Kategoriler
Sanat Sinema

Belgesel sesleri sahte!

Amerika’nın ulusal ikonu… Bald eagle, yani kel kartal… Onun bu ikonik sesini Hollywood filmlerinden duymayanımız yoktur. Çok karizmatik bir kuş olmasının yanında, akıllara kazınan da bir sesi var. Pardon bu değil, şu ses. Ben de bir kayıt çekmek için dışarı çıkacaktım. Çünkü bu kartalla ilgili çok şaşıracağınız bir durum var. Ama… Üç gündür hava burada felaket.

Size de sesi geliyordur, acayip bir yağmur yağıyor. Aslında bu tür beyaz gürültüleri çok severim. Sakinleştirici bir etkisi var. Hatta ASMR videoları da son zamanlarda epey popüler oldu. Spotify’daki birkaç podcastimde bu konuları ele aldım. Ama burası YouTube, görsellik önplanda, öyle değil mi? Peki gerçek hayatımızda da öyle mi?

Yapılan bir araştırma, hakikaten duyularımızdan en çok görmeye değer verdiğimizi gösteriyor. Hatta açık arayla… Katılımcıların %88’i görmeyi tercih etmiş. Hemen peşinden duyma geliyor. Peki sizin için hangisi daha önemli? Aşağıda yorumları okuyacağım, tarafınızı seçin! 🙂

Bir dakika ama durun! Ondan önce… Yorum yapmadan size bir şey göstermek istiyorum. 

Aslında burada hava felaket falan değildi. Işıkları bilerek öyle ayarladım. Ne de olsa ilk, görmeye önem veriyoruz! Hatta fark ettiniz mi bilmem. Bu sırada yağmur ve gök gürültüsü de kesildi. Montaj hilesi falan yapmadım. Çünkü aslında onlar yağmur ve gökgürültüsü sesi bile değildi…

Bu sesleri işte böyle kaydettim. Aslında duyduğunuz o tıkırtılar, boş bir plastik kabının üzerine duştan dökülen su damlalarının sesiydi. Arkadaki şu gökgürültüsünü de işte bu plakayı hareket ettirerek kaydettim. Tabii şimdi böyle dinleyince gökgürültüsüne benzemiyor, ama kaydı yavaşlatınca kulağa nasıl geldiğine bakın! Yavaşlatmak frekansını düşürdüğü için daha bas, tok bir sese dönüştü. Tıpkı gök gürültüsü gibi… 

İşte Hollywood 100 yıldır aslında bunu her filmde yapıyor. Bu ender bir zanaat, foley sanatı. Öyle ki, toplam astronot sayısından daha az foley sanatçısı olduğu bile söylenir. Astronot demişken… O uzay filmlerindeki çoğu ses tabii ki uydurma. Lazerlerden böyle sesler çıkmıyor. Malum uzay bir boşluk, e ses de yayılmak için maddeye ihtiyaç duyuyor. Haliyle uzay boşluğunda ses falan yayılmıyor. Yani uzayda böyle bir uzay gemisi görseydik… Muhtemelen gerçekte böyle duyacaktık. Yani, duymayacaktık.

Fakat bu biraz kandırmaca yapmak değil mi? Niye gerçek sesleri duymak yerine, sahteleriyle uğraşıp bir de üstüne gerçeğini taklit etmeye çalışıyoruz? En başında gerçeğini kaydetsek olmaz mı? İşte bu yüzden…

Yüzünü ve elindeki silahı gizlemek için kese kağıdı kullanan oyuncunun sahnesinde ortaya çıkan şu sesi dinleyin. Neredeyse oyuncuyu duyamıyoruz! Yani mesele sadece istediğimiz sesi elde edememek değil, aynı zamanda istemediğimiz sesler de olması! Bu yüzden ses çıkarmayan proplar üretiliyor. İşte bu kese kağıdının ses çıkarmayan versiyonu gibi. 

Fakat bazen de sesi üretmek zorundasınız. A Quiet Place filminden şu sahneye bakalım. Bu dünyada ses çıkarmamalısınız. Çünkü çıkardığınız an… Aşırı hassas işitme yetisi olan canavarlar sizi duyuyor ve av haline geliyorsunuz. İyi de bu canavarın bir sesi olmalı. Gerçekte böyle bir canavar olmadığına göre… Benzer bir canlıyı mı kullansak? Bir dinozor belki… Gerçi onun da sesini bilmiyoruz, doğru ya! En iyisi kereviz kullanalım… Ya da şok tabancasıyla üzüme elektrik verelim. Epey yaratıcı bir fikir bu arada, nasıl akıllarına geldi merak etmeyeceğim 🙂 Ama bu elektrik şokuna maruz kalan zavallı üzümden çıkan ses pek de tehlikeli bir yaratık sesi gibi hissettirmiyo. İşte o noktada, işin postprocess yani işleme kısmı giriyor. Sesi yavaşlattığımızda her bir klik sesini duymaya başlıyoruz. Biraz daha işleyip doğal hale geldiğinde… Bir daha böyle klikleyen yaratık duyarsanız aklınıza şok yiyen üzüm geleceği için üzgünüm 🙂

Tabii bunlar bilim kurgu filmidir, yaratıcılık gerektirir. Hadi o yüzden kandırıldık demeyelim biz ona… Ama en başta bir kartaldan bahsetmiştim, kel kartal. Amerika’nın şanlı ikonu… Ben bir kayıt yapamadım ama size bu kartalın o ikonik sesinin, hah işte bu ses, gerçek bir kaydını dinletmek istiyorum. İyi dinleyin.

