – modern ofis kültürünün karanlık bir metaforu. Yanlış anlamayın orada fiziksel bir şiddet yok, ama psikolojik baskı var. Özür dilemeyi, itaat etmeyi, sistemin parçası olmayı öğreniyoruz orada. Tıpkı gerçek hayatta performans değerlendirmeleriyle, hedef kartlarıyla ve davranışlarımızdaki “room for improvement – yani gelişim alanları”yla öğrendiğimiz gibi. Tekrar tekrar aynı şeyleri söyleyerek bir süre sonra yalan bile olsa bize söylenenlere inanmaya başlıyoruz. 

Lumon’un binası, tıpkı günümüzün büyük şirketleri gibi, modernist mimariyle bezeli bir güç anıtı. Cam ve çelikten yapılmış bu yapı, şeffaflık ve açıklık vaad ediyor. Ama içeri girdiğinizde, labirent gibi koridorlarla karşılaşıyorsunuz. Tıpkı modern şirketlerin “açık ofis” konsepti gibi – görünürde şeffaf, ama aslında gözetimin ve kontrolün aracı.

Mark ve arkadaşlarının çalıştığı Makro Veri İyileştirme departmanı, 1950’lerden günümüze kadar tüm ofis tasarım trendlerinin bir karışımı. Herman Miller sandalyeler, açık plan yerleşim, kişiselleştirilemeyecek kadar steril masalar… Bu tasarım karması, çalışanların mekan ve zaman algısıyla oynuyor. Akademisyenlerin ‘schizo chronotopia’ dedikleri şey bu – yani zaman ve mekânın parçalı biçimlerde deneyimlendiği, bireyin kimlik ve gerçeklik algısının çok katmanlı şekilde dönüştüğü bir kavram. Böyle deyince bizimle ne alakası var diye düşünüyor olabilirsiniz. Otobüsle işe giderken bir yandan telefon ekranından işle ilgili e-postaları kontrol edip bir yandan kulaklıkla müzik dinlerken, camdan dışarıdaki şehir manzarasını izlemek işte böyle bir şey. 

Lumon’un bir ödül sistemi var. Başarılı çalışanları “Waffle”la ödüllendiriyorlar. Tatlı veriyorlar 🙂 Ya da tuhaf minik dans partileri düzenliyorlar. Günümüz şirketlerinin “çalışan motivasyonu” uygulamalarının absürt bir yansıması. Happy hour’lar, takım aktiviteleri, ofisteki PlayStation köşeleri… Hepsi aynı amaca hizmet ediyor: Çalışanın tüm sosyal ihtiyaçlarını şirket bünyesinde karşılamak. Biz kocaman bir aileyiz 🙂

Ama aynı aile içten içe birbirine de düşürülüyor.

Mesela dizide bir departman daha olduğunu keşfediyoruz: Görsellik ve Tasarım departmanı – bu isimleri unutmayın. Makroveri ile bu departman arasında yapay bir düşmanlık oluşturmaya çalışıyorlar, modern şirketlerde de tanık olduğumuz türden bir durum. Çalışanları birbirine düşürme taktiği. Rekabet kültürü, departmanlar arası çekişme, performans karşılaştırmaları… Hepsi de kotaları daha çabuk ve daha çok doldurmak için.  

Lumon’un kurucusu, lideri çok önemli. Modern şirketlerin de öyle değil mi? İşi yapanların değil onların isimlerini, yüzlerini görüyoruz her yerde. Onlar modern kapitalizmin yeni tanrıları. Şirket değerleri ise adeta bir dini metin gibi tekrarlanıp duruyor: “İnisiyatif al ama otoriteye saygı duy”, “Yaratıcı ol ama sınırları aşma”.

Şirket müzesi işlevi gören Perpetuity Wing, diye bir yer var: Ebediyet Kanadı. Kurumsal hafızanın nasıl manipüle edildiğini görüyoruz orada. Çünkü bu sadece bir müze değil, bir tür zihin kontrol mekanizması. Nasıl ki çalışanların kişisel hafızaları bölünüyorsa, kurumsal hafıza da şirketin çıkarlarına göre yeniden yazılıyor. Her modern şirketin bir “başarı hikayesi”, bir çeşit ” kuruluş miti” vardır, öyle değil mi? 

Mesela… Apple’ın bir garajda kurulması gibi. Hepimiz biliriz bu hikayeyi. Bu tür mitler, bizim gibi dışsalları heyecanlandırır. İçeride çalışan içselleri ise daha büyük bir amacın parçası olduklarına inandırmak için kullanılır. Biz kökleri olan kocaman bir aileyiz 🙂 

Ne demişti Steve Jobs 1983’te yaptığı bir konuşmasında…

  • “Biz burada sadece bilgisayar üretmiyoruz. Biz, insanları güçlendiren araçlar üretiyoruz. İnsanlar bu araçlarla kendilerini ifade edebiliyor, yaratıcı olabiliyor ve dünyayı değiştirebiliyor. Biz sadece bir teknoloji şirketi değiliz; biz bir hareketin parçasıyız.”

Bir dakika ya! Apple’ın böyle bir dizi yaptığına inanamıyorum! 

Apple’ın kendi ana kampüsünün o kusursuz cam mimarisine düşününce ürpermeye başladım. Her ne kadar dizide meşhur Bell Labs’in eski AR-GE binasını kullanmış olsalar da, bu bina da tıpkı Lumon’un sonsuz koridorları gibi…

Zaten bu sonsuzluk vurgusu şirketin DNA’sında var. Bu binadan önce kuruldukları ilk kampüsün adresi neydi biliyor musunuz? 1 Infinite Loop. Dizinin ikinci bölümünün adına bakalım şimdi: Half Loop. Sonsuz döngü, yarım döngü. Dışsal ve içsel. 

Dıştaki Apple’ın da içteki Lumon’un da bir kurum olarak yansıttığı imaj aynı: sterillik, kontrol, mükemmeliyetçilik. Lumon’un şirket galasında gördüğümüz o siyah-beyaz portreler, Apple’ın her ürün lansmanında kullandığı “samimi” fotoğrafların adeta bir parodisi. Adını unutmayın dediğim departman bile Görsellik ve Tasarım departmanı. Apple’ın en çok önem verdiği kavramlar bunlar. Ve onların en sevdiği Helvetica fontunu da dizinin fontu yapmışlar… 

Dahası, her iki şirket de gizlilik konusunda neredeyse paranoyak düzeyde takıntılı. Lumon’un o geçilmez güvenlik protokolleri, departmanlar arası iletişim yasağı, dış dünyayla teması kesen özel severed katı… Apple’ın o meşhur “kapalı bahçe” ekosisteminin distopik bir yansıması gibi. Nasıl ki Apple kullanıcılarını kendi ekosisteminin içinde tutmak için her şeyi yapıyorsa, Lumon da çalışanlarını kendi steril dünyasının içinde hapsediyor. “Sizin iyiliğiniz için” diyerek… Ve en ilginci, her iki şirket de bu kontrol takıntısını “kullanıcı deneyimini en üst seviyeye çıkarmak” olarak pazarlıyor. 

Sanki ortak bir PR ajansından hizmet alıyor gibiler.

Sanki birileri aynaya bakıp, “Bu ben miyim?” diye soruyor gibi. 

Ve belki de en ilginç olan şey, Apple’ın kendi distopyasını finanse ediyor olması. Ted Lasso gibi hafif bir komediyle değil, doğrudan modern şirket kültürünün karanlık yüzünü gösteren bir diziyle. Sanki dev bir aynayı sadece kendilerine değil, tüm Silikon Vadisi’ne, hatta modern dünyanın tüm şirketlerine tutuyorlar. Sizin çalıştığınız şirket de buna dahil. Ve sonra biz de Apple TV+ aboneleri olarak bu tuhaf gösteriyi izleyip alkışlıyoruz!

İşte bu düşüncelerle çıktım Grand Central Terminal’den. Arkamda dizinin yeni sezonu için o cam kübün içine girmiş oyuncuları ve onları izleyip alkışlayan çalışanları bırakarak yürüdüm. Ve sonra biraz ileride beşinci caddenin en ikonik mağazalarından birinin önünden geçtim: Cam küp şeklinde yapılmış bir Apple Store. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir