Kategoriler
Sinema

Sinemayı kim icat etti?

Sinemayı kim icat etti?

Çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğimizi sanırız. Hani şu meşhur hikayedir: Lumière Kardeşler’in trenin istasyona gelişi “L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat” filmi ilk kez gösterildiğinde, perdede üzerlerine doğru gelen treni gören seyirciler korkudan kendilerini yere atmışlardı. Ya da Thomas Edison’un kinetoskop gösterilerinde insanlar tek kişilik kabinlerde ilk kez hareketli görüntüleri izlemenin şaşkınlığını yaşamışlardı.

1895 yılında Lumière Kardeşler’in bu görüntüleri “La Sortie de l’usine Lumière à Lyon” genellikle ilk film olarak kabul edilir. Aynı dönemde Edison’un asistanı William Dickson’ın çektiği şu sahne de “Fred Ott’s Sneeze” yine ilklerdendir. Birinde hapşıran bir adam görürüz, diğerinde fabrikadan dağılan işçiler… Basit ama devrim niteliğinde görüntüler.

Ama burada bi duralım lütfen… Ya size bu tanıdık hikayenin aslında tam da doğru olmadığını söylesem? Ya sinema tarihinin çok daha derinliklerinde, neredeyse unutulmuş iki isim olduğunu anlatsam?

Biri at yarışlarına meraklı bir zengin adamın sorusuna cevap ararken hareketin sırlarını çözen eksantrik bir fotoğrafçı: Eadweard Muybridge. Diğeri ise icadını dünyaya tanıtmak üzereyken esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan bir mucit: Louis Le Prince.

1878’de Muybridge’in çektiği “The Horse in Motion” ve 1888’de Le Prince’in kaydettiği “Roundhay Garden Scene“, aslında Edison ve Lumière’lerden çok önce çekilmişti. Peki neden bu isimler sinema tarihinin başlangıç noktası olarak kabul edilmiyor? 

Bugün size öyle bir hikâye anlatacağım ki, sinemanın doğuşuna giden yolda iz bırakan bu iki ilginç karakterle tanışacaksınız. İkisinin de hayatı bir polisiye roman gibi…

Önce 1870’lere, Kaliforniya’ya gidelim. Eadweard Muybridge isimli bir fotoğrafçı, dönemin en zengin adamlarından Leland Stanford’dan tuhaf bir teklif alır. Stanford ismini nereden hatırlıyoruz? Bugün dünyanın en önemli üniversitelerinden biri. İşte onun kurucusu olan bu kişi aynı zamanda at yarışlarına da çok meraklı bir adam ve kafasına takılan bir soru var: “Atlar dört nala koşarken ayaklarının hepsi aynı anda yerden kesiliyor mu?” 

1821’de yapılan şu resme bir bakın. Atlar uçuyormuşçasına dört nala giderken resmedilmiş. Ama bu ressamın hayal gücü de olabilir. Atların gerçekten dört nala koşarken ayaklarının hepsinin aynı anda yerden kesilip kesilmediğini kanıtlamaz. Bugün bize basit gelebilir ama o dönem bu sorunun cevabını vermek imkansız. Çünkü göz, atın hareketlerini takip edecek kadar hızlı değil. 

Ama işte bu tür resimler sayesinde sorduğumuz sorular bizim sanattan teknolojiye ve oradan da bilime geçişimizi kolaylaştırıyor.

Ve işte Stanford’un tuttuğu fotoğrafçı Muybridge de bu soruyu yanıtlamak için çılgınca bir şey yapıyor. Bir yarış pistinin kenarına tam 24 tane fotoğraf makinesi yerleştiriyor. Her makineye bağlı ipleri pistin üzerine geriyor. At koşarken bu iplere çarpacak ve makineler art arda fotoğraf çekecek. Bu kadar basit mi? Tabii ki değil! Çünkü o dönemin fotoğraf teknolojisiyle bir saniyeden kısa sürede net fotoğraf çekmek neredeyse imkansız.

Ama Muybridge çok akıllı. Özel bir kimyasal karışım geliştiriyor ve hareketin görüntüsünü dondurmayı başarıyor. “The Horse in Motion” adını verdiği bu çalışma, dünyada ilk kez hareketi parçalarına ayırıp analiz eden görüntüler sunuyor. Ve evet, atların dört ayağı da aynı anda yerden kesiliyor!

Bu arada buna çok benzer bir teknik Matrix filminde kullanılmıştı. “Bullet Time – Kurşun zamanı” adı verilen bu teknikte de tıpkı atlarda olduğu gibi hareket birden fazla fotoğraf makinesiyle yakalanıyor ve böylece son derece artistik bir etki yakalanıyor.