O da ne yahu! E bu resmen havalı görünümlü bir martı sesi! Kandırıldık galiba 🙂 Evet, gerçekte sahiden de kel kartal böyle bir sese sahip. Ne yazık ki o karizmatik görüntüsünün ardında, pek de alışık olunmadık bir ses var. Tabii kuşlar tek bir ses çıkarmıyor ama o filmlerde duyduğunuz sesin ona ait olmadığını söyleyebilirim. Çünkü o sesin başka bir sahibi var, red-tailed hawk yani kızıl kuyruklu şahin. Ses tanıdık geldi değil mi? 🙂

Filmlerden böyle şeyler bekliyoruz hadi… Sonuçta ortada bir sanat var, yaratıcılık var. Gerçeği birebir aktarmasını kimse beklemiyor zaten. Yine de insan ufaktan ihanete uğramış gibi hissediyor ama, güzel sonuçların uğruna bunu duymazdan geliyoruz 😉 

Fakat olay kel kartalda bitmiyor ve belgesellere de sıçrıyor! Evet belgesellere. Hani, gerçeği yansıtmasını beklediğimiz içerikler… Şu örümceğin yaprak üzerinde hareket ederken çıkardığı sesi dinleyin. Başta insan, işte çok hassas bir mikrofon kullanmışlardır, iyice yakınına yanaşmışlardır öyle kaydetmişlerdir falan diye düşünüyor. Ama öyle değil. Bu tür sesler de foley artistleri tarafından yapılıyor. İşte o yürüyen örümceğin bacaklarının çıkardığı ses, aslında bu. Planet Earth gibi o prestijli belgesellerde bile bazı sesler tamamen uydurma. Foley sanatçıları sahnedeki detaylara dikkat ediyor ve bunun gerçekte nasıl bir ses çıkaracağını hayal ederek, zihinlerimizdeki o boşluğu dolduruyor. 

Doğa belgeselleri doğal olmayan seslerle dolu!

Bu ne yazık ki böyle de olmak zorunda. Yani teknik açıdan öyle olmak zorunda. Görüntü açısından düşünecek olursak, problemleri aşmak biraz daha kolay. Uzaktaki bir kutup ayısını, büyük bir telefoto lens alarak çekebilirsiniz. Işık çok mu geldi, diyaframı kıs. Gökyüzü çok mu parlak polarize filtre kullan. Görselde seçenek çok. Ama seste öyle değil. Taaa uzaklardaki o sese zoom yapamıyoruz. Şu görüntüye bakın. Belgeselde kurt avını kovalarken, hızlı adımlarının sesini duyabiliyorsunuz. Fakat o noktada pek düşünmüyoruz. Bu görüntü tepeden nasıl çekildi? 🙂 E helikopterle. Gerçekte bu görüntünün kaydı muhtemelen şöyle duyuluyordu yani. Eh… Bunu duymak mı, yoksa bunu duymak mı? Açıkçası belgesellerde bunlar olmasaydı, çok daha az kişiye ulaşırdı.

Az kişiye ulaşmasını geçtim, en önemlisi belki de yarattığı değerden olurduk. Videonun başından beri aralara serpiştirdiğim bir ses var dikkat ettiniz mi? Hani kazara kartalın sesi gibi girmeye çalıştığım, sonra lazerlerle savaş sahnesinde, sonra üzüme şok verilirken… Bu çığlığı eminim hayatınızda birçok kez duydunuz: Wilhelm çığlığı… Hollywood’un en popüler ses efekti desek yalan olmaz herhalde. Star Wars’tan, Karayip Korsanları’na, Oyuncak Hikayesi’nden Kill Bill’e, Yüzüklerin Efendisi’ne her yerde var. 400’den fazla filmde yer aldığı söyleniyor. Basit bir çığlık diyip geçebilirsiniz normalde, ama aklımıza kazınmış bir değer artık. 

Doğadaki bir kuşun şu şekilde kanat çırptığını kaydedemiyor olabiliriz, ama böyle taklit edebiliyoruz. Gerçekte olmayan bir yaratığın, zihnimizde uyandırdığı o korkutucu etkiyi veren sesine üzümle hayat verebiliyoruz. Gerçi üzüm bundan sonra hayata nasıl bakar bilemem ama… Olmasını istemediğimiz seslerden kurtuluyoruz ve gerekirse yerine daha kontrollüsünü kendimiz ekliyoruz. Bu bir sanat. O en çok tercih ettiğimiz görme duyumuzun, zihnimizde karşılık geldiği sesi oluşturma sanatı. Görünen o ki ya da duyulan o ki, aslında duymak sandığımız kadar da önemsiz değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir