Size önce bir müzik dinletip sonra da bir hikaye anlatacağım.
Önce müzik…
Harika! Çok güzel. Sırada hikayemiz var.
Balıkçıyla bankacının hikayesi… Duymuş muydunuz? Kökeni Nobel edebiyat ödüllü Heinrich Böll’e dayandırılır ama farklı versiyonları da anlatılır. Ben kendi bildiğim şekliyle aktarmaya çalışayım.
Bir bankacı tatile gider. Küçük, şirin bir sahil kasabasına… Rıhtımda dolaşırken iskeleye bağlı bir sandal görür. İçinde taze tutulmuş balıklar vardır. Bir de uyuklamakta olan bir balıkçı. Hemen fotoğraf makinesiyle bu güzel kareyi yakalamaya çalışır bankacı. “Bir şu açıdan, bir bu açıdan çekeyim, bir tane de instagram için” derken onun çıkardığı gürültüden balıkçı uyanır. Esneyip, gerinirken, bankacı “yerel halkla kaynaşma çabaları” kapsamında bir laf atar.
“Balık tutmak için çok güzel bir gün değil mi?”
Balıkçı pek oralı olmaz.
“Tekrar denize açılmayacak mısınız?”
Balıkçı “ı-ıh” der.
“Neden? Hasta filan mısınız yoksa?”
Balıkçı “yooo” diye cevap verir. “Gayet iyi hissediyorum.”
“O zaman niye balığa çıkmıyorsunuz?”
“Daha bu sabah çıktım da ondan. Tuttuklarım bana bugün de yeter, yarın da…”
Bankacının yüzünde belli belirsiz bir gülümseme bir “aşmışlık ifadesi” görülür. Balıkçının yanına oturur, elini omzuna koyar ve en yardımsever ses tonuyla konuşmaya başlar…
“Bakın ben Harvard’da MBA yapmış bir yatırım bankacısıyım. Girişimcilik konusunda size bir kaç tavsiyede bulunmama izin verin lütfen. Neden günde bir kez yerine iki kez balığa çıkmıyorsunuz? Ya da üç kez. Güzel günlerde dört kez?”
Balıkçı kafasını kaşıyarak sorar: “peki ya sonra?”
“Düşünsenize. Üretim kapasitesini 4-5 kat artırmış olursunuz. Birikimlerinizi kullanarak 1 yıl içerisinde motorlu bir kayık alırsınız. 2 yıl içerisinde kayık sayısını ikiye çıkartırsınız. 3-4 yıl içinde büyük bir balıkçı teknesine sahip olursunuz.”
Balıkçı ilgilenmiş bir yüz ifadesiyle tekrar sorar: “peki ya sonra?”
“Daha çok balık, daha çok kazanç demek. Kazancınızın bir kısmını tekrar yatırıma döndürüp balıklar için bir soğuk hava deposu satın alırsınız. Depoyu ipotek gösterip bankadan kredi çekersiniz ve yeni insanları işe alıp filonuzu genişletirsiniz. Önce bir balık işleme tesisi, sonra da bir konserve fabrikası yaptırırsınız. Tabi işlerinizi buradan yönetmek zorlaşacağı için büyük kentlerden birine göç etmeniz gerekecek. Oradaki gökdelenlerden birine yönetim merkezinizi taşıdıktan sonra hemen altındaki AVM’de de bir balık restoranı açıp onu da “franchise” yaptın mı…”
Balıkçı heyecanla konuşup duran bu bankacının ağzından çıkıp yüzüne sıçrayan tükürüklerden birini eliyle sildikten sonra bir soru daha sorar.
“Tüm bunları yapmak ne kadar sürer?”
“20 bilemedin 25 yıl…”
Balıkçı bir kez daha aynı soruyu sorar: “Peki ya sonra?”
“…sonra emekliye ayrılıp, şirin bir sahil kasabasına yerleşirsiniz. Denizin kıyısında, güneşin altında keyifle uyuklayabilirsiniz.”
Bu kez balıkçının yüzünde belli belirsiz bir gülümseme bir “aşmışlık ifadesi” görülür.
“E sen yanıma gelip de bunları anlatana kadar ben de zaten onu yapıyordum. Denizin kıyısında, güneşin altında keyifle uyukluyordum.”