Şimdi gelin bu hikâyeyi biraz daha ilginç hale getirelim. Muybridge’in hayatında başka bir olay daha var ki, Hollywood bile bu kadar dramatik bir senaryo yazamazdı herhalde. Karısının genç bir adam ile kendisini aldattığını öğreniyor ve adamı soğukkanlılıkla öldürüyor. Mahkemeye çıkarılıyor. Kendisinin patronu var ya Stanford, o aynı zamanda bir avukat ve çok güçlü bir nüfuzu var. Savunmada allem edip, kallem edip “meşru müdafaa” deyip beraat etmesini sağlıyorlar. Bugün, bu mahkeme davası ve tutanaklar tarihçiler ve adli nörologlar için çok önemli bir kayıt niteliği taşıyor, çünkü Muybridge’in ruh hali ve geçmiş davranışlarıyla ilgili çok sayıda tanığın yeminli ifadesi var. Yani bu dünyanın ilk hareketli fotoğraflarını çeken adamın tuhaflıkları mahkemede kayıt altına alınmış ve kültürün bir parçası haline gelmiş. O kadar ki benim de çok sevdiğim bir müzisyen olan Philip Glass, kısmen davadan alınan bu mahkeme tutanaklarına dayanan bir libretto ile “The Photographer – Fotoğrafçı” adlı bir opera yazdı.

Şimdi bu ilginç karakteri orada bırakalım çünkü sinema tarihi sahnesine ikinci karakterimiz giriyor: Louis Le Prince. Adını sinefillerin bile duymadığı bir kişi.

  • Joe, sana bir soru sormak istiyorum. Louis Le Prince adını duydun mu?
  • Hayır.

İşte adı pek duyulmayan bu kişi en az Muybridge kadar ilginç bir adam. Fransa’dan İngiltere’ye göç etmiş, Leeds kentinde bir atölye kurmuş. Muybridge’in çalışmalarını duymuş ve “Ben daha iyisini yapabilirim” demiş.

Le Prince’in hedefi farklı. O sadece hareketi analiz etmek değil, gerçek hayatı olduğu gibi kaydetmek istiyor. Ve başarıyor da! Leeds Köprüsü’nden geçen arabaları, bahçede yürüyen insanları tek bir kamerayla, akıcı bir şekilde filme alıyor. Bu görüntülerin günümüze ulaşan en eski film olduğu düşünülüyor. Muybridge’in birbirinden ayrı fotoğraflarının aksine, Le Prince’in görüntüleri gerçekten “hareketli”. Birden fazla fotoğraf makinesi kullanarak çekim yapmak yerine kendi icat ettiği 16 lensli bir kamerayla çekim yapıyor. İşte o yüzden bu görüntülere modern sinemanın ilk örneği denebilir.

“Sinemayı kim icat etti?” sorusunu cevaplamaya çalışan bazı belgeseller ve filmler de var 1951’de çekilen “The Magic Box” filmi, bunun enteresan bir örneği. Dönemin ünlü İngiliz oyuncularının rol aldığı film, William Friese-Greene’i sinemanın gerçek mucidi olarak tanıtırken, Le Prince’i önemsiz bir dipnot gibi geçiştirmeye çalışıyor. Filmin iddiasına göre hareketli görüntüleri ilk kaydeden kişi Friese-Greene’miş. Hatta Le Prince için “evet, bir yıl önce biri bir kamera icat etmişti ama günümüz kameralarına benzemiyordu” gibi küçümseyici bir ifade kullanılıyor. Oysa tarihin garip bir cilvesi var: Friese-Greene’in patenti 1889’da alınmış, yani Le Prince’in 1888 tarihli patentinden bir yıl sonra. Üstelik Le Prince’in tek lensli kamerası, günümüz kameralarının neredeyse birebir atası.

Yani anlayacağınız 1880’lerin sonları müthiş bir yarışa sahne oluyordu aslında. Öyle ki, tarihçiler Lumière Kardeşler’i bu yarışta ancak 10. ve 11. sırada gösteriyor – ki çoğumuz sinemayı onların icat ettiğini biliriz. Muybridge, Marey, Donisthorpe, Friese-Greene, Edison, Dickson… Hepsi aynı dönemde, bazen aynı ay, hatta aynı hafta içinde çalışmalarını sürdürüyordu. Le Prince ise 1888’in Ekim ayında çektiği “Roundhay Garden Scene” ile hepsinden öndeydi – Edison’un ilk denemelerinden neredeyse bir yıl önce. 

Peki nasıl oldu da Lumière Kardeşler’in adı bu kadar öne çıktı? İşin sırrı projeksiyon teknolojisindeki ustalıkları ve pazarlama zekalarındaydı. Onlar sadece film çekmekle kalmadılar, insanların para ödeyerek izleyebileceği bir sinema deneyimi yarattılar. Yani teknik yarışı kazananla, ticari başarıya ulaşan farklı olabiliyordu…

Ama şimdi biz yine odaklandığımız iki kişiye dönelim. İki adamın yaklaşımları birbirinden çok farklıydı aslında. Muybridge bir bilim insanı gibi çalışıyordu. Laboratuvarında sadece atları değil, boksörleri, güreşçileri, dans eden insanları, hatta hayvanları fotoğraflıyordu. Her hareketi en ince ayrıntısına kadar inceliyordu. “Animal Locomotion” adlı çalışmasında tam 20.000 fotoğraf vardı! Düşünebiliyor musunuz? Adam resmen hareketin anatomisini çıkarmıştı. Bir zamanlar Leonardo DaVinci’nin çizimlerle, illüstrasyonlarla yaptığı şeyi fotoğrafların dünyasına taşımıştı.

Hatta size ilginç bir bilgi de vereyim. Onun arşivinden bir kısmı fotoğrafçılığa meraklı olan Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid’e hediye olarak gönderilmişti. 

İşte o yıllarda İngiltere’de çalışmalarına devam eden Le Prince ise daha çok bir sanatçı gibiydi. Onun derdi bilimsel analiz değil, hayatın kendisiydi. Leeds’teki atölyesinde 16 lensli kamerayı geliştirip önce 3 sonra da tek lensli günümüzdeki kameralara benzer bir hale getirmeyi başardı. Ama o tek lensli kamerasıyla deneyler yaparken, aklında hep aynı soru vardı: “İnsanlara gerçek hayatın akışını nasıl gösterebilirim?”

Le Prince’in “Roundhay Garden Scene” adlı bu görüntülerine bugünün gözüyle baktığımızda, aslında onun sadece hareketli görüntü peşinde koşan bir mucit değil, Andre Bazin’in yıllar sonra “total sinema miti” olarak adlandıracağı bir hayalin ilk kovalayıcısı olduğunu görüyoruz. Bazin’e göre sinemayı yaratan şey teknolojik gelişmeler değil, insanlığın gerçekliği olduğu gibi yeniden üretme düşüydü. Le Prince de tam olarak bunun peşindeydi. Bahçedeki dört kişiyi öyle bir kadrajla filme almıştı ki, izleyici kendini gizlice bir aile anını gözetlerken buluyordu. Kameranın varlığını hissettirmeyen bu yaklaşım, günümüz sinemasının da temelini oluşturan “gerçeklik yanılsaması”nın ilk örneğiydi. İlginçtir ki Le Prince, tek lensli kamerasıyla bunu başarmasına rağmen, insan gözünün üç boyutlu algısını taklit eden üç lensli bir sistem üzerinde de çalışmaya devam etti. Sanki 130 yıl sonra gelecek sanal gerçeklik teknolojilerini öngörmüş gibiydi diyebiliriz. Andre Bazin’in dediği gibi, sinema henüz icat edilmeden önce bile vardı – insanların zihninde, total gerçekliği yakalama hayali olarak. 

Hareketli görüntülerin peşinde koşan bu iki kişinin kaderi bir noktada trajik bir şekilde benzeşmeye başlıyor. Muybridge, karısının kendisini aldattığı adamı öldürdükten sonra bir süre Orta Amerika’ya gidiyor. Sonra mahkemede beraat ediyor ama bu olay onu derinden etkiliyor. Belki de bu yüzden kendini tamamen işine veriyor, insan ve hayvan hareketlerini obsesif bir şekilde incelemeye başlıyor.

Le Prince’in hikayesi ise daha da tuhaf. Az önce gösterdiğim dünyanın ilk filmini çektikten sonra, icadını dünyaya tanıtmak üzere Amerika’ya gitmek için hazırlanırken, Dijon’dan Paris’e giden bir trende ortadan kayboluyor. Evet, basbayağı kayboluyor. Ne cesedi bulunuyor, ne de kayboluşuna dair herhangi bir iz… Bavulları, kamera ekipmanı, her şey sırra kadem basıyor.

