Bir adam var. Adı Henry. Yaşlı bir adam. Demans hastası. Yıllardır bakım evinde. Başı öne eğik, gözleri boş, çevresinde olup bitenlere tepkisiz. Sorulara cevap vermiyor, kendi çocuklarını tanıyamıyor hatta kim olduğunu bile hatırlamıyor gibi görünüyor.
Sonra birileri ona bir kulaklık takıyor. Ve gençliğinde sevdiği bir müziği açıyor.
Ve bir şeyler oluyor. Henry değişmeye başlıyor. Gözleri açılıyor, başını kaldırıyor, gülümsüyor. Müzikle birlikte sallanmaya, ona eşlik etmeye başlıyor. Sorular sorunca cevap veriyor, Cab Calloway’den bahsediyor, eski günlerini hatırlıyor. Sanki karanlık bir odada bir anda ışık yanmış gibi.
Az önce neredeyse kim olduğunu bile hatırlayamayan bu adam, birkaç saniye içinde “geri geliyor”.
Ben bu sahneyi ilk izlediğimde “Nasıl olabilir bu?” diye düşündüm. Bir müzik parçası, bir insanı bu kadar derinden, bu kadar hızlı nasıl “geri getirebilir”?
Sonuçta sadece ses.
Fiziksel olarak baktığımızda havada titreşen dalgalar.
Ama bir şekilde o dalgalar, beynin kararmış koridorlarında bir yerleri aydınlatıyor.
Ve sonra fark ettim ki aslında bu soru sadece Henry’ye özgü değil.
Çünkü hepimizin hayatında böyle anlar var. Çocukluğumuzdan bir şarkı duyarız mesela ve aniden 20 yıl geriye gideriz. Bir film müziği duyarız, içimiz burkulur ya da motive hissederiz. Ya da fark etmeden bir kafede, bir reklamda, bir oyunda duyduğumuz müzikler, o anki ruh halimizi sessizce şekillendirir.
Peki nasıl oluyor da bir şarkı, bir filmdeki tek bir ses efekti ya da arka planda çalan bir melodi, duygularımızı, hatıralarımızı ve hatta “ben kimim?” sorusuna verdiğimiz cevabı bu kadar derinden etkileyebiliyor?
Müzik ve ses, görünmez ama çok güçlü bir mimari gibi. Duygularımızı, hatıralarımızı, hatta gerçekliği algılayış şeklimizi inşa ediyor ve bugün size işte bu görünmeyen mimariden bahsetmek istiyorum.
“Alive Inside” belgeselinde, demans hastalarıyla dolu bakım evinde yapılan o deneyi gördükten sonra bu konuyu biraz daha derinlemesine araştırıp okumalar yapmaya karar verdim. Çünkü orada sadece Henry değil diğerleri de müzikten benzer şekilde etkileniyorlar.
Bizim tarihimizde de müzikle terapi konusunu duymuştum. Mesela Osmanlı döneminde bazı darüşşifalarda, özellikle Edirne’deki şifahanede, hastalara su sesi ve belli makamlarla tedavi uygulanmaya çalışıldığını anlatan kayıtlar var. Yani bugün bize “modern” görünen bu fikir, aslında yüzyıllar önce sezgisel olarak bulunup denenmiş; şimdi ise nörobilim, bunun neden işe yarayabildiğini yavaş yavaş açıklamaya başlıyor.
Normalde cümle kurmakta zorlanan kişiler nasıl olur da sadece dinledikleri bir müzikle uyanıp birden uzun uzun anılar anlatmaya başlıyor. Demek ki hafıza, sadece kelimelerden ibaret değil. Sadece “şu tarihte, şurada şunu yaptım” gibi cümlelerden oluşmuyor.
Sanki beynimizin derinliklerinde, sadece müziğin açabildiği özel bir bölüm var.
Inside Out Ters-Yüz diye bir animasyon filmi vardı, izleyenler hatırlayacaktı oradaki o devasa bellek sahnelerini. Sonsuz raflara dizilmiş, renkli renkli anı küreleri vardı orada. Ama zamanla bazı koridorlar kararıyor. Kürelerin rengi soluyor, tozlanıyor, arkaya atılıyor. Hatta bazıları “unutulma” çukurunun kenarına kadar gelmiş, düşmek üzere.
İşte müzik sanki oraya gönderilen özel bir karakter gibi. Elinde küçük bir fenerle o unutulmuş koridorlara giriyor. Belki yeni bir anı getirmiyor ama yıllardır kimsenin dokunmadığı o kürelerden birine uzanıp hafifçe parlatıyor. Tozunu alıyor, ışığını açıyor.
Ve bir anda, çoktan kaybolduğunu sandığımız bir hatıra, tıpkı filmdeki gibi yeniden önümüze düşüyor: onu tüm canlılığıyla hatırlamaya başlıyoruz.
