Herkes bir hikaye anlatıyor. Herkes kendi hikayesinin peşine düşülmesini istiyor. Bunu en iyi başaranlar da genellikle sinemacılar oluyor. 2019’da çeşitli kategorilerde izlediğim en iyi 19 filmden bahsetmek istiyorum bugün sizlere. Genelde haftada 2-3 film yani yılda 100-150 civarında film izliyorum. Bunların büyük bir kısmını geçmiş yıllarda gösterime giren iyi filmlerden ve geçen yüzyılın klasiklerinden seçmeye çalışıyorum. Bir yandan da hemen her hafta yeni gösterime giren filmlerden birini izliyorum. Bugün vereceğim liste bu yıl gösterime giren filmlerden oluşacak. Tamamen kişisel, sübjektif bir liste. Örneğin yönetmenlerini ve oyuncularını çok sevmeme ve Oscar ve benzeri ödüller kazanacağını tahmin etmeme rağmen “The Irishman” ve “Bir Zamanlar… Hollywood’da” filmlerini bu listeye eklemeye bir türlü elim varmadı. Bu arada bazı filmler bulunduğunuz bölgeye göre henüz gösterime girmemiş olabilir. Ben bunların bazılarını “screenr” adı verilen özel disklerden izliyorum. Ödül mevsimi yaklaşırken film endüstrisinde çalışan profesyonellere ödül oylamalarında yardımcı olabilmek için gönderiliyor bu diskler. Sağolsun o sektörde çalışan animatör bir arkadaşım sayesinde ben de bazı filmleri önden ve birkaç kez izleme şansı yakalıyorum. Listemin ilk sırasına o arkadaşımın da animasyonlarına emek verdiği bir filmi koydum. Gördüğünüz gibi tamamen tarafsız bir liste bu 🙂
Spies In Disguise – Baş karakterlerini Will Smith ve Tom Holland’ın seslendirdiği bir animasyon. James Bond’u düşünün. Onu bir karton karakter olarak hayal edin. Will Smith’in sesini verin. Ve sonra da bir güvercine dönüştürün. Oldukça özgün bir senaryosu var. Temposu yüksek, gayet eğlenceli, ailece izlenebilecek bir animasyon filmi. Bizim oğlan Will Smith’i tanımıyor tabi o Örümcek adamın yeni yüzü Tom Holland için seyretti ama izlerken de gülmekten yerlere yattı.
Honeyland – Bal ülkesi. Bir belgesel. Makedonya’da yaşayan ve arıcılık yapan bir kadının hikayesi. Hatice Muratova’nın. Hayatımda gördüğüm en doğal, en duru, en samimi belgesellerden biri. Trakyalı olmamdan dolayı belki yine taraflı düşünüyor olabilirim ama bu belgesel Sundance film festivalinde bu yıl en çok ödül alan film oldu. Büyük çoğunluğu Türkçe. Tabi baş karakter Makedonya’da yaşadığı için güçlü bir şivesi var, ama ben Türkçe bilmeyenlerin bile altyazısız olarak bu filmi izlediklerinde seveceklerini düşünüyorum. Hele arıcı Hatice Hanım’ın bir gözü ama annesi Nazife Teyze’yle olan ilişkisi o kadar güzel yansıtılmış ki bazı sahneleri nasıl bu kadar doğal çekebildiklerini düşünmeden edemedim. Sonra araştırınca gördüm ki filmin yapımcıları Üsküp’e 30 km uzaklıktaki o ücra yerde tam 3 yıl boyunca onlarla yaşayarak çekim yapmışlar ve bu 1,5 saatlik filmi 400 saatlik ham görüntüden kurgulayarak ortaya çıkarmışlar.
Ad Astra – Bu yılın en merak ettiğim filmlerinden biriydi. Uzayla ilgili bir bilim kurgu sonuçta. Gravity, Interstellar gibi filmleri seven herkes için bu böyleydi sanırım. İzledikten sonra kafamı en çok karıştıran filmlerden de biri oldu. Beğenip, beğenmediğimi bile tam anlayamadım. Çünkü bu filmin anlatmak istediği çok şey var. O kadar yüklü ki. Bir bakıyorsunuz kendinizi Ay yüzeyindeki bir kovalamaca sahnesinde buluyorsunuz ya da uzayda karşınıza birden bire bir maymun çıkıyor. O sahnelerde aksiyon filmi olmaya çalışıyor. Sonra bir bakıyorsunuz uzayın sonsuz boşluğunda terk edilme, kaybolma, kendini arama gibi psikolojik temalara; baba-oğul ilişkisi üzerinden yaratan-yaratılan gibi dini/felsefi varoluşsal sorulara giriyor. Müzikler, sinematografi ve hatta Brad Pitt’in oyunculuğu gayet güzel. Ama hikaye müthiş bir potansiyele sahipken bunu kullanamamış gibi görünüyor. Bu listed bazı filmler için “bir daha izleme endeksi”mi de açıklayacağım. Bu film kesinlikle bir kez daha izlemeye karar verdiğim bir film.
I lost my body – Bedenimi Kaybettim. Fransız yapımı yetişkinlere yönelik bir animasyon. Bu yıl izlediğim en iyi animasyon filmi. Farklı bir aşk hikayesi. Hikaye anlatım teknikleri açısından ortaya koyduğu yaratıcılığı, çizimleri ve hele müziği harika. Netflix’te yayımlandığı için erişimi de kolay. Lafı daha fazla uzatmıyorum. İlk fırsatta izlemenizi tavsiye ediyorum.
Joker – Bu yıl beni en çok şaşırtan film bu oldu diyebilirim. Beğeneceğimi zannetmiyordum. Genelde çok popüler olan şeylere karşı bir antipati oluşmaya başlar ya içinizde. İşte bunun önüne geçmeye çalışmak lazım. Bir karakterin dönüşümünü bir filmin sınırları içerisinde verebilmeyi başarmışlar. Daha önce bu tür bir dönüşümü “Breaking Bad” dizisindeki Walter White karakterinde de görmüştük ama onu bir dizi içinde bölümler halinde izlemiştik. Joker’da bir insanın başta annesi olmak üzere ailesi, arkadaşları ve içinde yaşadığı toplum tarafından nasıl dönüştürülebileceğini epik bir oyunculuk performansıyla izliyorsunuz. Bir kahkaha nasıl aynı anda bir ağlayış gibi hissedilebilir. Komedya ve tragedya zıtlığı ya da aynılığı duygusunu veren bir dram filmi bu. En azından en iyi erkek oyuncu Oscar’ı bu filme gitmezse çok yazık. İçinde şiddet ve kan dolu sahneler de var. Bir de son sahnesi var ki. Öyle güzel yorumlar yapılabilir ki o sahneyle ilgili. Neyse spoiler vermeyelim.
The Laundromat – Bu yılın en önemsenmeden geçilen büyük yapımlarından biri bu. Yönetmen koltuğunda Steven Soderbergh oturuyor sonuçta. Yakın tarihte ortaya çıkan Panama belgeleriyle ilgili çok cesur şeyler söylüyor. Dünyanın ekonomik düzeninin nasıl işlediği, zenginlerin varlıklarını nasıl elde edip, büyütüp, koruduklarını ve bunlara nasıl yasal kılıflar uydurduklarını anlatıyor. Üstelik bunları Gary Oldman, Antonio Banderas ve Meryl Streep gibi popüler ve yetenekli oyunculara yaptırıyor. Oyuncuları kameraya doğrudan konuşturarak yani dördüncü duvarı yıkarak bir YouTube videosu samimiyetinde bir film yapmışlar. Neden bu kadar az duyuldu bu film bilemiyorum tabi…
Toy Story 4 – Bu animasyon direk Pixar kontenjanından listeye girdi. Şu ana kadar neyi yaptılarsa onu en iyi şekilde yapmayı başardılar. Bu filmde de yine gerek hikayecilik ve gerekse de animasyon tekniği açısından yeni şeyler denemişler. Şöyle söyleyim bazı sahnelerde belli bir dönemin ruhunu yansıtmak için o dönemde çekilen filmlerde kameralara takılan lensleri bile simüle etmişler. Ya bu bir animasyon sonuçta. Çocuklar izleyip geçecekler dememişler. Çünkü o çocuklar anne-babalarıyla izliyorlar. Onlar da herkese, her yaşa hitap etmeye çalışıyorlar. Bunu da başarıyorlar. Yine ailece izleyebileceğiniz güzel mesajlar da içeren bir film bu.
Parasite – Parazit Güney Kore yapımı bir film. İşsiz, fakir bir ailenin başından geçenleri anlatan bir komedi. Yılın en çok konuşulan filmlerinden biri. Bazı yerlerde hikaye biraz yavaş ilerlese de bunu yönetmenin kişisel tercihi ve kültürel kodlarıyla ilişkilendirmek lazım. Ben genel olarak beğenmekle birlikte üzerinde konuşulması gereken daha önemli filmler de olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin daha önce yaptığı “snowpiercer” ya da “okja” gibi filmleri bu kadar ilgi görmemişti. Bu da güzel bir film ama içerdiği şiddet öğeleri konusunda sözlü bir uyarıyı da gerektiriyor.
The Farewell – Güney Kore’den Çin’e geçelim şimdi. Çinli bir ailenin en yaşlı üyesi kansere yakalanır. Ailenin daha genç olan diğer fertleri Japonya’ya, ABD’ye göç etmiştir. Büyükannelerinin ölmek üzere olduğu haberi gelince yıllardan hepsi toplanır ve yaşlı kadına hiçbir şey söylemeden onunla vakit geçirmeye çalışırlar. Karanlık bir konu gibi gelebilir ama hiç öyle değil, sıcacık bir aile filmi bu. Çin aile yapısı, kuşaklar arasındaki ilişki komik bir şekilde aktarılmış. Bazı yerlerde Türk aile yapısına da ne kadar benzediğini fark ediyorsunuz. Eve akrabalarınız filan gelince açın bu filmi hep beraber izleyin.
Freaks – Birdenbire karşıma çıkan ve çıktığı için memnun bırakan filmlerden biri bu. Favori türlerim olan gizem, bilim-kurgu türünde olduğu için karşıma çıktı. Hakkında hiçbir şey bilmeden izlemeye başladım ve bırakamadım. Çünkü tüm tahminlerinizi boşa çıkaran bir hikayesi var. Posterine bakınca korku filmi gibi duruyor, öyle değil. Küçük bir çocuk başrolde ama bir çocuk filmi kesinlikle değil. Hem sürükleyici, hem de şaşırtıcı bir film. İzlemesseniz üzülmessiniz, izlerseniz de pişman olmazsınız. İşte öyle bir film. Ne yapayım konusuna giremeyince böyle anlatmak zorunda kalıyorum 🙂
Marriage Story – Evlilik hikayesi. Bu film torpilli bir film. Evet sinema dünyasında da kesinlikle böyle bir şey var. Bazı filmler torpilli. Peki ben neden listeye aldım. Çünkü beğendim. Belli bir hedef kitlenin kendisinden çok şey bulabileceği bir hikayesi var. Neredeyse belgesel gerçekçiliğinde aile içi ilişkiler sorgulanmış. Bir zamanlar ayaklarınızı yerden kesebilecek kadar güçlü bir duygu olan aşkın aradan yıllar geçtikten sonra nasıl başka bir şeye dönüşebileceğini çok etkileyici bir şekilde gösteriyor. Meşhur bir tartışma sahnesi var içinde. Sosyal medyada o sahnenin bile doğaçlama olmadığı şaşırtıcı bir bilgi olarak paylaşılıyor. Evet bu doğru arkadaşlar. Filmlerin bir senaryosu var. En doğaçlama gibi gözüken sahneler bile önce bir senaryo olarak yazılıp geliştiriliyor. Tabiki bazı yönetmenler oyuncularının metin dışı davranmasına onay veriyor ama özellikle Hollywood filmlerinde pek çok yönetmenin, bakın oyuncunun değil yönetmenin bile senaryo üzerindeki değişiklik hakkı sözleşmesinde %5 gibi bir oranla kısıtlanıyor. Bu işler sanatla ilgili olduğu kadar hesap-kitapla da ilgili.
The Great Hack belgeseli sosyal medyada yaşanan bir skandalla ilgili. Ben o skandal henüz yaşanmaktayken ayrıntılı bir video hazırlamıştım. Cambridge Analytica adlı o skandalla ilgili daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler bu belgeseli de izleyebilirler.
The Peanut Butter Falcon oyunculuklar dışında beğendiğim bir film oldu. Down sendromlu genç bir insanın toplum içinde kendisine bir yer bulma arayışı. Ben bu tür sosyal duyarlılığa sahip konuların iyi bir hikayeyle ve biraz da komik bir şekilde anlatılmasını çok seviyorum. Hem o konuya, engellilerin yaşadığı sorunlara karşı bir farkındalık yaratıyor hem de aynı zamanda izlemeye değer bir hikaye anlatıyor. Unutmayın bizim hayallerimiz olduğu gibi, engelli arkadaşlarımızın da hayalleri var. Onları gerçekleştirmek için çaba sarf etmek herkesin hakkı. İşte bunun mücadelesini bir macera olarak sunuyor bize bu film.
Ford v Ferrari Amerikan araba tasarımcısı Carroll Shelby ve sürücü Ken Miles ile ilgili bir hikaye Matt Damon ve Christian Bale tarafından canlandırılıyor. Filmi izlemekteki en büyük motivasyonum da başlangıçta buydu zaten. İçinde Christian Bale’in olması. Bu adamın oyunculuğu her seferinde beni etkiliyor. Fakat filmin içine girince içeriğinin, tarihsel gerçekliğinin de etkisinde kalıyorsunuz. Rekabet, yarış, yeniden denemek, vazgeçmemek gibi ilham verici temalarla dolu. Sinematografisi çok güçlü bir film. Bir daha izleme endeksimde üst sıralarda yer alıyor. İlk fırsatta bir kez daha izleyeceğim. Özellikle gençlerin görmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.
The Art of Racing in the Rain Yine bir yarış filmi. Fakat daha önce bu filmden bahseden kimseyi görmedim. Torpilsiz filmlerden biri. Sanırım böyle uzun isimli filmler pek rağbet görmüyor. Filmin adı “yağmurda yarış sanatı.” İzlerseniz bunun hayatla ilgili çok güzel bir metafor olduğunu göreceksiniz. Ford v Ferrari’deki gibi yarışlar ön planda değil bu filmde. Daha çok yarışçının hayatını, ailesini ve o ailenin çok şirin bir parçası olan köpeğini izliyoruz. Zaten olaylar evin köpeğinin gözünden bize aktarılıyor. Seslendirmesini Kevin Costner yapmış. Bu filmi arkadaşlarınıza, ailenize, sevdiklerinize “şimdi sana hiç duymadığın güzel bir film önereyim” deyip tavsiye edebilirsiniz.
Apollo 11 adından da anlaşılacağı gibi insanlığın Ay’da attığı ilk adımları anlatan bir belgesel. Anlatan diyorum ama bu belgeselde bir anlatıcı yok. Çok güçlü bir kurgu var. Apollo 11 görevinin hazırlıklarından başlayarak tüm süreç, öncesiyle sonrasıyla sadece arşiv görüntüleri kullanılarak aktarılmış. Konuyu derli toplu izlemek ya da hatırlamak isteyenler için bir referans çalışma olmuş.
One cut of the dead 17. Filme geldik ve burada biraz nefesleniyoruz arkadaşlar. Çünkü bu film listemin en ilginç filmi. Bir kere 2017 yapımı ama dünyanın dikkatini ancak bu yıl çekebildi. Dünya sinemalarında bu yıl gösterime girdi. Son derece düşük bütçeli bir Japon filmi. Herkese tavsiye edemem bu filmi. Posterinden de tahmin edebilirsiniz belki. Adını “tek kesikte ölüm” şekline çevirebiliriz ama buradaki kesik aslında film jargonundaki kesme anlamına da geliyor. Filmler çeşitli sahnelerden ve o sahneler de planlardan oluşuyor. Kamerada kayda girdiniz, çektiniz ve kayıttan çıktınız. İşte o aralık bir plan. Yönetmen o planın sonunda “cut” yani “kes” dediği için her bir plan aynı zamanda bir kesme olmuş oluyor. Bu filmi izlemeye başlıyorsunuz. Bir öğrenci filmi tadında başlıyor ve 37 dakika boyunca kamera kayıttan hiç çıkmıyor. İtiraf edeyim filme başladıktan sonra birkaç kez izlemeyi bırakıp sonra tekrar teşebbüs ettim. Ve nihayet ilk 37 dakikayı izledikten sonra film giderek ilginç bir hal almaya başladı. Hiç ayrıntıya girmeyeceğim. Ama bence kısıtlı imkanlarla yapılabilecek en zekice filmi yapmış bu ekip. Filmin aynı zamanda bir komedi filmi olduğunu unutmadan izleyin. Özellikle sonlara doğru durum komedisinin en güzel örneklerinden birine dönüşüyor. Bir yandan bizdeki “Hababam Sınıfı” serisindekine benzer bir atmosfer yakaladım bir yandan da eskilerden yine düşük bütçeli yüksek etkili korku filmi olan Blair Witch Cadısı benzeri bir tad aldım. Herkese göre değil. Ama meraklısının klasiğine dönüşebilir.
The Lion King – listemdeki son animasyon. Eski bir hikayenin yeni bilgisayar teknikleriyle yeniden oluşturulması akımı var biliyorsunuz son yıllarda. Aslan Kral’ın da bundan nasibini almaması olmazdı. Ben o akımın örneklerini genelde beğenmiyorum ama bunun yeri başka. Orijinal Aslan Kral’ı ilk kez gösterime girdiğinde sinemada 3 kez izlemiştim. Aradan geçen yıllar boyunca neredeyse her yıl izlemeye devam ettim. Broadway ve West End’deki müzikallerini görme şansını buldum. Ve bu son varyasyonu da neredeyse orijinaliyle aynı olmasına rağmen bana büyük bir keyif verdi. Çünkü Aslan Kral’ın hikayesi bana göre sinema tarihinin en iyi hikayelerinden biri. Çünkü hikayenin karakterleri ve bu karakterler arasındaki mücadeleler ta Şekspire, oradan Afrika’ya kadar uzanıyor. Joseph Campbell’in teorisini ortaya koyduğu monomit kavramının tipik bir yansıması haline geliyor. Ve benim kitabımda iyi hikayeler, iyi filmler, iyi müzikler defalarca izlenmeyi hak eder ve her izleyişinizde onda farklı bir şeyler bulmaya devam edersiniz.
Bu da bizi listemizin son filmine getiriyor ki aslında bu bir film bile değil. Dizi. Ama 30’ar dakikalık 8 bölümden oluşan ilk sezonu tamamlandığı için ben onu bir film olarak değerlendirip bu listeye koydum. Neredeyse The Irishman filmiyle aynı uzunlukta. Az önceki animasyonumuzun modern Lion King’in de yönetmeni olan Jon Favreau tarafından yapılmış bir proje. Onu Iron Man’in şöforu olarak hatırlayanlar da çıkacaktır ama kendisi kameranın arkasında çok daha başarılı bir film insanı. Ve 2019’da en son izlediğim işi yaptı. Mandalorian
Joseph Campbell’in monomit teorisinden de etkilenerek George Lucas tarafından inşa edilmeye başlanan Star Wars dünyasında son yıllarda gittikçe ruhunu kaybetmeye başlayan filmlere maruz kaldık. Ama bu seri bana rahat bir nefes aldırdı. Hakkında söylenebilecek pek çok şey var ve belki başlıbaşına bir video yapmayı da gerektiriyor bu şeyler. Çünkü sinema sanatı açısından baktığınızda kağıt üzerinde son derece vasat bir proje. Ama bir bütün olarak ele aldığınızda sizi bu dünyadan çıkartıyor, çok uzaktaki bir galaksiye götürüyor. Ve o galaksi içindeki tüm yaratıklara, tüm droidlere rağmen size çok tanıdık geliyor.
“2019’da izlediğim en iyi 19 film” için 4 yanıt
Emekleriniz için teşekkür ederim
Dizinde seçmiş olduğu 19 filmin en az 10 tanesini önceden izleme fırsatım oldu inşallah kalanları da izleyeceğim
Merhaba abi yaptığın videoların sözlü halini bulma ve daha öncesinde gösterdiğin bir program sayesinde önce evde videoyu sonra ise ders aralarında (Teneffüslerde) yazılı olarak metni okuyorum, umarım başarın gün ve gün hiç durmayacak şekilde katlanır ve yapacağın yeni proje ve ya videolarda hiç durmaksızın olan bir bilgi artışı olur, sen bu ülkenin gururusun. (Bu arada programın adı Pocket idi.)
Seviliyorsun ve saygı duyuyorsun…
Harika filmler var listenizde
Çok harika filmler. Listeniz çok güzel. Umarım bende izleyebilirim.