Kategoriler
Bilim Edebiyat Sinema Teknoloji Uzay

3 Cisim Problemi

“3 Cisim Problemi” Çin’li bilim-kurgu yazarı Liu Cixin’in kaleme aldığı üç romanlık bir serinin ilk kitabı. 2008 yılında yayımlandıktan sonra çok ilgi uyandırdı, pek çok ödül aldı ve dolayısıyla adaptasyonları yapıldı. Bunlardan biri geçen yıl (2023’te) Prime Video’da gösterime giren 30 bölümlük Çin yapımı “3 Cisim” dizisi. Diğeri de geçtiğimiz hafta Netflix’te yayımlanan 8 bölümlük “3 Cisim Problemi” dizisi. 

Bu sonuncu versiyonun yapımcıları aynı zamanda televizyon tarihinin en önemli dizilerinden kabul edilen “Game of Thrones”a da imza attığı için beklentiler çok büyüktü. Yayınlandıktan kısa bir süre sonra ABD listelerinde en çok izlenenlere girdi. Romanı okuyanlarla diziyi izleyenler arasında tartışmalar çıkmaya başladı. Aşırı beğenenlerle, hiç beğenmeyenler arasındaki mesafe hızla büyüdü.

Ben bu videoda ne bu tartışmalara gireceğim, ne de dizi analizi yapacağım. Eldeki malzemeyi bilimsel bir bakış açısıyla değerlendireceğim. Çünkü o malzeme düşüncelerinizi kışkırtacak, beyninizi gıdıklayacak bir potansiyele sahip. Zaten dizinin alt türü de bu şekilde ifade ediliyor: “cerebral sci-fi thriller – beyinsel bilim kurgu gerilim.”

Yine de kişisel düşüncemi merak edenlere Netflix dizisi hakkındaki yorumumu çok sevdiğim bir film ismiyle yapayım: “İyi, kötü ve çirkin” tarafları olan bir dizi yapmışlar. Biz çirkinlikleri ve kötülükleri bir yana bırakıp iyi taraflarına odaklanacağız. Çünkü orada, kuantum mekaniği var. Fiziğin ve matematiğin çözemediği problemlere değiniliyor. Fermi paradoksundan giriliyor, oyun teorisinden geçilip kaos teorisine ulaşılıyor. Proton kadar yani atomdan küçük süper bilgisayarlar, onun içinde özerk hareket edebilen yapay zeka, oyunlaştırma, VR kasklar kullanılıyor. Dizinin mekanları arasında parçacık hızlandırıcıları, Çerenkov tankları var. “Işık hızına yakın hızlarda seyahat mümkün mü? Kuantum dolanıklığıyla bilgi iletimi yapılabilir mi?” gibi soruları düşündürüyor. Güneş gibi yıldızları antene dönüştürme fikri de var, insan beynini dondurma, ya da vücudu kurutup tekrar kullanma fikri de… İşte eldeki malzeme böylesine zengin. 

Bu zengin malzemeden bugüne kadar yapılan adaptasyonları değerlendirecek olursak şöyle bir benzetme yapabilirim. Netflix dizisini bu konseptlere giriş katı olarak değerlendirin. Yani 1. Seviye olsun. Onun üstünde Çin yapımı dizi var. 2. Katta. Romanların kendisini de elbette 3.kat ya da 3. Seviye olarak kabul edebiliriz. Çatı katındaysa bizi varoluşsal bir kriz bekliyor. 

İşte bu videoda daha çok dizi uyarlamasındaki karakterler ve sahneler üzerinden bilimsel ve teknolojik anlamada bir değerlendirem yapacağız. Aralara irili ufaklı “spoiler”lar girebilir. Dizileri izleyecek ya da romanı okuyacak vaktim yok diyenler işin bilimsel tarafını merak edenler açısından hiçbir problem yok. 

Önce adından başlayalım.

3 cisim probleminin kaynağı nedir? 

İlk romanın ve dizinin adı 3 Cisim Problemi. Bu fizikte ve matematikte tanımlanmış bir problem. Kökeni bu kitaba dayanıyor. Bu kitap 1687 yılında Isaac Newton tarafından yazıldı. “Kafasına elma düşünce aklına yerçekimi fikri geldi” hikayesiyle meşhur olan fizikçi. İlk bölümün 66. Önermesinde Newton, karşılıklı olarak çekimsel güçlere maruz kalan üç büyük cismin hareketleri sorununu tanımlıyor.

Şöyle düşünebiliriz bu konuyu. Diyelim ki evren son derece basit bir yer. Öyle trilyonlarca yıldız filan yok. Tüm evrende topu topu sadece iki tane gök cismi var. Ve bu cisimler kütleçekimi anlamında birbirini etkiliyor. Dünya ve Ay’ı düşünün. Dünya Ay’ı etkiliyor. O yüzden Ay etrafımızda dönüyor. Ay da Dünya’yı etkiliyor. Gelgitler meydana geliyor, sular çekiliyor ya da yükseliyor. Newton, lisede formüllerini öğrendiğimiz klasik mekaniğin yasalarını işte bu etkileri inceleyerek yazdı. Dünya ve Ay gibi iki cisim olduğunda bunların hareketlerini hesaplayabilmek artık bizim için kolay. Örneğin 8 Nisan 2024’te Ay Güneş’in önünden geçecek ve gölgesi Kuzey Amerika üzerinden geçecek. Güneş tutulması meydana gelecek. Ben de heyecanla bu olayı izlemek için hazırlık yapıyorum şu anda. Belki canlı yayın bile yaparım o sırada. Dakika dakika gölgenin nereden geçeceğini hesaplayabildiğimiz için bu tür hazırlıkları da yapabiliyoruz. Yani 2 cisim problemini 400 yıl kadar önce çözdük.

Ancak 2 değil 3 gök cismi olduğunda problem başlıyor. 3 cisim problemi.  Birbirlerine aynı anda kuvvet uygulayan üç veya daha fazla gök cismi olduğunda bu sistem adeta çöküyor. Yörüngeler kaotik hale geliyor. Bu durumu anlayabilmenin en iyi yolu simülasyonlar kullanmak. Ben epeyce bir araştırdıktan sonra bu durumu size çok güzel gösteren birkaç tane online simülasyonlar buldum. Linklerini açıklamalar bölümüne bırakırım. İsterseniz siz de deneyebilirsiniz. Orada farklı uzaklıklardaki üç cismi sadece birkaç parametreye dayalı olarak deneyebiliyorsunuz. Ve bazı denemelerde sonuçların nasıl da kaotik bir hale gelebildiğini görebiliyorsunuz. 

Bu konuda Güneş sistemi bile sanıldığından çok daha karmaşık. Bazı astrofizikçiler bunu denemişler. Muhtemelen bu romandan etkilenip yayınlandıktan 1 yıl sonra 2009’da Güneş sistemine dair bildiğimiz tüm verileri bir simülasyona yüklemişler. 5 milyar yıl sonra gezegenlerin hangi konumda olacağını hesaplamışlar. Sonra Güneş’e en yakın olan Merkür gezegeninin mesafesini 1 mm kısaltarak bir deneme daha yapmışlar. +/- 1 mm’lik böyle bir fark bile hesaplamalarda çok aşırı farklılıklara yol açmış. Bazı hesaplamalarda Merkür Güneş’e çarpmaya, bazı hesaplamalarda da Venüs gezegeniyle çarpışmaya başlamış. Daha da ilginç olan bir simülasyonda tüm Güneş Sistemi kaotik bir duruma girmiş.

Romanın yazarı Liu Cixin işte tam olarak böylesi bir durumdan esinlenmiş

  • Şu anda sahip olduğumuz fizik ve matematik bilgisiyle üç kütlenin hareketini bile tahmin edemiyoruz. Sadece üç gök cisimli en basit evren modeli bile bizim için öngörülemez durumda şu anda.

Zaten dizide bir sahnede göreceğimiz “Oyun Teorisi” kitabı ya da “Kaos Teorisi” kavramı bu konuya işaret ediyor ki bu videonun en sonunda o sahneden bahsedeceğim. “Einstein’ın kemanı” esprisinin yapıldığı sahneden söz ediyorum. Bana göre en kilit bölümlerden biri orası. 

Neyse biz yazarın ilham kaynağı olan 3 cisim problemine dönelim. Bu eserde Trisolaris adlı kurgusal gezegen üç güneşli bir yıldız sistemine sahip. Trisolaris zaten üç güneş demek, dizide San-ti olarak kısaltmışlar ki bu da Çince 3 cisim demek. Ben ikisini karışık kullanacağım bu videoda. Alpha Centauri yıldız sistemi içinde, Dünya’dan yaklaşık 4,21 ışıkyılı uzaklıkta bulunan bir gezegen. O gezegen olmasa da bu yıldız sistemi gerçekten var orada. Bu simülasyonun sol tarafında bu üç yıldızın ve gezegenin isimlerini ve hareketlerini görebilirsiniz. İşte böylesi bir ortam onun istikrarlı ve kaotik dönemler arasında dalgalandığı anlamına geliyor: Gezegen bir güneşin etrafında döndüğünde bu, istikrarlı bir dönem. Başka bir güneş gezegeni kaptığında, üç güneş arasındaki çekim alanında dolaşarak kaotik bir döneme neden oluyor. Kaotik bir çağda, yaşam koşulları çok aşırı zor bir hale gelebilir, hatta tümüyle yok olabilir. Bizim dünyamızda bile büyük yokoluş dönemlerinden söz ediliyor ancak insanların yaşadığı dönemde hiç kaoitk bir duruma girmedik. Oysa uzaylılar girmiş. San-Ti’nin kendi gezegenlerinden ayrılıp kitlesel bir göçe başlamalarının sebebi işte bu: Üç cisim probleminin bilinen tam bir çözümü yok.

Sophon nedir? 

Sophon, dizideki süper bilgisayar. Kapandığında bir proton küçüklüğünde. Yani atom altı bir parçacığa dönüşebiliyor. Ama açıldığında tüm bir gezegeni kaplayabilecek boyutlarda. Dizide onun nasıl yapıldığına dair çok fazla bir ayrıntıya girilmiyor ama kitapta ince ince anlatılıyor. “Bilgisayarın devrelerinin kapladığı toplam alan Trisolaris kıtalarının üzerini onlarca kez kapsayacak büyüklükteydi; yazılımın hata ayıklama işlemi bir on beş bin saate mâl oldu” deniyor. Sonra daha da şiirselleşiyor: “Bir Sophon doğurduk. Bir protona bilgelik yükledik. Bu yapabileceğimiz en küçük yapay zekâdır.” 

İşte Sophon böyle bir şey. Böylesine büyük bir bilgisayarı bir protona dönüştürmek için çok boyutlu evren modellerini kullanıyorlar. Yerleşik bir yapay zekaya sahip olduğu için, kendi kararlarını verebiliyor ve özerk bir şekilde hareket edebiliyor. Atom altı bir parçacık kadar olduğundan Dünya’ya neredeyse ışık hızında gönderebilmişler. Yani yaklaşık 4 yılda. Toplamda 4 Sophon yapılmış. 2 tanesi Dünya’da 2 tanesi de Trisolaris’te. Bunlar çiftler halinde kuantum dolanıklığına sahip. Böylece gerçek zamanlı bilgi iletimini açıklamış oluyorlar. Dünya’ya gönderilme sebepleri insanları gözetlemek ve bilimsel araştırmalarını sabote etmek. Her şeyi görüp duyabildikleri için, insanların ne planladığını bilmek ve teknolojiye müdahale etmek bu minik bilgisayarlar için oldukça kolay. Örneğin dünyanın dört bir yanındaki ekranlara “Sizler böceksiniz” mesajını yazabiliyorlar. 

Şu anda aşina olduğumuz pek çok bilimsel ve teknolojik kavramı kullanarak yazmış romanın yazarı ve dizinin yaratıcıları. Tabi çok önemli bir ayrıntıyı açıklamamışlar. Bu bilgisayarın pili nerede? Yani enerji problemi. Sophon’un var olabilmesi için çevresinden enerji çekip bunu depolayabilmesi gerekir. Ayrıca yine de fizikle sınırlı olmak durumundalar. Her zaman, aynı anda her yerde olamazlar. Işık hızında hareket eden bir parçacık Dünya’nın çevresini saniyede 7 kez turlayabilse de bu bir fiziksel sınırlama.  Bir de uzaylıların da bu bilgisayardaki yapay zekanın da önemli bir başka sınırlaması var. İnsanların konuşmalarını dinlerken yalan gibi, aldatma gibi kavramları anlamakta  zorlanıyorlar. Hatta bir yerde “kırmızı başlıklı kız” masalını dinlerken şöyle bir yorum yapıyor: “Bir yalancı hakkında anlatılan bir yalan.” Evet, insanlığın ortak kültürü böyle masallarla şekillendi ne de olsa…

Vera’nın atladığı tank nedir?

Dizinin ilk bölümünde Dr. Vera büyük bir tankın tepesindeki bir platforma çıkıyor, ve oradan atlıyor. Tankın içindeki sulara düşerek ölüyor. Çerenkov tankı da denilen bu dev yapı bir parçacık dedektörü. Dünyada gerçekten de böyle tanklar var ve hatta Antarktika’daki bir tanesi hakkında ayrıntılı bir video hazırlamıştım. Orada “hayalet parçacıkları” yani nötrinoları tespit etmeye çalışıyorlar. Bir parçacık bir ortamda ışık hızından daha hızlı hareket ederse, bir ışıma etkisi yaratır. Buna Çerenkov ışıması denir. E hani ışık hızından daha hızlı gidilemiyordu? Evet, hiçbir şey boşlukta ışık hızından daha hızlı hareket edemez. Ancak ışık, su gibi şeffaf bir ortamdan geçerken hızı, ortamın kırılma indisi nedeniyle yavaşlar: Oda sıcaklığında suyun kırılma indisi 1,33’tür, dolayısıyla ışığın bu ortamdaki hızı, boşluktaki hızından daha azdır. Bir nötrino, tankın içinde depolanan su molekülleriyle etkileşime girdiğinde, tankı çevreleyen küçük daireler şeklinde gözüken fotomultiplikatör tüplerinde bir dizi etki başlatır. İşte bilim insanları bu etkiyi ölçerek hayalet parçacıkları anlamaya çalışıyorlar. Bu arada bu yükseklikten suya düşen birinin mutlaka ölmesi gerekmez ama dizide Vera’nın deneyi kapatıldığı için su seviyesi de azalıp çok sığ bir düzeye iniyor, o yüzden de bu düşüş onun için öldürücü oluyor. 

Auggie’nin gözlerindeki geri sayım nasıl mümkün olabilir?

Dizide Auggie’nin gözlerinde bir geri sayım başlıyor. Dudaklarında değil, gözlerinde. Bunu sadece o görebiliyor. Başkaları göremiyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Dizide ve romanda bunun sebebi olarak az önce bahsettiğim ışık hızında hareket edebilen süperbilgisayarlar olan sophonlar gösteriliyor. Peki gerçekte başka bir yöntemle böyle bir şeyi yapabilmek mümkün mü? Aslında az önceki soruya verdiğimiz cevaba benzer bir mantık yürütülebilir. Bazı malzemelerde, partiküller ışığın bu malzemede seyahat ettiğinden daha hızlı hareket edebiliyorlar. Bu hareketlerinden sonra ışığı bir koni şeklinde yayıyorlar. Tıpkı sesten hızlı giden süpersonik bir jet motorunun üzerimizden geçtiğinde sesli bir patlama etkisi yaratması gibi. Burada ses yerine ışık hızında benzer bir etki meydana geliyor. Dolayısıyla nasıl kulakta ses etkisi yaratılabiliyorsa teorik olarak gözde de görsel bir etki yaratılabilir. Bir geri sayım görüntüsünün oluşmasını işte böyle açıklayabiliriz.

Tüm yıldızlar aynı anda kırpışabilir mi?

İlk bölümün sonunda yıldızların hep beraber kırpıştığını görüyoruz. Üstelik bu kez sadece bir iki karakter değil, dünyadaki tüm insanlar aynı şeyi görüyorlar. Evet, atmosferik kırınımdan dolayı yıldızlar gökyüzünde kırpışır ama tamamen kapanıp açılmaları gerçekte mümkün değildir. Yıldızlar gökyüzünde kırpışıyor gibi görünür çünkü ışık atmosferimiz boyunca bize ulaşırken atmosferdeki hareketli hava kütleleri tarafından bükülür ve bozulur. Bu ışık kırılması, yıldızın ışığının bir noktada toplanmasını veya dağılmasını sağlar, bu da yıldızın parlaklığının gözle görülür bir şekilde değişmesine neden olur. Yani biz öyle görürüz. Ancak dizide tüm gökyüzü aynı anda kırpışıyor ve bu fenomeni dünyanın her yerinden aynı şekilde görüyorlar. Bunu dizinin kendi mantığı dışında fiziksel olarak açıklayabilmemiz imkansız. 

VR oyun kaskı nasıl çalışıyor? 

Dizideki VR oyun kasklarının tasarımı çok şık. Acaip beğendim. Olsa hemen alırım. Bu arada kitapta bütün vücuda giyilen bir kıyafet bu. Her halükarda bunları taktığınızda çok gerçekçi bir sanal gerçeklik deneyimi yaşamaya başlıyorsunuz. Shang Hanedanlığı’ndan Tudor dönemi İngiltere’sine kadar farklı zaman dilimlerinde, farklı karakterler haline geliyorsunuz. Bu karakteri ya da oyunu seçme şansınız yok. Ama başkasının kaskını takarsanız oyundan sert bir şekilde atılıyorsunuz. O kadar sert ki katananın darbesini boynunuzda hissedebilmek mümkün. Şu anda böylesine gerçekçi bir VR gözlüğe teknolojik olarak en yakın cihaz Apple Vision Pro. Ama o bile çok uzak. Çünkü burada ondan çok daha fazlası var. Sadece görmüyorsunuz, hissedebiliyorsunuz, koklayabiliyorsunuz, dokunabiliyorsunuz, tadabiliyorsunuz. Yani bu VR kaskı, Dünya’da daha önce kimsenin yaşamadığı bir deneyim sunuyor. Bu kaskı kullananlar aslında oyun görünümü altında uzaylıların gezegenini üç cisim probleminden kurtarmaya çalışıyorlar. Peki böylesi özelliklere sahip bir kask yapmak ileride mümkün olabilir mi? Bir görüntüyü göstermek ya da ses çıkarmak başka bir şey; koku, dokunma ve tatma hislerini vermek bambaşka bir şey. Bu tür duyuları hissedebilmemiz için kaskın beynimizdeki nörolojik sinyallere müdahale etmesi gerekir. Yani Neuralink benzeri bir çip yerleştirilirse bu derece gerçekçi bir şekilde beynimizi hackleyebiliriz belki. Öte yandan insanların kendilerine dokunulduğunu veya bir çeşit tat duyumunu aldıklarını hissettirebileceğiniz deneyler şu anda yapılıyor. Ancak bunların fiziksel bir müdehale olmadan, tak-çıkar kolaylığında bir kaska dönüşebilmesi elimizdeki bilgilerimizle mümkün değil. 

Nanofiber bir gemiyi dilimleyebilir mi? 

Dizide Auggie karakteri, nanofiber teknolojisinde çığır açan bir isim olarak tanıtılıyor. Kitaptaki üç farklı karakterin karışımı gibi olmuş biraz. Auggie, kendiliğinden birleşen sentetik polimer nano elyaflar tasarlayan bir şirket işletiyor. İnovasyonlarını da yoksulluk ve hastalık gibi dünya sorunlarını çözmek için kullanmayı düşünen iyi niyetli biri. Bir bilim insanına göre biraz duygusal açıdan biraz fazla dağınık ama neyse dizi incelemesi yapmıyoruz değil mi? Orada tarif edilen nanofiber teknolojisi milimetrenin milyonda biri kalınlığında olan bir malzeme. Bu tür nanolifler bir atom kalınlığında bir karbon tabakasından yani grafenden yapılabilir. Çok güçlü ve aynı zamanda çok esnek olabilirler. Hem ısıyı hem de elektriği çok iyi iletebilirler. Bu teknoloji şu anda mevcut, ancak laboratuvarlarda çok özel koşullar altında üretiliyor. Bu konudaki zorluklardan biri onları inşa etmeye çalışırken tutan molekülleri de tasarlamak gerekiyor. Dizide sentetik bir elmas küp üzerinde test edildiğini görüyoruz. Elmayı soyar gibi parçalıyor o maddeyi. Teorik olarak bu tür bir kesici yapabilmek mümkün. Ancak bana göre ilk sezonun en iyi bölümü olan 5. Bölümde onun çok daha dehşet verici bir şekilde kullanılışına tanık oluyoruz. Koskoca bir gemiyi içindeki insanlarla beraber dilim dilim parçalıyor. Kan dondurucu bir sahne! Ancak malzeme bilimi açısından bu sahne gerçekçi değil. Her şeyden önce karakterlerin Panama kanalında inşa ettikleri ölçülerde nanofiberler üretmek çok zor ve çok masraflı. Belki bir gün yapılabilir ama şu anda imalat ve inşaat endüstrilerinde kullanılabilir. Aynı zamanda mühimmat dünyasının güvenliğinde de test ediliyor. Bir odayı veya bir yeleği kurşun geçirmez hale getirmeniz gerekiyorsa, bu tür malzemeler inanılmaz derecede hafif ve inanılmaz derecede güçlü. Ayrıca nanofiber teknolojisi, tıpkı Auggie’nin sezon finalinde kullandığı gibi, su filtreleme için kullanılabilecek bir malzeme olarak da görülüyor.

Güneş bir antene dönüşebilir mi?

Güneş, diğer gezegenlerden gelen radyo dalgalarını Dünya’ya yansıtıp yükseltmek için süper bir anten olarak kullanılabilir mi? Çünkü dizide tam da bu yapılıyor. Genç Ye, güneşi kullanarak diğer gezegenlere sinyaller yansıtıp dünya dışı varlıklara mesaj gönderebileceğini keşfediyor. Her ne kadar çok heyecan verici bir teknik gibi gözükse de biraz abartılı bir yöntem bu. Bildiğimiz gibi Güneş, elektromanyetik alanı oluşturan ve iyonize bir gaz olan plazmadan oluşuyor. Plazma dediğimiz şey de; katı, sıvı ve gazla birlikte maddenin dört temel halinden biri. Hatta evrendeki en yaygın hali. Güneş, farklı yapı katmanlarına sahip. Koşullar mükemmel olduğunda, sinyaller ilk katmandan yansıyabilir, ardından bir sonraki katmana yayılabilir ve o katmandan geri yansıyabilir. Sinyaller bu yansımalar sırasında eğer yapıcı bir şekilde girişimde bulunursa, bir amplifikatörün çalışma şekline benzer şekilde bir çoğalma etkisi meydana gelebilir. Dolayısıyla bilim insanları, bir yıldızın sinyalleri odaklama ve güçlendirme yeteneğinin kullanılmasının uzaydaki iletişimi geliştirebileceğine inanıyor. Ancak Güneşin kendisi de elektromanyetik spektrumun bir parçası olan radyo dalgaları üretiyor. İşte bu Güneş radyosu emisyonları, radar ve radyo gibi insan yapımı elektromanyetik sistemlerde parazite neden olabilir.

