Geçenlerde çok güzel bir animasyon izledim. Güzel kelimesi tam olarak ifade etmiyor aslında. Farklı. Çünkü sadece bilgisayardaki basit karakterler kullanılmış. ASCII tablosundaki karakterler. Yeni Zelanda’lı Simon Jansen tek başına oturmuş bilgisayarının başına ve başlamış basmaya klavyesindeki dikey çizgilere, yatay çizgilere, eşittir işaretine, parantez, diyez gibi sembollere. Star Wars’un ilk yayınlanan filmi olan Episode 4’ün 19 dakikasını sadece bu karakterleri kullanarak yapmış.
Böyle basit şekillerin, sembollerin belli bir sırayla dizilmesi ve arka arkaya gösterilmesi nasıl da beynimizde bir hareket illüzyonu oluşturuyor değil mi? Bir anlamda kendimizi kandırıyoruz. O çizgilerin bize ne anlatmak istediğini düşünüyoruz ve cevabı da yine kendimiz veriyoruz. Aslında hareket etmeyen, sabit olarak duran bu şekillerden saniyede 12 taneden fazla görmeye başlarsak onların durduğuna inanamıyoruz.
Hareketsiz şekiller adeta canlanmış gibi oluyor. Zaten animasyonun kelime anlamı da bu. Canlandırma. İyi de canlılığın tek alameti hareketlilik mi? Az önce size gösterdiğim animasyonda hareketlilik olsa da eksik olan bir şeyler var. Duygu. Animatör bu eksikliği diyalogları yazarak kısmen kapatmış. Benzer bir teknik eski hikayeciler tarafından da kullanılır. Mesela Ağustos Böceği ve Karınca gibi fabl türündeki hikayelerde daha iyi bir canlandırma yapabilmek için hayvanlar dile gelip konuşur. Tıpkı insanlar gibi düşünür ve insanlar gibi davranır. Çünkü ancak bu şekilde bize bir duygu aktarımı gerçekleşir. Kendimizi onların yerine koyup empati kurarız ve verilmek istenen mesajı daha iyi anlarız.
Peki animasyonda duyguları aktarmanın yolu nedir? İki boyutlu çizgiler, hareketli olmanın dışında, nasıl daha canlıymış gibi olurlar? Bu soruların cevaplarını araştırmak için 1930’lu yıllarda Disney animasyon stüdyolarında geliştirilen bir çeşit test var. Ya da bir çeşit egzersiz diyelim. Animatörlerden cansız bir nesneyi bir karaktere dönüştürmesini bekliyorlar. Ve seçtikleri bu cansız nesne o günden bugüne kadar binlerce kez canlandırılmış. Hemen her animasyon okulunda ilk verilen egzersiz. Animasyon stüdyolarında işe giriş mülakatlarında portfolyoda ilk bakılan örneklerden biri olmuş. Muhtemelen dünyanın en çok animasyonu yapılan karakteri haline dönüşmüş. Bu cansız nesnenin ne olduğunu merak ettiniz mi? Hazır olun. Geliyor!
Bir un çuvalı. Muhtemelen bir canlı olmaktan en uzak -gibi görünen- nesne. Bir un çuvalını çizmek kolaydır. Ama onu hareketlendirmek, hele de duyguları olan bir karaktere dönüştürmek çok zordur. Sonuçta insan gibi eli, ayağı olmayan; yüzünden, gözünden duygularını okuyamadığımız bir nesneden bahsediyoruz. Onu yürütmek, etrafındaki diğer şeylerle etkileşime sokmak. O yüzden animatörlerin çıraklıktan başlayıp, ustalığa giden yolculuklarında her aşamada kalemlerinin en yakın dostu bu un çuvalıdır.
Neredeyse yüz yıla yakın bir süredir binlerce un çuvalı animasyonu yapılmış. YouTube’da yaptığınız bir arama sonucunda 50000’den fazlasına ulaşabiliyorsunuz.
Aynı nesneyi hem aynı kişinin hayatının farklı dönemlerinde canlandırması hem de farklı kişiler tarafından yıllardır bunun tekrarlanması animasyon sanatının ilerlemesi açısından da çok faydalı oldu. İki Disney animatörü tarafından yazılmış olan The Illussion of Life kitabında bu bulgular toparlanarak animasyonun 12 temel prensibi haline getirildi. Buna göre şunları yaparsanız bir şeklin canlı olduğuna daha kolay ikna olursunuz.
- Sık ve Ger. Böylece onun bir ağırlığı ve hacmi olduğunu daha iyi anlayalım.
- Beklenti oluştur. İzleyenler ne yapacağını merak etsin.
- Sahnele. Neyin önemli olduğunu göster.
- Şu iki teknikten birini kullan. Ya önce ana pozları çizip sonra araları doldur, ya da hareketi en başından en sonuna kadar adım adım oluştur.
- Fizik kanunlarını adapte et. Mesela hızlı giden bir karakter aniden durduğunda diğer parçaları hareket etme eğilimi korumaya çalışsın.
- İvmelendir. Harekete başlarken yavaştan hızlıya, hareketi bitirirken hızlıdan yavaşa doğru bir değişim olsun.
- Yaylandır. Çünkü bir kaç istisna hariç bütün hareketler dümdüz değil bir yay gibidir, dairesel bir yol izler. Yaylandırırsan daha doğal görünür.
- İkinci bir hareket ekle. Ana harekete yardımcı bir hareket eklersen canlılık etkisi artar.
- Zamanla. Çünkü karakterin durumu, duygusu ve tepkileri zamanlamayla çok ilgilidir.
- Abart. Gerçeklik iyidir ama bazen sıkıcı olabilir. İşte o zamanlarda gerçekliği biraz esnetip onu abartabilirsin.
- Üçüncü boyutun farkında ol. Her ne kadar çizimler iki boyutlu olsa da onların inandırıcı olması için üçüncü boyuttaymış gibi olmalılar.
- Cazibe kat. Hareketin bir karizması olsun.
Küp gibi basit bir şekil bu prensipleri kullandığınızda gerçek bir karaktere dönüşebiliyor. Küpe göz ekleyip onu bir sünger yapınca kahkahalar atıyorsunuz. Ya da dünyanın en çok anime edilen karakteri için, bir un çuvalı için üzülüp sevinebiliyorsunuz. Bu prensipleri animasyonun hangi kategorisine eklerseniz ekleyin, işe yarıyor. Cansız nesnelerin aslında hareketsiz hallerini ardarda görünce bize bir haller oluyor.
Tüm bunlar içinde en çok çizilen olmasa da benim en çok sevdiğim karakter satın alındıktan sonra artık bir Disney şirketine dönüşen Pixar’ın karakteri. Her seferinde başlayacak ana hikayeden önce bize kendi küçük hikayesini anlatıyor ve sonra da bir logonun parçası haline geliyor. Gerek animatörlerin, gerek masabaşında saatler geçiren tüm öğrencilerin, çalışanların en yakın dostu. Hepimizin küçük ışık kaynağı. Masa lambası.
“Dünyanın en çok animasyonu yapılan karakteri” için bir yanıt
İki başlıktır ilk olarak buradan okuyorum sonra videoyu izliyorum daha güzel olduğu kesin, bazı anlamları düşünmek için vakit oluşabiliyor ikinci defa duymayla arkadaşlara da tavsiye ederim