Nasıl?
Bir tarafta aç gözlü, vahşi kapitalizmi temsil eden bankacı, diğer tarafta bilge balıkçı.
Harika bir hikaye. Çok güzel. En az size başta dinlettiğim müzik kadar güzel, ve bir o kadar da eksik. Keşke hayat böyle siyah ya da beyaz kadar sade olsaydı.
Yanlış anlaşılmasın. Hikayenin vermek istediği bir mesaj var. Ayrıca bizi durdurup bazı sorular sordurtuyor. Bir ömür boyu niye koşturuyoruz ki? Sadece iş dünyasında da değil bu koşturmaca. Daha 4-5 yaşında başlıyor. Anaokulundayken “benim çocuğum çok büyüdü, ilkokula başlayacak yakında” sözlerini duyuyoruz. İlkokula başlayıp sınıfları dolduruyoruz, ortaokula yetişmeye çalışıyoruz. İyi bir okula girmek için sınavdan sınava hazırlanıyoruz. Lise yılları hangi üniversitenin hangi bölümüne gireceğini düşünmekle geçiyor. Üniversitedeyken staja başlıyoruz, mezun olunca iş bulabilir miyiz derdiyle. Hepsini bitirip kapağı iyi bir şirkete atabildik diyelim. Koşturmaca bitmiyor ki. Bu kez de kurumsal kariyer basamaklarını üçer beşer tırmanmaya başlıyoruz. Önce müdür, sonra genel müdür, en sonra en genel müdür olmak istiyoruz.
İnsanın o hikayedeki balıkçı gibi sorası geliyor: “Peki ya sonra?”
Sonrası var mı canım! Emeklilik. Şirin bir sahil kasabasında, güneşin altında keyifle uyuklamak. İşi, gücü, okulu bırakıp hepimiz Bodrum’a mı taşınalım yani? Aradığımız mutluluğu ancak o zaman mı bulabileceğiz?
Bu bir filmin başını, ortasını atlayıp final sahnesini seyretmek gibi olmaz mı? Bir romanı son sayfasından okumaya başlamak gibi. Evet hikayedeki balıkçının hayatı, pek çoğumuzun bir ömür boyu ulaşmak istediği o son noktada. Size en başta çaldığım müzik de öyle. Son noktada, son notada. Peki o nota ne kadar güzel olursa olsun, unutulmaz bir besteye dönüşebilir mi? Bakın arka arkaya çalınca dünyanın en güzel notası bile bir anlam ifade etmiyor.
Oysa 200 yıl önce bestelendiği haliyle başından sonuna dinlediğinizde unutulmaz bir şahesere dönüşüyor. Duymuşsunuzdur Beethoven’ın bu dokuzuncu senfonisini bestelerken artık duyamadığını. Sağır olmuş bir müzisyen, niye müzik yapmaya çalışır ki? Hayatı çok büyük zorluklarla geçmiş bu kişi de bugüne kadar tuttuğum balık, yaptığım müzik bana yeter deseydi ne olurdu?
O yüzden genellikle kişisel gelişim kitaplarında ya da konferanslarda anlatılan balıkçıyla bankacı hikayesini dinlediğimde içimde hep bir şeyler eksik kalır. Balıkçı gibi kişisel olarak gelişmek de yeterli değil, bankacının idealize ettiği gibi sadece büyümek de. İkisinin ortasında başka bir yol daha olmalı.
Filozof Alan Watts, hayatın kandırmacalarla dolu bir yolculuk olduğunu söylüyor. Başarıyı, mutluluğu sanki sadece o yolun sonunda bulabilirmişiz gibi geliyor çoğumuza. Fakat o son noktayı ararken önemli bir noktayı kaçırıyoruz. “Hayat bir müzik gibidir” diyor. O müzik çalarken dans edip şarkı söylememiz gerekir.
Belki de bunu anlayan Beethoven sağır olmasına rağmen son senfonisini besteledi. İnsanlığa armağan ettiği bu senfonide ilk kez enstrümanların yanına şarkı sözlerini de ekledi. Böylece orkestra hayatın bestesini çalarken insanların da ona eşlik edebilmesini sağladı.
Kurduğum analojiye bu müziği özellikle yerleştirdim. Bırakın bankacıyı ve balıkçıyı şimdi, Dokuzuncu senfoniyi bir insan gibi düşünün. Yaklaşık 74 dakika uzunluğundaki bu bestenin her dakikası insan ömrünün bir yılı gibi değil mi? Bir rivayete göre Compact-Disc’lerin (CD’lerin) kapasitesinin 74 dakika olma sebebi bile bu senfoninin sığabilmesi içindir.
Senfoninin başlangıcı bir insanın hatta kozmosun doğuşu gibidir.
“İlk şey bir şey bile değildir. Hiçbir şeydir.”
Ve sonra Big Bang! Büyük Patlama!
Hızla yayılan atomlar gibi vücudunuzun içine girmeye başladığını hissedersiniz notaların. Yaşamak böyle bir şey olmalı.
İster sakin bir sahil kasabasında balık tutan biri, isterseniz büyük bir kentte balık işletmesinin başındaki kişi olun fark etmez. Yaptığınız işi içinizdeki neşeyi, coşkuyu, müziği kaybetmeden yaparsanız, yaşamış olursunuz.
Martin Luther King’in dediği gibi “Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Shakespeare’in şiir yazdığı, Beethoven’in beste yaptığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup ‘Burada işini çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş’ desin.”
Hayatı müzik gibi yaşamak böyle bir şey olmalı. O notaların inip çıkması gibi siz de hayatın yollarında inip çıkacaksınız. Çünkü iyi bir beste için böyle bir dinamizme, esnekliğe, dönüşebilme gücüne sahip olmak gerekir.
Çin’deki Tiananmen meydanında özgürlüğüne koşanlara da Brandenburg Kapısı’nda Berlin duvarını yıkanlara da bu müzik eşlik etti. Japonya’da her yıl yüzlerce yerde binlerce kişi bir araya gelerek bu şarkıyı söylüyor. Çünkü tek başına kişisel gelişimle büyük olunmaz. Yaşlısıyla genciyle hep beraber söylemek gerekir bu hayat şarkısını.
Bir hayat ancak böyle yaşandığı zaman anlamı olabilir diye düşünmüş olmalı Beethoven da… Ancak böyle bir motivasyonla duymadığı halde bestelemiş olmalı dokuzuncu ve sonuncu senfonisini. Böyle bestelendiği için de 200 yıldır dünyanın dört bir tarafındaki insanlar tarafından söylenmeye devam ediyor. Karanlık zamanlardan çıkışın, kurtuluşun ve özgürlüğün sembolü olan bu şarkıyı söyleyenler, büyük bir koro halinde bize nasıl yaşamak gerektiğini haykırıyor.
“Dokuzuncu ve Sonuncu” için 4 yanıt
Yeni gözlüklerin çok güzel,daha koyu bir mavi dene…lacivert mesela yakışır sana.güzel bir insansın sen.o müzik kulağın la tanıştım seninle sende benimle tanış ol.yazmasanda olur sonraki videoda seni lacivert çerçeveli gözlükle görebilirsem gizli bir merhaba demiş olursun bana.
https://youtu.be/2E-9Wt3cwxs
Ortaokul-lise boyunca bu korodaki gibi okumuştuk. Almancasını da okuyunca orada, ezginin enternasyonel bir fikir ortaklığı kurduğunu farkedebilmiştik. Öğretenler tarafından bu şekilde anlatılmadığı için çok da etki yaratmamıştı; sözel olarak dinlemek istiyor o yaştaki çocuk.
Eğitim sistemimiz de dahil çoğunluk davranış sistemimiz “içerik”ten yoksun, “derinlik” ve “sonsuzluk”tan, hayal bile olsa en azından “dünyayı çevreleyen bakış açısı”ndan yoksun.
Bir çeşit fukaralık, bilinenden fukaralık çok daha sempatik.
Bir başyapıt temalı bir başyapıt.
Bu video da sizin videolar arasında başyapıt olmuş.
Teşekkürler,
George Mathew in röportajının tamamını izlemek isterim. Nasıl ulaşabilirim? Yardımcı olursanız çok sevinirim.