İnsan vücudu yaşamını korumak için susuz kalabilir mi? (dehydration)

Dizideki VR oyununda gezegenin sakinleri, kaotik dönemlerde hayatta kalabilmek için vücutlarını kurutuyor. İstikrarlı bir dönem oluştuktan sonra kurutulmuş bu vücutlara su vererek hayata geri dönüyorlar. Böyle bir şey mümkün mü? 

Bunu gerçekten yapabilen canlılar var. Örneğin tardigradlar. Diğer adıyla minik su ayıları. Neredeyse tamamen susuz kaldığında bile yaşamını sürdürebilen mikroskobik hayvanlar bunlar. Tıpkı kış uykusuna yatan ayılar gibi onlar da çok sıcak ya da çok soğuk ortamlarda neredeyse ölü dumuna geçiyorlar. Bu şekilde 10 yıldan daha uzun sürelerde kalabiliyorlar. Sonra normal koşullara dönüldüğünde hayatlarına devam ediyorlar. Tam da bu özelliklerinden ötürü bilim insanları onları kullanarak uzayda denemeler yapıyor. Ay’a gönderilen ancak çarparak başarısız olan bir uzay aracında tardigradlar vardı. Belki de hala orada yaşamaya devam ediyor olabilirler. Daha da ilginci bazı bilim insanları onları en yakın yıldız sistemine gönderebileceklerini düşünüyor. Yani 4.2 ışık yılı uzaklıktaki Proxima Centauri’ye. Bir başka deyişle bu dizideki 3 cisimden birine… Bir başka deyişle orada yaşayan canlılar varsa bile biz onlardan önce bir şeyleri göndermeyi düşündük bile 🙂Tabi biz sadece düşündük, onlar çoktan göndermiş olabilirler.

Peki insan vücudunun içinden dizideki oyunda gösterildiği şekilde suyu çeksek, öyle büzüşük durumda kalabilir mi? Buna da dolaylı bir cevap vermek durumundayız. Teorik olarak insan vücudunu kurutarak değil, dondurarak koruyabilmek mümkün. Çekirdek sıcaklığınızın düşürüldüğü ve ardından kanınızın baypas makinelerine aktarıldığı bazı tıbbi prosedürler var. Bu yöntemle kalp ameliyatları ve beyin ameliyatları yapılabiliyor. Ancak herhangi bir makineye bağlanmadan vücudunun tümüyle susuz kalması tamamen bilim kurgu. “Bizim dünyamız için böyle, onlar için öyle olabilir” deniyor. Hatta bunu oyun aracılığıyla anlatıyor. Sağolsunlar insanlara oyunlarla eğitim veriyorlar. Bu da insanların kullandığı bir yöntem: “gamification – oyunlaştırma.”  

Beyni dondurup uyutmak mümkün mü?

İnsan beyni dondurularak uzaya gönderilebilir mi? Dizide bir kanser hastası olduğu için yaşamının sonuna gelen Will’in beyni vücudundan çıkarılıyor, donduruluyor ve uzaya gönderiliyor. Böyle bir şey mümkün mü?

Evet, yine teorik olarak bu mümkün. Kriyojenik uyku deniliyor bu konsepte. Kriyojenik, çok düşük sıcaklıkların üretimini ve etkilerini ele alan bir bilim dalı. 2014 yılı itibariyle sadece ABD’de 250 kişi öldükten sonra vücutlarının özel soğutulmuş tanklara aktarılmasını sağladı ve bu şekilde muhafaza edilmek isteyen 1500 kişi daha bu prosedüre hazırlık yapmaya başladı. Ancak bu kişilerin hepsi de klinik ve yasal olarak öldükten sonra yapılmasını istediler bu işlemin. İleride teknoloji geliştikten sonra belki tekrar yaşama dönebiliriz umuduyla. İşin bu kısmı bilimsel anlamda aşırı şüpheyle karşılanıyor. Yani büyük bir ihtimalle dönemeyecekler.

Ancak yaşarken bunu yaptığınızda mesela kısa sürelerde organ nakli yapılabiliyor az önce de söylediğim gibi. İleride kalp, böbrek, ciğer gibi hayati organları dondurup uzun süreler geçtikten sonra tekrar kullanabilmek mümkün olabilir. Eğer yaşarken beyni ve vücudu dondurabilmek mümkün olursa bu durumda insanlar yaşlanmaz, rüya görmez, yiyecek ve suya ihtiyaç duymaz. Buradaki fikir, düşük sıcaklıkların hayati fonksiyonları sağlam tutması ve vücudun geri kalanının kış uykusuna benzer bir duruma geçmesi. Çok eski bir fikri bu. Firavunların kendini mumyalatması da aynı sonsuzluk düşüncesinden kaynaklanıyor.

Dizide vücudun dondurulup, tekrar ısıtılabilmesi teknolojisinin gerçekleştiği ima ediliyor. Hatta uyutulmuş bir şempanze üzerinde gösteriliyor. Daha doğrusu çok kötü bir CGI efekt kullanarak göstermeye çalışıyorlar. Aynı yöntemle Will’in beyni kriyojenik olarak donduruluyor ve çürümemesi için bir kutuya konuluyor. Sonra da uzaya gönderiliyor. Uzay zaten çok soğuk, bu yüzden de beyni fazla enerji harcamadan biyolojik olarak koruyabilmek mümkün. Ama daha sonra onu çözüp işlevsel hale getirebilmek için bizim herhangi bir teknolojimiz yok. Yani onu kullanarak tekrar bir insan haline getirmekten söz ediyorum. Tıpkı dizide yanına konulan tohumlar gibi. Beyin de insanın bir tohumu olarak kullanılabilir mi düşüncesi var. Biz yapamasak da belki o uzaylı medeniyet bunu yapabilir, kim bilir?

Işığın %1’i hızında hareket eden uzay gemisi yapılabilir mi?

Dizide bir sondayı ışık hızının %1’i kadar hızlandırmak için 300 kadar nükleer patlamanın itki gücü ve bir radyasyon yelkeni kullanma fikri var. Domino etkisi gibi düşünebilirsiniz. Bu gerçekten var olan bir fikir. Adı da “uzayda nükleer tahrik” olarak geçiyor. Görünen o ki, nükleer itiş gücü, eğer onu kullanan motorlar Dünya yerine uzayda çalıştırılırsa çok az radyasyon üretiyor; faydaları arasında enerji kullanımının azalması, kozmik radyasyona daha az maruz kalma ve roketlerin daha hızlı olması gibi sebepler sıralanıyor. Hatta bu konuda ABD hükümetinin enerjiyle ilgili web sitesinde hazırladığı özel bir bölüm bile var. Soğuk Savaş döneminde 1960’lı yıllarda hazırlanan Orion Projesi, atom bombalarıyla çalışan bir nükleer itkiye sahip uzay gemisi geliştirmeye çalışıyordu. Konsept, uzay gemisinin arkasında onu ileri itebilecek güçlü şok dalgaları yaratacak küçük nükleer bombaların patlatılmasını içeriyordu. Ancak güvenlik endişeleri ve uzayda nükleer silahları yasaklayan uluslararası anlaşmalar nedeniyle Orion Projesi hiçbir zaman fiilen inşa edilmedi ve kullanılmadı. 

Einstein Esprisi

Gelelim Einstein esprisine… 

Bu esprinin yapıldığı sahneden hemen önce Ye Wenjie’nin intihar etmiş olan kızı Vera’nın odasında ona ait iki kitabı raflardan alıp incelediğini görüyoruz. Bu kitaplardan biri oyun teorisini anlatan bir kitap. Diğeri Fermi paradoksu hakkında. Enrico Fermi gerçek bir bilim insanı. Zamanında şöyle bir soru sormuştu: Samanyolu’nda milyarlarca yıldız var. Bu yıldızların çoğunun etrafında gezegenler olmalı. Bu gezegenlerden bazılarının yaşamı geliştirme ve barındırma kapasitesine sahip olması gerekir. Tıpkı bizimki gibi. Bazı yaşam biçimlerinin uygarlık oluşturacak kadar uzun süre var olması ve uzay yolculuğu olmasa da en azından radyo dalgalarını keşfetme yeteneğine sahip olması gerekir. Fermi daha sonra şunu öne sürüyor: Eğer bu önceki noktaların tümü doğruysa o zaman uzaylılar nerede? Fermi paradoksu dediğimiz şey bu. Nerede bu uzaylılar?

Bu paradoksa cevap verebilmeye çalışan bazı teoriler var. Üç Cisim Problemi’nden sonra yayımlanan üçlemenin ikinci kitabının adı bu teorilerden biri. Karanlık Orman. Her ne kadar Netflix’teki dizi ağırlıklı olarak ilk kitaptan uyarlanmış gibi gözükse de yer yer bu ikinci kitaptan bazı kısımları da ödünç alıp kullanmış. Ye’nin Saul’la mezarlıkta yaptığı sohbette kızı Vera’nın mezarı üzerinde gezinen böceği fark ettiğinde geçen diyaloglara bu gözle bakabilirsiniz. 

Orijinal kitapta Ye Wenjie, kızının mezarındaki böceği fark ettiğinde, böceğin nasıl kaybolduğunu ve yolunu şaşırdığını, nasıl bir yol izlediğini anlamadığını, kendi feromonlarının peşinde daireler çizerek koştuğunu uzun uzadıya anlatıyor. Başka bir karıncanın feromonal izini keşfettikten sonra ona katılmak için acele ediyor, ancak diğer karıncayı göremeden sadece onun kokusunu takip ediyor. İşte bu olayı bir yabancının niyetini veya bağlılığını ayırt edememek şeklinde bir metafor olarak kullanıyor yazar. 

Dizide Ye’nin Saul’a anlattığı espri, Einstein ve Tanrı’nın enstrümanlar konusunda farklı tercihlere sahip olmasıyla ilgili. Einstein bir şeyler çalmayı istiyor çünkü cennetteki varlığı çok boş, tatmin edici değil. O yüzden de Tanrı’nın saksafon çaldığını duyduğunda ona keman çalarak karşılık veriyor. Tanrı gelip de onun şeyine tekme attığında Einstein’ın bu konuda yanıldığı ortaya çıkıyor. Einstein burada bir sembol. İnsanlığın bugüne kadar çıakrdığı en zeki kişi olarak algılayabilirsiniz. Kendisinden daha üst bir varlıkla karşılaşınca o bile yanıldı: “Never Play With God.”

Bu sahne ve içinde geçen bu söz bence dizinin en kilit noktası. Never play with God. Play hem “çalmak” hem de “oynamak” anlamlarına gelen bir söz. Einstein hem gerçekten keman çalan biri ve hem de “God does not play dice with the universe.” sözünü etmişti bir mektubunda. Kuantum fiziği hakkındaki düşüncesini özetlemek için seçtiği bu söz Türkçe’ye “Tanrı evrenle zar atmaz.” şeklinde çevriliyor ama dikkat ederseniz birebir çeviride “zarla oynamaz” gibi bir anlam da var. 

Bu sahnede uzaylıların varlığını ilk keşfeden ve onlarla haberleşmeyi sağlayan kişi ile dünyanın en zeki insanlarından biri olduğu için “wallfacer” olarak seçilen kişi arasında bir diyaloğa tanık oluyoruz. Orada elbette göremediğimiz bir varlık daha var ve onları gözetliyor. Uzaylıların gönderdiği “Sophon.” Sophon onları dinlerken tehlike hakkındaki uyarıyı nasıl yapabilir? Mizah yoluyla. Espri yaparak. Metafor kullanarak. Çünkü uzaylılar bu tür anlam katmanlarını yorumlamak konusunda beceriksizler. Masalları tam olarak anlayamamalarının sebebi bu. O yüzden Einstein ve Tanrı hikayesi seçilmiş. Biri insanları diğeri de uzaylıları temsil ediyor. Yapılan şakanın sonundaki şey de bizi karanlık orman hipotezine götürüyor. 

Karanlık Orman hipotezi Fermi Paradoksuna teorik bir çözüm. Hani o nerede bu uzaylılar diye soruyordu ya. En azından radyo dalgalarını keşfetmeleri lazımdı. Bu hipoteze göre uzaylılardan sinyal göremememizin veya ziyaret alamamamızın nedeni, hayatta kalma iç güdüsü. Çünkü yabancı bir türle temas kurmak doğası gereği riskli bir durum. Başka bir uzaylı uygarlıkla temasa geçen herhangi bir uygarlık, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir. Çünkü bu uzaylıların ne yapacağını bilmenin hiçbir yolu yoktur. Olası tür yok oluşu karşısında temas riskini almak yerine karşılaştığınız her uzaylı türünü yok etmek en mantıklı seçimdir. 

Biz nasıl etrafımızdaki böceklerden rahatsız oluyorsak, onları gördüğümüz yerde öldürmekte hiçbir sakınca görmüyorsak onlar da bizi öyle görebilir.

Evrende farklı gelişmişlik seviyelerine sahip farklı uygralıkalr ve canlı türleri varsa bu sonuca varmak için yalnızca bir veya iki yabancı tür yeterlidir ve bunu yaptıklarında, bu türler karşılaştıkları diğer türleri anında yok edecek ve diğerleri de saldırıya uğramamak için sessiz olmaları gerektiğini anlayacaklardır. İşte bu tüm evreni stabil bir duruma doğur doğal olarak sürükler diyor bu hipotez. Evren karanlık bir ormana dönüşür. Yani onun sessiz ve bomboş gibi gözüktüğüne bakmayın. İçinde hem sessiz hem de düşmanca saklanan uzaylı uygarlıklarla dolu karanlık bir orman gibidir evren. Kendini tanıtan herhangi bir medeniyet, onlarla etkileşime girerek kendi güvenliklerini riske atmak istemeyen diğer uzaylı medeniyetler tarafından anında yok edilecektir.

Yani Tanrı’nın saksafon çaldığını duyarsanız bir köşede sessizce dinleyin. Kemanınızla ona eşlik etmeye çalışmayın. Tanrı’yla asla çalmayın.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir