Kategoriler
Felsefe Teknoloji

Ted Kaczynski’nin Karanlık Hikayesi

Yaşayan en zeki suçlu, kendi isteğiyle yakalandı ve yine kendi isteğiyle geçtiğimiz günlerde yaşamını sona erdirdi.
Bu adam 1978’de el yapımı primitif bir bombayı kendi elleriyle hazırlayıp bir Üniversitesi’ye posta yoluyla gönderince FBI’ın radarına takıldı. Bu tarihten sonra tam 17 yıl boyunca giderek daha sofistike bombaları yapıp bunları Üniversiteler, bilgisayar şirketleri ve havayolları gibi hedeflere yine posta yoluyla ya da bizzat ulaştırdı. Bu eylemleriyle 3 kişinin ölümüne ve onlarca kişinin yaralanmasına yol açtı.
Peki neden başka bir şey yöntemi değil de postalama yöntemini kullandı?
– Bir dakikalığına posta sistemini düşünmenizi istiyorum. Kayıtsız, uyurgezer bir koyun gibi davranmayı bırakıp gerçekten düşünmenizi istiyorum. İnanın, bunu düşünmeye değer bulacaksınız. Bir kağıt parçası sanki sınıfta el değiştirir gibi kıtanın öbür tarafına gidebiliyor. Size dünyanın diğer tarafından bir kek gönderebilirim. Tek yapmam gereken kutunun üstüne isminizi yazmak. Sonra da üzerine pul yapıştırıp postalamak. Gördüğünüz gibi işe yarıyor çünkü zincirdeki her insan beyinsiz bir robot gibi hareket ediyor. Ben bir adres yazıyorum ve onlar da itaat ediyorlar. Soru yok. Hedeften sapma yok. Sonsuzluğu düşünmek için durmak yok. Ya da güzelliği. Ya da ölümü. Hatta sizin gibi özgür irade taraftarları için bile üzerinde isminiz yazan bir kutu gelse itaat etmenin dışında bir şey düşünmezsiniz. Bu sizin hatanız değil. Toplum sizi bu hale getirdi. Ama siz koyunsunuz ve koyunlar dünyasında yaşıyorsunuz. Ve hepiniz birer koyun olduğunuzdan, tek yapabildiğiniz şey itaat etmek. Bu sayede herkese, her yerde ulaşıp dokunabiliyorum. Ve size de ulaşıp, dokunabilirim. Hemen, şu anda…
1979’da FBI onu yakalayabilmek için özel bir ekip kurdu ve tarihe “UNABOM” adıyla geçen bu davayı soruşturmaya başladı.
– UNABOM timine hoş geldin.
Bu öylesine kurulmuş bir ekip değildi. Bu dava resmi kayıtlara göre FBI tarihinin çözmek için en çok para ve zaman harcadığı davası haline geldi.
– Tarihin en ölümcül seri bombacısının peşindeyiz. Unabomber. 17 yıldır bir yerlere bomba yerleştiriyor ve postayla yolluyor. 16 bomba, 3 ölü, onlarca yaralı. Gerçekten kim olduğuna ve bunu neden yaptığına dair bir fikrimiz yok.
ABD’nin en iyi analistleri, araştırmacıları ve uzmanlarından oluşan tam zamanlı 150 kişilik bir ekip! 18 yıl boyunca bu kişiyi bulmaya çalıştı. Adını bile bilmedikleri için “Unabomber” dedikleri bu kişiyi.
– Ona Unabomber diyoruz. Çünkü ilk hedefleri Üniversiteler ve havaalanlarıydı. “UN” Üniversite için “A” Airline (havaalanı) için… Yani UNABOM. Oysa kendine “FC” diyor. Yani “Freedom Club – Özgürlük Kulübü.” Bütün mektuplarında bu ifadeyi kullanıyor. Ayrıca bombalarında da bu ifadeyi kullanıyor.
Bombalarla geçen 17 yıl. Hepsi de FC imzalı. Peki bu adam neler mi yaptı?
– Northwestern 1978. 79’da bir başkası. Kasım 79’da neredeyse Amerikan havayollarının 444 nolu uçağını düşürüyordu. Bomba irtifa ölçere bağlı şekilde havayoluyla gönderildi. 22 yolcu yaralandı. 1980, United Airlines başkanının yüzü parçalandı. Üniversite bombalamaları 81’de, 82’de… Bilgisayar bilimi profesörleri, mühendislik profesörleri… Vanderbilt’teki zavallı bir sekreter patronuna gelen bir paketi açtı. Boom! 82’de ve 85’de başka üniversiteler… 85’de Boeing… 85 ve 87’de iki bilgisayar dükkanı… İkincisinde ilk ölüm gerçekleşti.