Çünkü müzik, hafızayı tek bir yerden tutmuyor. Beynin duygudan sorumlu bölgesine, harekete, dile, hatta motor sistemlere kadar yayılan bir ağ kuruyor. O yüzden bir şarkı çaldığında, onu sadece kulağımızla dinlemiyoruz. Bedenimizdeki neredeyse her sistem, “şu anda önemli bir şeyler oluyor” diye hareketleniyor.
Dans dediğimiz şey belki de bu yüzden ortaya çıkyı. Ya da belki de bu yüzden bir şarkı duyunca şöyle cümleler kurabiliyoruz:
“Bu şarkı beni lise kantinine götürüyor.” Alphaville dinleyince ben öyle oluyorum.
“Bir anda o yaz akşamının kokusunu bile hissettim.” diye düşünüyorum.
Çünkü o şarkı, o ana ait kokuyu, ışığı, duyguyu, hatta hava sıcaklığını bile bir tür “zip dosyası” gibi sıkıştırıp saklamış oluyor. Ve o dosyayı açtığımızda hafızayla beraber kimlik duygusunu da geri getiriyor.
Yani müzik, beynimizin “Ben kimim?” diye sorduğu yere kadar inebiliyor.
Şimdi sizinle bir deney yapalım. Çok sevdiğiniz bir filmi açıyorsunuz. Ama sesi kapatıyorsunuz. Ben bu deneyi en son Blade Runner filmiyle yaptım bu arada. Görüntüler akıyor. Karakterler konuşuyor ama ne dediklerini duymuyorsunuz. Müzik yok. Ses yok.
Bir süre sonra fark ediyorsunuz: Evet, hikâyeyi az çok takip edebiliyorum ama. Duygu yok. Gerilim yok. Ardından rahatlama yok. “İçime işleyen” o şey eksik.
Sonra sesi açıyorsunuz. Bir anda aynı sahne, bambaşka bir şeye dönüşüyor. Filmlerin kamera arkasını gösteren belgesellerdeki kişilerin söylemeyi en çok sevdiği şeylerden biri de budur zaten değil mi? Sinemada ses, filmin görünmeyen yarısıdır.
Jaws filmindeki o iki notalık, çok basit “duh-dun, duh-dun” teması olmasa.
Suda yüzen insanlar sadece, suda yüzen insanlar olurdu. Ama o iki nota duyulmaya başladığı anda, hiç bir şey görmesek bile, beynimiz bir anda alarma geçiyor.
Ya da Star Wars’taki ışın kılıcı sesi. Bir daha asla sadece bir “ışık çubuğu” olarak göremiyoruz onu. Çünkü onun için tasarlanan ses, ona bir ağırlık kazandırıyor. Çıkardığı ses, onun fiziksel bir gücü olduğunu beynimize inandırıyor.
Bazen ses tasarımcıları, hayvan kükremelerini, makinelerin uğultusunu, rüzgâr sesini birbirine karıştırıp bambaşka, daha “tehditkâr” bir ses yaratıyor. Biz bunu bilmiyoruz. Ama vücudumuz hissediyor. Tüylerimiz diken diken oluyor.
Görüntüler bize “ne olduğunu” anlatıyor. Rasyonel bir bilgi veriyor. Ama sesler “Ne hissetmemiz gerektiğini” aklımıza değil, kalbimize söylüyor.
Bir sahne düşünelim. Kahraman, bir kapıdan içeri giriyor. Görüntüye bakınca, sadece bunu görüyoruz: Biri kapıdan içeri giriyor. Ama altına hangi müziği koyduğumuza göre bu sahnenin anlamı tamamen değişebilir.
Eğer yavaş, minör bir piyano ile girersek: “Burada hüzünlü bir şey olacak” diye hissediyoruz.
Eğer yaylılarla yükselen, majör bir tema gelirse: “İlham verici bir an geliyor, kahraman birazdan önemli bir karar alacak” diye düşünüyoruz.
Eğer disonans dolu, gergin akorlar duyarsak: “Tehlikeli bir şey var, belki de bu kapıyı hiç açmamalıydı” diyoruz.
Görüntü aynı. Kapı aynı. Karakter aynı. Ama müzik değiştikçe, biz aynı sahneyi tamamen farklı hikâyelermiş gibi deneyimliyoruz.
İşte Müzik teorisiyle uğraşanlar bunları adeta fizik yasaları gibi keşfetmişler.
Majör diziler genelde “aydınlık” ve “umutlu” gelir.
Minör diziler “hüzünlü” ve “içe dönük”.
Hızlı tempo heyecan ve hareket yaratır.
Yavaş tempo, düşünce ve duygusallığı çağırır.
Birbirine “yakışmayan” notalardan oluşan disonans, beynimize “bir şeyler ters gidiyor” sinyalini gönderir.
Ama tüm bunları bilmemize gerek yok. Beynimiz zaten bu dili, yıllarca film izleyerek, müzik dinleyerek öğrenmiş durumda. “Score” diye bir belgesel izlemiştim. Oradaki bestecilerden biri şöyle bir şey söylüyordu, ben de kendi cümlelerimle aktarayım:
Biz aslında notalar yazmıyoruz, duygunun zamanlamasını yazıyoruz.
“Şu saniyede hafifçe içi burkulsun, şu saniyede umut belirsin, şu saniyede gözleri dolsun ama ağlamasın, sadece tıkanıp kalsın” gibi çok ince ayarlar yapıyorlar. Truman Show filmindeki bir sahne geldi şimdi aklıma ama hala izlemeyenler vardır, spoiler olmasın diye söylemeyeceğim ama şu soru ister istemez akla geliyor.
Filmleri izlerken ne hissettiğimize gerçekten biz mi karar veriyoruz? Yoksa müzik ve daha genel anlamda işittiğimiz sesler, beynimizin görünmeyen mimarları gibi mi çalışıyor?
—
Bir kafeye gittiğimizde, onu tasarlayan bir mimar olduğunu biliyoruz. Duvarları nereye koyacağını, kapının, pencerelerin nereden açılacağını o karar veriyor. Ama bir de görünmeyen bir mimar var: müzik. Mesela fonda çalan sakin bir jazz parçası, kalabalığın gürültüsünü bile “daha katlanılır” hale getiriyor, o mekânın havasını içerden yeniden tasarlıyor.
İşte bu görünmeyen mimar sadece kafelerde değil, beynimizin içinde de çalışıyor. Müzik ve ses, zihnimizde duvarlar ören, pencereler açan, bazı odaların kapısını kilitleyen, bazılarını ise sonuna kadar aralayan bir iç mimar gibi davranıyor.
Dış mimarın olduğuna kesinlikle eminiz ama çoğu zaman içimizi şekillendiren o diğer mimarın farkında bile değiliz.
Gün içinde maruz kaldığımız sesleri düşünün:
Reklamlardaki jingle’lar.
Uygulama bildirim sesleri.
Toplu taşımadaki anonslar.
Alışveriş merkezlerindeki fon müzikleri.
Bunlar yavaş yavaş, küçük küçük duvarlar örüyor zihnimizde. Neyi önemli bulacağımızı, neye dikkat edeceğimizi, neyi “ev gibi” hissedeceğimizi, neyi “tehdit” olarak algılayacağımızı sessizce etkiliyor, sesler.
Belki de bu yüzden, bazı şehirler bize “gürültülü” gelirken, bazı yerlerde “içimiz açılıyor” diyoruz. Çünkü sadece manzara değil, soundscape de değişiyor. Yani ses manzarası.
İlk Star Wars filmlerinin seslerini tasarlayan kişinin odasında gördüğüm bir haritayı hatırlıyorum eğer bulabilirsem görüntü olarak koyarım. Orada Los Angeles haritasını kaydettiği seslere göre yeniden şekillendirmişti. Yani gidip sokakta ses kaydediyor, belli bir gezegenin havasını vermek için. Ama sonra tutarlı olsun diye aynı gezegendeki başka bir sesi oluşturabilmek için yine kentin hep aynı noktasına gidip kayıt yapıyor.
Kurgulanmış bir hikaye için böylesine ince bir çalışma yapıyor çünkü bırakın yaşadığınız kenti, o kentin bir mahallesi bile aynı seslerin farklı işitilmesine yol açabilir.
İşte o sesler, sizin filminizin “soundtrack”i. O sizin kim olduğunuz hikâyesinin arka plan müziği. Ve o müzik, siz fark etmeseniz de hâlâ çalmaya devam ediyor.
O zaman ne yapacağız? Kendi hayat filmimizin figüranı olmaktan çıkıp, yönetmeni haline geleceğiz. Onun müziklerini özenle seçeceğiz. Ama bunu yaparken başkalarının hazırlayıp önümüze koyduğu playlistlerden almayacağız. Bizzat kendimiz seçeceğiz.
“Ben, beynimin içinde nasıl bir mimar çalıştırmak istiyorum?”
Şarkıları, film müziklerini, etrafımızdaki sesleri bundan sonra biraz daha dikkatle dinlersek, belki sadece kulaklarımız değil, kendimizle kurduğumuz bağ da değişir.
Belki bir gün, beklemediğimiz bir anda, bir şarkı çalar ve bir anlığına durup fark ederiz:
“Evet… ben hâlâ buradayım.”