Şimdi durup düşünelim: İki adam da kendi yollarında giderken, hayat onları beklenmedik yönlere savuruyor. Muybridge cinayet işliyor ama sonra dünyanın en kapsamlı hareket analizini yapıyor. Le Prince modern sinemayı icat ediyor ama tam dünyaya açılacakken ortadan kayboluyor.

Bu arada Muybridge’in çalışmalarının başka bir etkisi daha var. Zoopraxiscope adını verdiği bir alet icat ediyor. Bu alet, çektiği fotoğrafları bir disk üzerine yerleştirip hızla döndürerek hareket yanılsaması yaratıyordu. Yani bir nevi ilkel bir film projektörüydü. Le Prince’in tek lensli kamerası kadar gelişmiş değildi belki ama sinema teknolojisinin gelişiminde önemli bir adımdı.

Ve işin ilginç yanı, bu iki adamın çalışmaları birbirini tamamlar gibiydi. Muybridge hareketi parçalarına ayırıp incelemeyi öğretti bize, Le Prince ise bu parçaları birleştirip akıcı bir görüntü elde etmenin yolunu buldu.

Bu iki adamın çalışmalarının günümüze kalan etkileri de bir hayli ilginç. Muybridge’in fotoğrafları bugün hâlâ animatörler tarafından kullanılıyor. Pixar’dan tutun da video oyunu yapımcılarına kadar, gerçekçi hareket yaratmak isteyen herkes onun çalışmalarına başvuruyor. Adamın 150 yıl önce çektiği fotoğraflar, bugünün dijital dünyasında hâlâ referans kaynağı… İnanılmaz değil mi?

İki adam da kendi dönemlerinde tam anlamıyla takdir edilemediler. Muybridge’i çoğu kişi “karısını aldatan adamı öldüren fotoğrafçı” olarak hatırlıyordu. Oysa TIME dergisi onu “19. yüzyılın Steve Jobs’u” olarak tanımladı daha sonra. Neden mi? Çünkü tıpkı Jobs gibi, var olan teknolojileri alıp bambaşka bir şekilde bir araya getirdi ve ortaya devrim niteliğinde bir şey çıkardı.

Le Prince ise daha da hazin… Edison Kinetoscope’u icat ettiğini iddia edip tüm şöhreti üstüne alırken, Le Prince’in oğlu babasının haklarını korumak için mahkemelerde savaşıyordu. Bu arada oğlu da onun çektiği ilk görüntülerde var. Ve onun hikayesi de trajik bir şekilde sonlanıyor: Oğul Adolf, babasının kaybolmasından yıllar sonra, ölü olarak bulundu. Evet, doğru duydunuz. Bu filmi çeken baba ortadan kayboldu, filmde oynayan oğlu ölü bulundu. Bazıları bunun bir intihar olduğunu söylüyor, bazıları cinayet, bazılarıysa patent hırsızlığı yani bu işte Edison’un bir parmağı olduğunu… Ama kimse gerçek cevabın ne olduğunu bilmiyor.

Peki bütün bunlar bize ne anlatıyor? “Sinemayı kim icat etti?” sorusunun tek bir cevabı yok. Muybridge atların koşuşunu kaydederken bir bilim insanı titizliğiyle çalışıyordu, Le Prince ailesini filme alırken bir sanatçı gözüyle bakıyordu, Edison kinetoskopu geliştirirken bir iş adamı kafasıyla düşünüyordu, Lumière kardeşler fabrikalarından çıkan işçileri çekerken belgeselci bir yaklaşımla gerçek hayatı perdeye yansıtmaya çalışıyorlardı.

Hepsi de aslında aynı bilmecenin farklı parçalarını çözüyorlardı.

Bugün bildiğimiz sinema, işte bu farklı vizyonların, yaklaşımların, hayallerin bir karışımı. Karşımızda tek bir mucit değil, bir grup öncünün kolektif çabası var. Her biri kendi yolunda ilerlerken, farkında olmadan bir sonraki adımın temellerini attı.

Artık cep telefonlarımızla bile film çekebildiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Ve bu yolculuk, Muybridge’in yan yana dizdiği 24 fotoğraf makinesiyle başladı. Le Prince’in tek lensli kamerasıyla devam etti. Edison’un kinetoskopu ve Lumière kardeşlerin sinematografı ile şekillendi.

Yine de bazen şöyle düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Le Prince o trende kaybolmasaydı ve icadını dünyaya tanıtabilseydi, belki de bugün sinema tarihinin başlangıcını 1895 değil, 1888 olarak öğrenecektik. Kim bilir?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir