Matrix. Siberuzay. Siberpunk.
Bilimkurgu yoluyla felsefe yapmak deyince akla ilk gelen isimlerden biridir: William Gibson. Çünkü az önce saydığım kelimeleri ilk kez o kullanmıştır yazdığı romanlarda. BladeRunner gibi Matrix gibi bilimkurgu filmlerinin yolunu açmıştır bir anlamda.
İşte 2014’te yazdığı son roman serisinden ilki “The Peripheral” da belli ki yeni bir dalgayı tetikledi. Çünkü bundan aynı isimle uyarlanan oldukça başarılı bir bilimkurgu dizisi başladı.
Dizinin yapımcıları benim bu kanalda daha önce analiz ettiğim “Westworld” dizisinin de yapımcıları olan karı-koca Lisa Joy ve Jonathan Nolan. Hani Hollywood’un en karizmatik yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın kardeşi. Daha da önemlisi dizinin “showrunner”ı Scott Smith tecrübeli bir yazar ve bu sağlam kadro projeyi 4 yıldır geliştiriyor. Çok iddialı bir yapımla karşı karşıyayız.
Bu videonun başında spoiler vermeden kısaca ne hakkında olduğunu anlatacağım. Daha sonra da sadece dizinin ilk bölümünden yola çıkarak bilgisayar oyunları, simülasyon ve gerçeklik konusunda açtığı tartışmaları analiz edeceğim.
Eğer şu sorular ilginizi çekiyorsa bu konular da çekecektir. Bilinç nedir? Transfer edilebilir mi? Vücudumuzla değil de bilinç transferi yoluyla zaman yolculuğu yapabilir miyiz?
Evet bu hikayede gelecekte geçen bir değil iki ayrı zaman çizgisi var.
Bundan 10 yıl sonrasında olduğumuzu hayal edelim şimdi. 2032 yılında. Çok uzak bir gelecek sayılmaz. Teknoloji iyice yükselmiş, ama yaşam standartları da iyice düşmüş bir ortamdayız.
İşte buna “siberpunk” deniyor. Bilim ve teknoloji çok ilerlemiş, ancak insanların büyük bir kısmının yaşam kalitesi çok düşmüş.
Yüksek teknoloji, düşük yaşam.
Pek çok şeyi teknoloji çözdüğü için onun sahipleri zenginleşirken kullanıcılarına yapacak pek de fazla bir şey kalmamış. Amerika’nın kırsal bir bölgesinde yaşayan iki kardeşten biri hayatını para karşılığı oyun oynayarak kazanıyor. Diğeri de 3D Printer dükkanında üç boyutlu baskılar yaparak. Evde ölümcül bir hastalıkla mücadele eden annelerine bakmaya çalışıyorlar.
Ana karakterimiz Flynne, bir savaş gazisi olan abisinden bile iyi bir oyuncu. Zaman zaman VR gözlükleri ondan devralıp onun takıldığı “level”ları ustalıkla geçiyor. Yine de daha çok “gerçek” dünyada vakit geçirmeyi tercih ediyor.
Kahramanlarımızın yakın gelecekteki bu sıradan yaşamları bir gün çok gelişmiş yeni bir VR oyunla değişiveriyor. Henüz beta testi aşamasında olan örümcek şeklindeki bu VR aracı o güne kadar yapılmış diğer örneklerden çok daha gerçekçi olduğu iddiasında.
Flynne abisinin ısrarıyla para kazanabilmek için bu kaskı kafasına geçiriyor ve kendini bir anda 2099 yılının Londra sokaklarında buluyor. Ama abisinin avatarıyla. Yani şu anda motorsikletin üzerinde giden kişiyi onun kardeşi Flynne kontrol ediyor.
Çok gerçekçi tasarlanmış bir oyun gibi değil mi? Flynne de öyle zannediyor başlangıçta. Ama çok kısa bir süre sonra onunla birlikte biz de şu keşfi yapıyoruz. Bu bir oyun değil. Bu insanlığın geleceği.
Kuantum tünelleme yoluyla bilinç transferi yapılabilir hale gelmiş. Bedenimizle değil ama zihnimizle birinci gelecekten ikinci geleceğe sıçramış olduk yani az önce. 2032’den 2099’a…
77 yıl sonraki dünyamızda pek çok şey aynı kalmış gibi gözüküyor değil mi? Hatta neredeyse geleceğe baktığımızda onun geçmişle birleştiğini hissediyoruz. Hikaye ilerledikçe aslında bazı şeylerin önemli ölçüde değiştiğini fark ediyoruz. Örneğin insan ya da robot gibi gözüken cyborg avatarlar var burada. Ve işte bunlara “Peripheral” deniyor. Bu kelimeyi birazdan daha da açacağım. Normalde yapay zekanın yönettiği bu avatarların içine bilinç transferi yoluyla girip onları kontrol edebiliyorsunuz.
Biliyorum böyle hızlıca anlatınca biraz kafa karıştırıcı gibi geliyor. Ama biraz düşününce aslında uydurulan tüm bu kavramların tamamen günümüz gerçekleriyle örtüştüğünü anlıyoruz. Hatta geçmişle.
Ne demişti Yunus Emre: “Bir ben vardır benden içeri.”
Ne alaka diyeceksiniz, bağlam farklı değil mi burada? Aslında pek de farklı değil. Şair Yunus Emre, felsefeci Descartes ve onlardan yüzyıllar sonra yazar Gibson aynı ikilik kavramını farklı şekillerde ifade ediyorlar. Beden ve onun içindeki bilinç.
Motorsikleti kullanan abinin bedeni ve onun içinde o bedeni yöneten kardeşin bilinci. Bir başka ben var bu bedenin içinde.
—
Şimdi tüm bu bilgileri sindirmeye ihtiyacımız var. O yüzden Cyberpunk kurgusundan kısa bir sponsor arası verip Cybersecurity gerçekliğine bir geçiş yapalım. Diyelim ki bir kafeye gittiniz ve orada internete girmek için bir Wi-Fi’ye bağlandınız: “CoffeeFreeWiFi” Ancak bunun ücretsiz Wi-Fi erişimini taklit etmeye çalışan rastgele bir kişi tarafından oluşturulma ihtimali de var. Siz bu ücretsiz Wi-Fi’nin keyfini çıkarırken, o da verilerinize erişebilir. Böylece, kullandığınız bankacılık sistemine bağlandığınızda o bilgileri yakalayabilir. İnternette hemen her gün buna benzer güvenlik açıkları kullanılıyor: Phishing, şifre atakları, DDoS atakları, zararlı yazılımlar ve fidye yazılımları gibi yöntemlerle bilgiler çalınıyor.
Bu videonun sponsoru NordVPN tüm bu ataklara karşı çözüm üreten “Tehdit Koruması” özelliğine sahip. Az önceki kafe örneğinde kendinizi korumak için VPN’i açtığınızda, tüm tarama bilgileriniz, cihazınızla güvenli bir harici sunucu arasında şifreli bir tünel boyunca hareket eder. Bir bilgisayar korsanının erişim noktasına bağlansanız bile, görebildikleri tek şey şifreli anlamsız sözlerdir. NordVPN’in 59 ülkede 5500’den fazla sunucusu var. Bunları tek bir tıklamayla kullanarak gizliliğinizi koruyabilir, internette daha güvenli bir deneyimi hızdan taviz vermeden yaşayabilirsiniz.
Bu kanalın abonelerine özel olarak 2 yıllık planı seçenlere büyük bir indirim ve ek olarak tam 4 ay ücretsiz kullanma şansı veriliyor.
Üstelik 30-gün para iade garantisiyle.
Bu fırsatı yakalamak için https://nordvpn.com/barisozcan adresine uğramayı unutmayın.
—
Simülasyon kavramı eskiden anlatılması ve anlaşılması çok zor bir kavramdı. Neyseki şimdilerde bilgisayar oyunları oynayan hemen herkesin aşina olduğu bir şey. Hele bir de VR deneyimi yaşadıysanız, kendi gerçekliğinizden sıyrılıp başka bir ortamın içine girmenin ne demek olduğunu çok daha iyi hissetmişsinizdir.
Peki ya sadece ortamın değil bir başka vücudun içine girmek ve onu kontrol etmek nasıl bir şeydir acaba? Bu konu felsefeciler arasında “zihin-beden problemi” olarak tartışılıyor. İnsan zihnindeki düşünce ve bilinç ile fiziksel bedenin bir parçası yani bir organ olarak beyin arasındaki ilişki sorgulanıyor.
René Descartes, ta 17. Yüzyılda “bu ikisi birbirinden ayrıdır” diyerek konuyu popüler hale getirmiş. Onun savunduğu bu kartezyen dualizme göre zihin, vücut dışında var olabilir. Vücut ve onun parçası olan beyin kendi başına düşünemez.
Şimdi Descartes’ın düalizm çizimine bir bakın. İlk dikkatinizi çeken şey ne oldu? Gözler değil mi? William Gibson’un roman kapağının bir edisyonunda da aynen böyle bir göz var. O gözün merkezinin dışında kalan yerlerden etrafımızı periferik olarak görüyoruz. Bu birincil anlam. “Peripheral” kelimesinin ikinci anlamı da çevresel demek. Hani bilgisayarlarda çevresel birimler vardır. Klavye gibi. Mouse gibi yan donanımlar. Biz bunlarla bilgisayarı kullanırız. Oyun oynarız. Gözümüz ekranda elimiz klavyenin tuşlarında, oyundaki karakterimizin içine girip onu yönlendiririz. O sırada bilincimiz atomlardan oluşan vücudumuzdan adeta ayrılır ve bitlerden oluşan bir karakterin parçası haline gelir.
Diyelim ki kontrol ettiğimiz bu karakter bir insan değil de yarasa olsun. Neden bu hayvanı seçtim biliyor musunuz? Çünkü çağdaş felsefecilerden biri “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” diye bir yazı yazmıştı zamanında. Bilinç dediğimiz şeyin “zihin-beden problemi”ni içinden çıkılamaz hale getirdiğini söylemişti. Biz gözümüzle görüyoruz ama yarasalar ekolokasyonla yönlerini buluyor.
Bilinç deneyini yapmak için yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmek şart değil. Başka bir hayvan da seçebilirsiniz.
Zaten dizinin ilk bölümünde tam da bununla ilgili bir diyalog var.
- Bu kendini bir aslanın içinde düşünmek gibi bir şey.
- Billy aslan mı?
- Fark etmez, bir hayvan seç işte.
Evet iki kızın az önce gördükleri bir erkek hakkında çekiştirmesi gibi gözüken bu diyalog öylesine yazılmamış.
Burası bir 3D Printer dükkanı. Az sonra çalışanlardan biri geliyor ve neden bir düğün pastasının üzerine koymak için bir gelin iki damat figürü siparişi verildiğini soruyor. Tabiki okurken yanlışlık yapmış ve bir damadı fazladan basmış. Fazla olanı ortadan ikiye bölerek sorunu çözüyor.
İki parça haline gelen bu 3D baskı da gerçekliğin bir simülasyonu değil mi? 2022’de bu teknolojiyle şöyle bir şey basabiliyoruz. 2032’de dizideki gibi bir şey basılabilecek. Ama 2099’da tümüyle hareket edebilen gerçek boyutlu bir insan şeklinde üretilebilecek. Periferal denen şey bu. Beden işi çözülmüş. Zihinler bedenden ayrıştırılmış ve hatta transfer edilebilir hale gelmiş.
Az önce “kendini aslanın içinde düşünmek gibi” demişti ya arkadaşı Flynne’e. Flynne abisinin periferalinin içine girerek geleceğin Londra’sında motosiklete binerken kadraja giren aslan kafası bize bunu hatırlatıyor. Birazdan o da duyduğu bu sözü uyarlayarak başkasına söyleyecek.
- Kendimi bir kuğunun içinde hayal etmek gibi.
Söylemiştim bu diyalogların tesadüfen yazılmadığını. İster felsefeciler gibi kendinizi bir yarasanın içinde olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda düşünmeye zorlayın ya da isterseniz bu dizideki gibi bir aslanın ya da kuğunun içinde olma deneyimini hayal edin. Bunların hepsi de gerçekliğin birer simülasyonu. Bu tür simülasyonlar birer düşünce deneyi olarak felsefede gerçekliğin bizim dışımızda var olup olmadığını sorgulamak için kullanılıyor.
Bu dizinin sorduğu şeyse, teknoloji insanların birbirleriyle kurduğu bağlantıları ne kadar değiştiriyor? Mesela şu anda en çok internet aracılığıyla bağlantı kuruyoruz. Gelecekte yeni bağlantı türleri çıkabilir mi? Mesela zamanlar arası bağlantı. Ya da paylaşılan bilinçler yoluyla eş zamanlı bağlantı.
Romanın yazarı Gibson bir yerde diyor ki: “Bugünlerde uzak mesafelerde yaşamasına rağmen internette karşılaşan iki kişi önce birbirine aşık olup sonra fiziksel olarak tanışabiliyor.”
Düşündüğünüzde garip bir şey bu değil mi? İnternet çok primitif bir anlamda beden problemini çözdü.
Gelelim zihin problemine. Dizinin “showrunner”ı ve yine bir yazar olan Smith de bir yerde diyor ki: “Dünyalar arasındaki boşluk, empatinin aşamayacağı kadar büyük bir engel mi?”
Empati. Yani dünyayı başka birinin gözünden görebilme becerisi. Adeta onun içine girip, onun periferisini, çevresel koşullarını değerlendirebilmesi.
Romandan farklı olarak dizinin posterindeki insan yüzünün tek eksiği gözler. Orada iki göz yerine iki ayrı gelecek manzarası var. Belki de o boşlukları biz kendi gözlerimizle doldurmalıyız, ne dersiniz?