İşte orada ilk görgü şahidi ortaya çıktı. Onun tarifiyle tarihteki en ünlü suçlu resimlerinden biri olan bu resim çizildi. Kendisinin görüldüğünü anlayınca tam 6 yıl boyunca hiç bir şey yapmadı. Hatta bu yüzden öldüğünü düşündüler. Ama sonra geri döndü.
– Kaliforniya Üniversitesi, Yale Üniversitesi… Sessizlik döneminde daha güçlü ve daha karmaşık bombalar geliştirmiş ve eylemleri devam ediyor. Neden bu hedefler? Neden şimdi? İpucu yok.
Ekip, ipucu bulabilmek için, bulunan bomba bileşenlerinin mümkün olan her türlü adli ve bilimsel incelemesini yaptı, aralarında bir bağlantı var mı diye kurbanların yaşamlarını en ince ayrıntısına kadar inceledi. Fakat bu adam arkasında hiçbir adli kanıt bırakmıyordu.
– İşin aslı elimizde delil yok. Ne DNA, ne de parmak izi. Bombalarını atıklardan yapıyor. Bu yüzden ülkedeki çöplükleri dolaştık, yine bir sonuç çıkmadı. Ama eninde sonunda çuvallayacağını düşünüyoruz.
Ama çuvallamadı.
– Her bombanın en parçalanmaz kısmına “FC” harflerini kazıyor.
Freedom Club: Özgürlük Kulübü.
– Patlamada sağlam kalacak parça. O olduğuna emin olmamız için. Fazla lehimleme yapıyor. Bağlantıları saklıyor gibi.
Neden bu titizlik?
– Ayrıca bağlantı yerlerinde kimsenin bahsetmediği ekstra yapıştırıcı var. Tamamen gereksiz. Üstüne döküyor. İmza. Yöntem değil. Çatlakların görünmesini istemiyor.
17 yıl boyunca 150 kişilik bir ekibin 50 milyon dolar harcayarak bulabildiği yegane şeyler bunlardı.
Titizlikle hazırlanmış bombalar ve yine aynı titizlikle yazılmış mektuplar. Yıllar boyunca daktiloyla yazılmış mektuplar yolladı.
– İtaat etmenizi istiyorlar. Kendileri gibi sizin de koyun olmanızı istiyorlar. İtaat eden, sorgulamayan, makinenin bir parçası. Otur dendiğinde oturan, kalk dendiğinde kalkan. İnsanlığınız ve iradenizden maaş, altın yıldız ve daha büyük TV’ler için vazgeçmenizi istiyorlar. İnsan olmanın tek yolu, özgür olmanın tek yolu, isyan etmek. Sizi ezmeye çalışacaklar. Sizi itaatkar, koyun gibi, uşak gibi yapmak için her taktiği deneyecekler. Ama onlara izin veremezsiniz. Kendinizin efendisi olmalısınız. Bu uğurda gerekeni yapmalısınız. Onların makinelerinde amaçsız bir dişli gibi yaşamaktansa, insan gibi ölmek daha iyidir.
Öldürdüğü insanlar onun için gerçekten ne ifade ediyordu acaba?
– Muhtemelen insan değil. Onlar sembol. Bir mesaj veriyorsun. Bu yüzden postayı kullanıyorsun.
Bu yüzden postayı kullandı. Çünkü bu bir mesaj. Gizli bir mesaj. Ama neyi sembolize ediyordu? Hadi öldürdüğü insanları önemsemiyordu ama peki dünyanın geri kalanına ne anlatmak istiyordu? Bize ne anlatmaya çalışıyordu?
– Kendinize kontrolün sizde olduğunu söylüyorsunuz. Size, teknolojinize ve makinelerinize itaat ediyorlar. Ama arabanız ya da telefonunuz olmasa ne yapardınız? Ya bütün uçaklar dursa? On yıl önce, bilgisayarlar pahalı oyuncaklardı. Bugün, onlar olmadan, bildiğimiz haliyle uygarlık çöker. Elektrik kesintisi, bilgisayar çökmesi, arabanın çalışmaması, telefonun çalmaması korkusuyla yaşıyorsunuz. Bunların olmaması için hayatınızı ve toplumu düzenliyorsunuz. Her şey onların ihtiyaçları etrafında dönüyor, sizin değil. Sinyal veriyorlar, zıplıyorsunuz. Ses veriyorlar, cevap veriyorsunuz. Kendinize sorun bakalım, kontrol gerçekten kimde? Sizde mi, yoksa onlarda mı?
Diğer suçlulardan ve seri katillerden çok daha farklı olarak bu adamın kişisel bir felsefesi vardı… Bir mesaj vermeye çalışıyordu. Posta yoluyla gönderdiği bombalar onun için bir ünlem işaretiydi! Asıl cümlenin geri kalanına dikkat çekmek istiyordu. Soruşturmanın 18. yılına girildiğinde ilginç bir gelişme oldu.
– Haklıydın. New York Times aradı. Bir paket gelmiş. Buna “Unabomber Manifestosu” diyorlar: “Endüstriyel Toplum ve Geleceği – Yazan FC.”
Manifesto dendiğine bakmayın, resmen bir felsefe kitabı bu: Endüstri Toplumu ve Geleceği. Kitabı okursanız bunun bir suçlu tarafından yazıldığına inanmanız mümkün değil. Çağdaş bir filozof tarafından kaleme alınmış gibi. Ve o bunun yayınlanmasını istiyor. Ve eğer yayınlanmazsa…
– San Francisco gazetesine ulaşan mektupta yolcu uçağı patlatma tehdidi.
Tehditlere başlıyor.
– Unabomber’ın izi olduğunu söylüyorlar. Yetkililer mektubu gönderenin bombaları gönderen terörist… Unabomber saldırmaya hazır görünüyor. Bu kez hedef, Los Angeles’tan kalkan bir yolcu uçağı.
Yayınlayın ya da yeni saldırılara hazır olun!
– Bu, FC terörist grubunun mesajıdır. Orjinalligini kanıtlamak için kimlik numaramız 553254394. The New York Times’a bir anlaşma önerimiz var. Manifestomuzu yayınlarsanız bütün terörist eylemlerden kalıcı olarak vazgeçeceğiz.
Unabomber adlı bu katil, gazeteler onun bu uzun yazısını yayınlarsa bombalı paket yollamayı bırakacağını söyledi. Peki neden?
– Eminim biliyorsunuzdur, bombalar da dikkat çeker ama fikirler devrim yaratır. Tek amacımız bu. Ve sözümüzü tutmazsak insanlar bize saygı duymaz ve fikirlerimizi kabul etmeyebilirler.
Şimdi soru şu, bir seri katilin sözüne güvenilebilir mi?
– Amerikan hükümeti teröristlerle pazarlık yapmaz.
Elbette bir de bu var. Ama 150 kişilik soruşturma ekibinden bazı analistler eğer bu belgeyi yayınlarlarsa birisinin onu tanıyabileceğini düşünüyor.
– Birisi idyolektini, ideolojisini ya da ikisini de tanıyabilir. 17 yıldır parmak izi bile bulamadınız. Şimdi dilbilimsel parmak izi verdi.
İdyolekt çok ilginç bir teknik. Herkesin kullandığı özel bir dil var. Hepimiz kendimize has bir Türkçe konuşuyoruz. Kullandığımız kelimeler ve deyimler bizi biz yapan şeyler. Tıpkı parmak izimiz gibi. İşte bu adamın yazdıklarından onun kimliğini anlama işine adli dilbiliminde “idyolekt” adı veriliyor.
– Tek bir kişiye özgü konuşma örüntülerine verdiğimiz isim.
Dilbilimsel parmak izi. Kim olduğunu anlamak için nasıl konuştuğuna bakıyorsunuz. Peki bu adam nasıl konuşuyordu?
– Amacımız bu büyüme ve gelişmeyi destekleyenleri cezalandırmaktan çok fikirleri yaymak. Manifestomuz The New York Times ya da ulusal dağıtımı olan başka bir süreli yayın tarafından basılmazsa gönderilmeyi bekleyen bir bomba daha var.
İşte tam bu noktada kamuoyunda bir tartışma başlıyor. Ortamı hayal etmeye çalışın. Rastgele hedeflere gönderilen bombalı paketler var. Yani biri her an size de gelebilir. Böyle bir durumda onunla pazarlık yapıp yazısını yayınlama karşılığında bu saldırıları durdurmayı destekler miydiniz? Her kafadan bir ses çıkmaya başlıyor. Bunlardan belki de en ilginci pornografik bir derginin baş editöründen geliyor.
– Ben Bob Guccione, Penthouse Dergisi’nin baş editörü.
Evet herkes prim yapma peşinde 🙂 Bu kişi de makaleyi yayınlamayı teklif ediyor, düzeltmeden ve tam metin olarak Penthouse Dergisi’nde.
– Kitlemiz The New York Times’ınkiyle neredeyse aynı. Pentagon içerisinde en çok satan dergi olduğumuzu da eklemeliyim 🙂
Pentagon’da bile en çok satan dergi. Bu iyiydi. Peki bombacı bu teklife nasıl cevap veriyor biliyor musunuz?
– Bay Guccione, çok memnun olduk ve teşekkür ederiz. Seks dergilerine karşı olmasak da tırnak içinde “saygıdeğer bir dergide” yayınlanmak bizim için avantajlı olur.
O itibar peşinde. Ne yazdığını da, nerede yayınlanması gerektiğini de iyi biliyor.
– The New York Times ilk yayın hakkına sahip. Sonra Washington Post ve ondan sonra Penthouse. Fakat sadece Penthouse yayınlarsa bir tane daha ölümcül bomba gönderme hakkımız saklıdır.
Peki tam bu yol ayırımında FBI ne yapıyor dersiniz? Kendi içinde ikiye bölünüyor…
– On tane doktorası ve 500 IQ’su olduğunu biliyorum ama yine de seri katil, değil mi? Ve seri katiller ne ister? Kontrol, güç, saygı.
Ve bir de ödül olarak hatıra toplarlar.
– Seri katiller parmak, kulak toplar. Seri tecavüzcüler iç çamaşırı toplar. Onun istediği hatıra ne? Ne istiyor? Gazetede manifestoyu yayınlamak.
Gazeteler onun için ödüle dönüşebilecek bir hatıra. Eğer yazısı yayınlarsa, onu alıp saklayacak. İşte bu noktada akıllarına enteresan bir strateji geliyor. New York Times gazetesi ülkenin her yerinde satılan çok yaygın bir gazete. Onu istediği yerden istediği zaman alabilir. Ama Washington Post San Francisco’da yani onun aktif olduğu Körfez Bölgesi’nde sadece bir bayide satılıyor.
– Eğer sadece Post’ta yayınlarsak insanların aldığını ve okuduğunu görmek isteyecek. Fikirlerinin fark yarattığını görmek isteyecek.
Ve öyle yapıyorlar. Yazıyı sadece Washington Post’ta yayınlamayı kabul ediyorlar. Bu bana çok ironik geliyor. Postalarla mesajını yaymaya çalışan birinin yazdıklarını adında posta kelimesi geçen bir gazetede yayınlama fikri 🙂
19 Eylül 1995 tarihinde The Washington Post gazetesinde 35000 kelimelik bu uzun yazı yayınlanıyor. Bu gazetenin dijital arşivinde gönderilen orijinal metni hala görebilirsiniz. Linki her zaman olduğu gibi açıklamalar bölümünden ulaşabileceğiniz web sitemde var.
Unabomber’ın yazısı yayınlandı.
FBI yedek kuvvetleri de çağırarak San Frnasico’da bu gazetenin o yıllarda satıldığı tek bayinin etrafını adeta ablukaya aldı. Oraya ve çevresine ekiplerini yığdı. Gizli polisler. Keskin nişancılar. O gün yüzlerce kişi sorgulandı. Onlarca kişi göz altına alındı.
Ama o bulunamadı.
Evet, bu kişi onu duymamız için uğraşıyordu.
Peki mesajı ne?
Teknoloji çok kötü! Ve bizler hapı yutmuş durumdayız. Unabomber gönderdiği ve gazetede yayınlattığı bu uzun metinle kendi zihnine doğru bir kapı aralamıştı. Şimdi oradan girmeyi bir deneyelim mi?
Kitabın açılış cümlesi:
“Endüstri Devrimi ve sonuçları insan ırkı için bir felaket olmuştur. Teknolojinin bizi özgürleştirmesi gerekiyordu ama öyle olmadı.”
Yani arabalar gibi. Arabalar icat edildi ve biz de istediğimiz yere gidebilir hale geldik. Ama sonra araba sahibi olmak neredeyse zorunlu hale geldi. Daha fazla sınırlandık ve kısıtlandık. Daha sonra bütün şehirler arabalar düşünülerek tasarlandı. Arabaya binmeden yiyecek alamayacak hale geldik. Buna zorunlu hale getirdiler bizi. Televizyon zararsız gözüküyordu, bizi değiştirene kadar… Her yere kamera koyup, onunla bizi izlemelerine izin verdik. Arabamız var ama acelemiz varsa hızlı süremiyoruz, ya da rahatlamak için yavaş süremiyoruz. Başlangıçta kontrol bizdeydi. Şimdi kendi teknolojimizin kölesi olduk.
“İnsanlar sosyal makinedeki ürünlere ve çarklara indirgeniyor. Onurdan, otonomiden ve özgürlükten yoksun. Tek seçeneğimiz itaat. Kafesteki farelere dönüşüyoruz. Peşinden koştuğumuz peynirin şaşkınlığıyla dikkatimiz dağılmış durumda. Statü, terfi, para, daha iyi araba, daha büyük ev, daha çok televizyon. Eğlenceyle tükenmiş, terapi ve Prozac’la düzeltilmiş. Artık özgür olmak isteyene kadar. Ya da düzeltilemiyorsan, akıl hastanesi. Ya da hapishane. Tek alternatif, tek umudumuz, özgür olmanın tek yolu her şeyi havaya uçurmak.”
Kitap böyle fikirlerle devam ediyor. Bu fikirlerin yer aldığı tüm paragraflar numaralandırılmış. Yani kitabın bir yazım formatı var.
İşte analistler bu formatı ve yazılanları didik didik ettiler. En ufak bir hata bile olsa onu bulmaya çalıştılar. Ve en sonunda buldular. Daha doğrusu buldukları şeyin bir hata olduğunu zannettiler.
– Bir şey buldum. Bir hata buldum. 185. Paragraf!
Hemen bakalım. Evet, burada. 185. Paragraf.
“Sanayi toplumunun olumsuz etkilerini yok etmeye gelince, keki hem yiyip hem de ona sahip olamazsınız.”
“Eat your cake and have it too – Keki hem yiyip hem de ona sahip olamazsınız.”
Bu İngilizce bir deyim. Ama cümle yapısı böyle değil. Tersten yazmış.
– Tersten. Hata buldum.
Bulduklarını zannettikleri bu ipucuna döneceğiz ama bu yazı gazetede yayınlandıktan bir süre sonra tüm davanın kaderini değiştirecek asıl gelişme meydana geliyor.
– Unabomber’ın manifestosunu okudun mu? Bence okumalısın. Bence gidip Washington Post alıp okumalısın. Kaczynski.
Evet, posta kutusunda gördüğünüz bu adı unutmayın. Kaczynski. Hayır, seri katil o değil. Ama yazıyı okuyunca kardeşi olabileceğinden şüphelenmeye başlamış. Bazı fikirleri ve cümleleri onun üslubuna benzetmiş.
Kardeşi uzunca bir süre önce işini gücünü bırakmış ve 1970’li yıllardan itibaren kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde tek başına yaşamaya başlamış.
– Birlikte inşa ettiğimiz kulübe. O matematikçi. Mükemmel matematiksel oranla kulübeyi tasarladı. Elektrik ya da su yok. Mükemmel sadelik. Gerçekten çok güzel.
Orada topraktan geçimini sağlıyor. Yiyecek topluyor ya da avlanıyor. Küçük bir bahçesi var. Yılda sadece 400 dolar harcayarak kıt kanaat geçiniyor. Böyle bir yaşam tarzını seçmiş.
– Biliyorum bir çok insan, buna bakıp onu deli buluyor. Sadece ideallerine göre yaşama cesareti gösteriyor. Buna saygı duyuyorum.
Ailesiyle yıllardır yüz yüze görüşmeyen bu kişinin tek iletişim şekli mektuplar. Ve işte abisi onun yazdığı mektupları FBI’a veriyor. Sadece kendisine değil, aynı zamanda annesine yazdıklarını da…
– Çok mutlu bir çocuktu. Nerede yanlış yaptım? Ne oldu?
Mutlu bir çocukluk. Gayet normal bir aile. İşin ilginci çok da iyi eğitim almış. Dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olarak kabul edilen Harvard’a gitmiş.
– Harvard’da mı başına bir şey geldi? Bana hiçbir şey anlatmadı. Ama oradayken onda bir şeylerin değiştiğini hissettim.
Oradayken ne mi olmuş? Hikayemizin en sürpriz dönemeçlerinden birine hazır mısınız? Bu çok zeki çocuk daha 16 yaşındayken bu üniversiteden kabul almış. Orada kendisini ifade edebileceği hocaları olmuş. Profesörlerle saatler süren konuşmalar yapıyormuş. O yaştaki birisi için çok ileri seviyede olgun fikirleri varmış.
Üniversitenin ikinci yılında çok saygı duyduğu bir hocası onu bir deneye katılmaya ikna etmiş. Deneklere, kişisel felsefelerini bir öğrenci arkadaşıyla tartışacakları söylenmiş ve kişisel inançlarını ve arzularını detaylandıran bazı makaleler yazmaları istenmiş. Sonra bu yazdıklarını adeta bir cephane gibi kullanarak onları sözlü olarak taciz etmeye başlamışlar. Fikirlerini kasten küçümsemişler. O sırada elektrotlarla deneğin fizyolojik reaksiyonlarını izlemişler. Tüm bu seanslar filme alınmış ​​ve deneklerin öfke ve hiddet ifadeleri daha sonra onlara tekrar tekrar oynatılmış. 3 yıl boyunca her hafta onu bir odaya alıp bu şekilde küçük düşürücü sözler ve ifadelerle deneyi sürdürmüşler. Toplamda 200 saat süren bu seansların amacı neymiş biliyor musunuz? Beyin yıkamak. Kimi kaynaklara göre CIA’in MK Ultra adını verdiği bu psikolojik programının amacı başta Sovyetler Birliği olmak üzere ele geçirilen ajanların ideolojisini değiştirerek bildiği sırları söylemelerini sağlamak.
Bu arada hemen söyleyelim, hala bu kişinin aradıkları seri katil olup olmadıklarından emin değiller. Bundan emin olabilmek için bu kez onun annesi ve kardeşinden aldıkları mektupları analiz etmeye başlamışlar.
– (Mektup analizi) Eğitim psikolojisi. İnatçı. Nüans ve ideoloji. Ortak kelimeler. Bu o. Bulduk. Onu bulduk.
Sadece kullandığı dildeki benzerlikten yola çıkarak onu bulduklarını düşünen bu analistler hemen soluğu FBI’daki ekip merkezinde almış.
– Bu Unabomber. Theodore Kaczynski. 1942 Şikago doğumlu, yani 53 yaşında. IQ’su 167. Gerçek bir deha. Tam burslu olarak Harvard’a girdi. Matematik doktorası var. Michigan Üniversitesi, 1968.
Üstelik manifestonun formatıyla da uyuyor. Üniversite zamanında yazdığı doktora tezi mükemmeldi. Ödül kazandı ve basıldı. O kadar iyiydi ki, sadece dört beş matematikçi anlayabildi.
– İki yıl Berkeley’de ders verdi. Sonra da Lincoln, Montana’daki bir kulübeye çekildi. Kardeşiyle bu kulübeyi inşa etti. Manifestoda tarif ettiği hayatı yaşıyor.
Teknolojiden bağımsız ve yalnız. Yazdıklarını manifestoyla karşılaştırınca düzinelerce benzerlik buldular.
– Üniversitelerde güvende hissediyor. Bombaları kendisi yerleştiriyor. Zaman çizelgesine uyuyor. Dil de uyumlu. Onu buldum. Ted Kaczynski. Unabomber.
Evet onu buldular ancak hikayemiz burada bitmedi. Bu kadar zeki birisini yakalayabilmek için bu kez bir de hukuki bir mücadele vermek gerekiyor. Çünkü buldukları sadece dilbilgisi benzerliği. Onu bombalamalara bağlayabilmek için daha güçlü kanıtlara ihtiyaçları var. Böyle bir delili eğer yok etmediyse bulabilmenin tek yolu onun kulübesini aramak.
– Arama izni yok mu?
Bu kez de arama iznine takılıyorlar. Bir yandan medya bunu hemen duyurma telaşında. Öte yandan polis kulübeye baskın yapmak istiyor. Ama bunun için önce Savcının yargıçtan istekte bulunması lazım, sonra da yargıcın bu izizn için bir karar vermesi lazım. Tüm bunların 24 saat içinde yapılması lazım. Yoksa medya bunu duyuracak.
– Şöyle yapacağız. Masada Ted Kaczynski’nin 150 mektubu var. Ted’in mektuplarıyla manifesto arasında paralel fikirler, kavramlar ve ifadeler arıyoruz.
Bunları yazan kişinin manifestoyu yazdığını kanıtlamak için mümkün olduğunca ipucu topluyorlar..
– Getirdim. Ted’in mektuplarıyla manifesto arasında yüzlerce dilbilimsel benzerlik bulduk.
Ama savcı bunlarla ikna olmuyor.
– İmlaya bağlı olarak tutuklama emri çıkartmamı mı istiyorsunuz?
Kanıtlama yükümlülüğünü sağlamaya yakın bile değilsiniz diyor.
– Altına ismimi yazacaksam daha fazlasını getirin. Delil, gerekçe istiyorum. Sizin tarafınızdayım. Burada bekleyeceğim. Ama geçerli bir neden görmezsem imzalamam.
Ekip incelemesini geliştirip akşama kadar daha fazlasını toplayıp getiriyor.
– Aynısından daha fazla istemedim. Daha iyisini istedim. Bana açık bir delil lazım.
Kendi kariyerini korumak için değil Anayasayı korumak için daha sağlam bir delil istediğini söylüyıor.
– Açık bir delil bul, yoksa bir şey imzalayamam.
Daha sağlam delili nerede buluyorlar biliyor musunuz? Kaczynski’nin yazdıklarında buldukları tek hatada!
– Paragraf 185: “Keki hem yiyip hem de sahip olamazsın.”
Paragraf 185. Hata zannettikleri şey aslında öyle değilmiş.
– Diğer türlü değil mi? “Keke hem sahip olup hem de yiyemezsin.” Hem mektupta hem de manifestoda yanlış yazılmış? İki kere yanlış yazmış.
Hayır, iki kere doğru yazmış. Doğru olan bu.
– Biz öyle söylemeyi bıraktık ama Kaczynski doğru kullanıyor. Hepimiz yanlış söylüyoruz. Açık delil istiyordun. Açık atasözüne ne dersin?
Savcı tamam. Gece yarısı yargıcı arıyor hemen. Şimdi onun tüm bunları okuyup anlayıp bir karar vermesi gerekecek.
– Tamam, elimizde ne varmış bir bakalım. Nım, nım, nım…
Sabaha kadar okuyor. Bir türlü ikna olmuyor. Batı hukuk geleneğinde benzer bir örnek bulamıyor. Öte yandan ekipler kulübeye baskın yapmak için hazır.
– İzin olmadan bu işi yapamayız.
Ve beklenen arama izni nihayet geliyor. Sonrasında çok temkinli bir baskın! FBI ajanları, 3 Nisan 1996’da Kaczynski’yi kulübesinde göz altına alıyor.
– Ted, efendi gibi davranırsan biz de öyle yaparız. Kulübeni aramak için iznimiz var. Şüpheli yakalandı ve gözaltında.
Yapılan aramada, bomba bomba yapımında kullanılabilecek malzemelerin yanı sıra elle yazılmış 40000 sayfaya yakın belge bulunuyor.
– Ve Amerika tarihindeki en uzun ve en gergin insan avı bir şüpheliye ulaştı ve belki de sona erebilir.
Kaczynski kendisine yöneltilen suçalamaları dikkatlice okuduğunda karşısına şu ifadeler çıkıyor.
– Karşılaştırmalı dilbilimsel analiz.
Sonrasında çok tartışmalı bir dava süreci başlıyor. Tartışmalı geçiyor çünkü tutuklanan sanık, bunu isteyen savcıyı ve arama izni veren yargıcı alt edebilecek derecede hukuki bilgiye sahip ve en önemlisi mahkeme salonundaki herkesten daha zeki.
– Ted Kaczynski’nin Unabomber olduğunu biliyoruz ama mahkemeye gidemiyoruz. Davada çok fazla teknik mesele var. Jüri karşısına çıkarsak risk alırız. Unabomber’ın IQ’su 168. Bir düşünsenize. 168!
Ted Kaczynskyi mahkemeye tek başına giderse, kurtulabilir. Giderse kaybolur. Kaybolursa yeniden başlar. Ama bu kez onu bulamayız. Bunun olmamasının tek yolu suçunu kabul etmesi.
O yüzden ona verilen avukatlar da dahil olmak üzere herkes belli bir stratejide anlaşıyor.
Kulübesi ülkenin bir ucundan diğerine taşınıyor.
– Sadece beni değil evimi de hapse attınız.
Akıl sağlığının yerinde olmadığı söyleniyor.
– Ve şizofreni teşhisi kondu.
Kardeşi, ailesi, avukatları ona karşı çalışıyor. Kulübeyi ülkenin diğer ucundan oraya getirtenler onlar. Böylece şunu söyleyebilecekler: “Zavallı adam, şu kulübeye bakın. Böyle yaşamak için deli olmalı.”
– Yazdığın her şeyi çarpıtacaklar. Mahkemenin sonucu belli. Sence ölüm sana yapabileceklerinin en kötüsü mü? Seni akıl hastanesine kapatacaklar.
Orada yavaşça uyum sağlayacaksın. Haplar, elektroşok tedavisi, tehdit, ceza, ödül… iyileşene kadar. Yıllar sürebilir. Ama olacak. Normal olacaksın.
– Topluma katılacaksın, kredi kartın, bir dairen olacak. Dokuzdan beşe çalışacağın bir işin olacak. İlk maaşınla cep telefonu alacaksın. Bir sonrakiyle televizyon.
Bu kulübe ahlaki cesaretin sembolüydü. Onu gösterip diyecekler ki “böyle yaşayan biri deli olmalı.”
– Kulübeyi getirdiler ama ormanı getirmediler. Ya da yağmuru. Çok güzeldi.
Aslında ironi şu. Kulübeyi onun deliliğinin kanıtı olarak gösterecekler. Ama…
– Ama herkes böyle yaşamakla yetinseydi daha fazla savaş olmazdı. Yoksulluk ya da kirlilik olmazdı.
Daha da ironik olanı şu. Neredeyse 30 senedir 3 metreye 4 metrelik bir kulübede tek başına elektrik ve su bile olmadan yaşayan birini, yine 3 metreye 4 metrelik bir hücreye kapatmak istiyorlar. Üstelik bu kez elektriği ve susyu olan, üç öğün sıcak yemek verilen bir yere.
– Ama özgürlüğü istedin. İnsanlık onurunu, özerkliğini istedin. Bunu herkes ister. O kadar çok istiyorlar ki insanlıklarının bir kısmını kurtarmak için her gün ölüyorlar. Şunu düşün. Kariyerim boyunca öldürdüğümü söyledikleri insan sayısından çok daha fazlası intihardan öldü. Antidepresan, estetik ameliyat ve fast food yüzünden daha çok kişi öldü. Neden herkes benden bu kadar korkuyor? Kendine şunu sor: Neden o takım elbiseliler çaresizce deli olduğumu kanıtlamaya çalışıyorlar? Sana söyleyeyim. Çünkü haklı olduğumu biliyorlar. Ben uyanığım. Onlar uyuyorlar. Ve bir gün uyanıp telefonlarını, televizyonlarını ve video oyunlarını kapatıp senin ve benim yaptığımız gibi kendileriyle yüzleşmekten korkuyorlar. Bir dahakine bana biraz kağıt ve pul getir. Burada çok cimriler ve yazacağım çok şey var.
Kırmızı ışık, yeşil ışık. Kim içeride, kim dışarıda?
Ona içeride yeni kağıtlar ve kalemler veriyorlar. O da yazmaya devam ediyor. Yeni kitabı bu: Teknolojik Kölelik. Bendeki kopyası 2022’de genişletilerek yapılan 4. Baskı. Bazı kategorilerde en çok satanlar listesine girmiş durumda.
Bazı akademisyenler onu geçmişteki fikir insanlarıyla kıyaslıyor.
“Eğer bu bir delinin işiyse, o zaman Jean Jacques Rousseau, Thomas Paine, Karl Marx gibi pek çok siyaset filozofunun yazıları bundan daha aklı başında değil.”
“Kaczynski’nin ve fikirlerinin asıl rahatsız edici yönü, çok yabancı olmaları değil, çok tanıdık olmalarıdır” diyor bir başkası.
“Kaczynski’yi istisnai bir deli ve dahi olarak görmeliyiz” diyenler de var. “Çünkü alternatifi çok daha korkutucu” diye ekliyorlar.
O hapisteyken hakkında pek çok belgesel ve film yapıldı. Fikirleri çizgi romanlara dönüştü. Mahkemesi sırasında taşınan kulübesi müzelerde sergilendi. Kulübenin içindeki eşyaları açık arttırmada satılarak elde edilen 15 milyon dolarlık gelir kurbanların ve zarar görenlerin ailelerine verildi.
Onu bir kahraman olarak görenler var. Hatta 96 seçimlerinde “Unabomber Başkan olsun” kampanyası yapanlar bile oldu. Benim videoda alıntı yaptığım bu dizi 2017’de yayınlandıktan sonra görüşlerinden ilham alan ve kendilerine “Neo-Luddites” diyen bir grup primitif yaşam tarzını benimsemeye karar verdi.
Evet, bu gerçek hikaye adeta Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a dönüşmesi hikayesi gibi. Filmlerin en popüler kötüsü.
Ya da benzer başka bir örnek. Breaking Bad’den Walter White’ın iyiden kötüye dönüşümü hikayesi gibi. Dizilerin en popüler kötüsü.
O zaman ben de size bir hikaye anlatayım.
Bir akşam tek başıma arabayla eve gidiyordum. Çok geç bir saatti. Dışarıda pek kimse yoktu, hele yollar bomboştu. Kırmızı ışıkta durdum, bekledim. Ne gelen var, ne giden. Ortalıkta benimkinden başka araba yoktu. Ama yine de bekledim. İtaat ettim.
– O zaman fark ettim ki, mesele teknoloji değildi, makineler değildi. Bize ne yaptıklarıyla ilgiliydi. Çünkü kalplerimiz özgür değildi.
Bütün mesele bunun farkına varmak galiba. Peki farkına varıp da ne olacak? Biz de gidip başkalarına mı bir şey yapacağız?
– Peki şimdi ne olacak? Bilmiyorum. Ne istersek değil mi?
Kırmızı ışık, yeşil ışık.
Hangisini istersek, değil mi?

“Ted Kaczynski’nin Karanlık Hikayesi” için 10 yanıt

Tam da bunları sorguladığım bir dönemin için de bunları izlemiş olmak beni tekrar derin düşüncelere itti. Ben yazılım alanında ilerleyen birisi olarak bazen hata mı yapıyorum diyorum. Bir gün bizi yutabilecek bu teknoloji için katkı sağlamak ne kadar etik bilmiyorum. Alanıma ile bu düşüncelerim arasında sıkışmış durumdayım.Ardında bırakıp gitmek yani bir kaçış çözüm değil ama içinde kalıp fayda sağladığını bilmek de vicdani gibi gelmiyor.Eminim bu sorguda boğulan sadece ben değilim. Sence bu noktada ne yapılmalı Barış abi?

Ben böyle şeyler çok severim,bunun gibi çoklu dizi ve filmler izledim ve az da olsa bazı şeyleri anlaya biliyorum. Böyle şeylerin yalnızca filmlerde olmadığına bir az sevindim(sebepini tam bilemedim).

Teknoloji kölesi olmak, endüstri devrimine uyum sağlamak ne kadar koyunluksa bir insanın IQ sunu belirten rakamlara ve orijinal bir katil olmasına aldanarak fikirlerini benimsemek ve yaşam stilini taklit etmek de o kadar koyunluktur.

Felsefik bakış açısı çok iyi, bunu düşününce bende hem fikir oldum adamla bende kendi fikir ve düşüncelerimi benimsemek isterim. Bu zamanda bazı üst kuruluşların altında beyin kölesi konumunda olmak istemem.

Washington post linki bulamadim

Gönderirmisiniz veya video altına ling eklermisiniz haber bekliyoruz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir