Bu çiçek aslında kırmızı değil. Şaka yapmıyorum. Çoğunuz öyle görüyorsunuz biliyorum. Aslında ben de öyle görüyorum. Ya da öyle algılıyorum mu demeliyim? Çünkü algılarımızın çok ötesinde bir dünya, aslında gözümüzün önünde duruyor ve fakat biz onu göremiyoruz.
Görme engelli birisine renkleri anlatmak gibi bu. Siz ne kadar iyi anlatırsanız anlatın, ne kadar iyi anlaşılırsa anlaşılsın, görme engelli birisi tam olarak neyi anlattığınızı deneyimleyemez. Kırmızının nasıl bir şey olduğu, daima varsayımsal olarak kalır.
Hatta görme engelli değilseniz, neden kırmızıyı hayal etmenin bu kadar zor olduğunu bile tam olarak kavrayamazsınız. Şöyle düşünelim.
Bu çiçeği kırmızı mı görüyorsunuz? Hayır, yanlış görüyorsunuz. Bu çiçeğin rengi aslında kırmızı değil. Bu çiçek infra adını verdiğimiz bir renkte ve ışıl ışıl parlıyor. Derin bir kontrasta sahip ve bakınca üzerinde dokuyu fark edebiliyorum. Ama siz baktığınızda sadece düz kırmızı görüyorsunuz. İşte, göremediğiniz bir rengi hayal etmeye çalışmak, böyle bir şey.
Şimdi anlayabildiniz mi hiç görmeyen birinin renkleri ne kadar hayal edebileceğini? Bir şeyleri deneyimleyerek anlamak ile soyut olarak anlamak arasında derin bir farklılık var. İşte size bu videoda, bizim göremediğimiz o gizemli dünyanın kapısını aralayacağım. Algılarımızın ötesindeki o dünyayı size göstereceğim.
Bir şeyler görebilmek aslında üç basamaktan oluşur. Öncelikle ışığın bizim gözümüze doğru yola çıktığı bir kaynak gerekir. Ardından bu ışıktan gözümüze ulaşanlar, burada fiziksel ve biyokimyasal bir süreçten geçer. Ardından, burada üretilen sinyaller beynimize gönderilir ve biz bu görüntüyü aslında bir nevi yorumlarız. Kırmızı çiçek!
Fakat gözümüz elektromanyetik spektrumun sadece kırmızıdan maviye olan kısmını görebiliyor. Bu aralık yaklaşık olarak 400 ile 700 nanometre arasında. Bir metrenin bir milyonda birinden daha küçük… Bu küçücük aralık dışında yer alan hiçbir şeyi göremiyoruz. O yüzden bu aralığı görünür bölge olarak adlandırıyoruz.
Aslında elektromanyetik spektrum bundan çok daha büyük. 400 nanometreden aşağısında moröte yani ultraviyole yer alıyor. Adı üstünde, burası morun ötesi. Aynı şekilde kırmızının ötesinde de kızılöte yani infrared var. Bütün spektruma bakacak olursak, en enerjili ışıktan itibaren gama ışınları, X-ışınları, moröte, görünür bölge, kızılöte, mikrodalga ve radyodalgalarını görüyoruz.
Aslında tüm bu sınıflandırma, bizim tercihen yaptığımız bir sınıflandırma. Tıpkı görünür bölgede olduğu gibi. Ona görünür bölge dedik, çünkü bizim görebildiğimiz bölge burası. Buna radyo dalgaları dedik, çünkü radyoda kullandığımız sinyalleri bu aralıkta seçmeyi uygun bulduk. Buna X-ışınları dedik çünkü röntgenlerde kullanıyoruz ve vücudumuzdan geçerken iyi bir kontrast oluşturuyor. Yani başka bir canlının elektromanyetik spektrum tanımı, çok daha farklı olabilirdi.
Bunların heeepsi, aslında ışık. Yani hepsi foton adını verdiğimiz parçacık. Temelde hepsi birbirinin aynından oluşuyor. Aralarındaki tek fark enerjileri ya da bir başka deyişle dalga boyları. Görünür bölge ise, bunun sadece küçücük bir kısmı.
Peki ya gözümüz moröteyi ya da kızılöteyi de görebilseydi? Aslında bunu görebilen insanlar var. Hatta içlerinden biri… Çok meşhur bir ressam. İpucunu anladınız mı? Göstereyim. Kim olduğunu ve onun neden bu hikayenin bir parçası olduğunu anlatacağım. Fakat gördüğümüzün ötesini, moröteyi nasıl görebileceğimizi anlamak için… Önce renkleri nasıl gördüğümüzü anlamalıyız.
İnsan gözünün yapısında rengi algılamayı sağlayan koni hücreleri bulunuyor. Tam olarak üç farklı koni hücresi var ve her birisi farklı bir aralığı tespit ediyor. Kırmızı, mavi ve yeşil.
Örneğin bu koni hücreleri en çok mavi ışığa duyarlı. Onun üzerine kırmızı ışık düşerecek olursanız pek de bir şey görmüyor. Bir de siyah beyaz görmeyi sağlayan çubuk hücreleri var. Renk körlüğü de tam olarak bu hücrelerle ilişkili. Örneğin kırmızıyı göremeyenlerde bu koni hücresi yok, yalnızca diğer iki tanesi var. Ya da işlevini yitirmiş. Sadece iki tane koni hücresi çalıştığı için bu duruma dikromat yani çift renkli deniyor. Üç rengi gören biz ve bizim gibi birçok canlı da trikromat yani üç renkli olarak adlandırılıyor.
Fakat kırmızı rengi ayırt edemeyenler yine de onun yerine bir renk görüyor. Peki bu nasıl oluyor? İşte o da hücrelerin görme aralığıyla alakalı. Koni hücreleri için kırmızı, yeşil ve maviyi gördüklerini söyledik. Fakat bunlar aslında en hassas oldukları noktalar. Yani hassasiyetin pik yaptığı noktalar. Yoksa kırmızıyı tespit eden hücreler, mavinin de yeşilin de bir kısmını aslında tespit ediyor. Aynı şekilde yeşili gören hücreler, belirli bir düzeyde kırmızıyı da görebiliyor. Fakat bu pik noktasından uzaklaştıkça, daha zor hale geliyor. İşte o yüzden kırmızıyı göremeyen renk körlüğünde, yeşili gören hücreler devreye giriyor. Böylelikle kırmızının yerini, yeşilin tonları devralıyor. Çünkü bu ikisinin birbirine ne kadar yakın olduklarına bakın. Aslında çoğunlukla aynı aralığı görüyorlar. Bu ufak farklılık bize yeşil ile kırmızı arasındaki farkı oluşturuyor.
Eğer iki renk hücresi birden olmazsa, o zaman durum daha da tuhaflaşmaya başlıyor. Kırmızı ve yeşili gören koni hücrelerinin olmadığını düşünün. Bu duruma Blue Cone Monochromat (BCM) adı veriliyor. Yani sadece mavi ışığı gören koni hücreleri ve siyah beyaz tonlara duyarlı çubuk hücreleri var. Peki bu kişiler sizce ne görüyordur? Yalnızca tek bir rengin olduğu yerde, renkten bahsedebilir miyiz? Eğer başka renkleri göremiyorsak, gördüğümüz şeyin renginden söz edebilir miyiz? İşte bu durumdan mağdur olan kişiler, çoğu zaman hiçbir renk göremiyor. Yani sanki üç koni hücresi de yokmuş gibi, sadece siyah ve beyaz görebiliyorlar. Bazı çok ender durumlar ve koşullarda, biraz mavi tonları ve sarı tonları görebildiklerini söyleyenler var. Fakat BCM’yi, tamamen siyah beyaz görenlerden ayırmak bile oldukça zor. İşte bu da bize rengin tek başına nasıl bir algı meselesi olduğunu gösteriyor. Tıpkı kırmızı ve yeşili tespit eden hücrelerin birbirine çok yakın olmasına rağmen, bu iki rengi tamamen farklı algılamamız gibi.
Renklerin nasıl bir algı meselesi olduğunu anlamak için şunu düşünün. Bu kırmızı çiçek, bu yeşil çiçek, bu da mavi çiçek. Fakat burada iki önemli olgu var. Bir, gördüğümüz renkler. İki, isimlendirmemiz. Yani bunları siz kırmızı, yeşil, mavi olarak görmek yerine mavi, kırmızı, yeşil olarak görseydiniz de benimle aynı şekilde adlandırabilirdiniz. Benim kırmızı gördüğüm şeyi siz mavi görürdünüz ama ona kırmızı adını verirdiniz. Ve ikimiz de gayet iyi anlaşırdık çünkü aradaki farkı anlayamazdık bile. Farklı renklere aynı adları veriyor olurduk. Karışık mı geldi? Bu aslında kırmızı renge Ahmet, mavi renge Ayşe demekten farksız olurdu. Çünkü bu sadece bir isimlendirme. Ve kafamızdaki renkleri birbirimize göstermenin bir yolu yok. Tamamen farklı şeyler görüp, bunu hiç fark etmeyebiliriz bile.
Tamam, hiç renk görememeye kadar indik. Çünkü gözün nasıl gördüğünü anlamamız gerekiyor. Peki diğer renkleri nasıl görüyoruz? Mesela macentayı görebilir miyiz? Şu morumsu renkten bahsediyorum. Turuncu, sarı, turkuaz gibi renklere baktığınızda aslında bunların hepsi elektromanyetik spektrumda bir yere karşılık geliyor. Fakat macentanın pek bir yeri yok gibi. Şaşıracaksınız ama bazıları, macentanın bir renk olmadığını bile söylüyor. Maviyle kırmızının karşımı bu rengin yalnızca bir illüzyon olduğunu iddia edenler var. Ama ben size daha farklı bir şey göstereceğim. Esas illüzyon nerede görün şimdi.
Koni hücrelerinin hassasiyetini hatırlayın. Eğer ışık kaynağımız şöyle bir mavi ışık yayarsa ne olur? Çoğunlukla mavi koni hücreleri tarafından tespit edilir. Ucundan azcık da yeşil ve kırmızı hücreler de bir şeyler görür. Bu yüzden biz bunu mavi olarak algılarız. Fakat ışık kaynağımız şöyle karışık bir ışınım yapıyor olursa ne olur? Bu durumda üç renk birbirine karışır ve biz onu macenta olarak görürüz. Fakat işler tam olarak burada şaşırtıcı bir hal almaya başlıyor. Macentayı oluşturan tek kombinasyon bu değil. Işık kaynağı şöyleyse de macenta görüyoruz. Işık kaynağı böyleyse de macenta görüyoruz. Böyleyse de… Şöyleyse de…
Yani ışık kaynağı aslında hep farklı kombinasyonlarda ışık saçıyor ama biz onu hep aynı renk olarak görüyoruz! Bu çok tuhaf değil mi? Aslında hepimiz bir nevi, renk körü gibiyiz! Böyle diyorum çünkü tüm canlılar bizim gibi trikromat değil. Sizi bu alanın efsanesiyle tanıştırayım. Mantis karidesi… Onları genellikle mermi gibi hızlı vuruşlarıyla biliyoruz. Fakat bu karidesin hiç ummadığımız bir başka özelliği daha var. Tam 12 koni hücresine sahip olması. Mantis karidesinin gözleri tam on iki farklı renk aralığını görebiliyor. Üstelik bizimki gibi 400-700 nanometre aralığında değil, ötesine de uzanıyor. Bu yüzden eğer bu farklı spektrumlarla oluşturulan ama bize macenta görünen bu ışıkları ona gösterecek olsaydınız, her seferinde bambaşka bir renk görürlerdi.
Tabii bu nasıl bir renk olurdu bilemiyoruz, çünkü bu bizim deneyimlerimizin çok dışında. Fakaaat… Gelelim şu kırmızı çiçek mevzusuna. Başta gösterdiğim tabloyu hatırladınız mı? Bu tablo, meşhur ressam Claude Monet’nin ‘Gelincik Tarlası’ tablosuydu. İşte tam olarak bu yüzden bu elimdeki çiçek kırmızı değil dedim. Çünkü Monet, bu tabloyu yaptığında değil ama sonradan çok sıradışı bir deneyim yaşadı. Hiçbirimizin yaşamadığı türden bir deneyim.
Monet’nin yaşı ilerledikçe katarakt oldu ve giderek körleşmeye başladı. Bir ressam için görememenin ne demek olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? Tabii 1900’lerin başlarında katarakt ameliyatı takdir edersiniz ki pek de kolay ve ucuz bir operasyon değil. Hatta Monet’nin yine ressam olan bir arkadaşı, Mary Cassatt iki başarısız operasyondan sonra tamamen kör olmuştu. Buna rağmen resimsiz bir hayat düşüncesini kabul edemeyen Monet, risk aldı ve ameliyat olmaya karar verdi. Fakat ne olur ne olmaz diye sadece bir gözü için operasyon yaptılar. Böylelikle bir gözü kör olursa, kötü durumda da olsa öbür gözüyle görmeye devam edebilecekti. Sancılı bir süreçten sonra, gözü iyileşti ve 83 yaşındaki Monet için yeni bir dünyanın kapıları aralandı.
İnsan gözündeki hücrelerin görme aralığını hatırlayın. Aslında çok az da olsa bir moröte görebilme imkanımız var. Hatta kullandığımız birçok kamera da böyledir, kızılötede bile hassasiyeti vardır. Ama biz onu görmeyiz. Çünkü bizim gördüklerimizi yansıtabilsin diye, moröte ve kızılöteyi kesen filtreler kullanılır. İşte gözümüz de buna benziyor. Koni hücrelerimiz tıpkı kamera sensörleri gibi aslında moröteye de biraz hassas. Fakat gözümüzün önünde katarakt geliştiren o lens, bu ışığı filtreliyor. Geçmesine izin vermiyor. Peki bu lens katarakt operasyonu sonrası kaldırılıp, yerine yenisi konmazsa ne oluyor dersiniz? Monet moröteyi görmeye başlıyor. O dönemden sonra yaptığı tablolara bir bakın. Ne kadar mor ağırlıkta!
Tabii şimdi böyle bir ameliyat olduğunuzda yerine moröteyi kesen yapay lensler konduğu için kimse bunu tecrübe etmiyor. Fakat özellikle o dönemlerde ameliyat olanlar bambaşka bir dünya görüyorlardı. Çiçekler daha farklıydı, hiç beklemedikleri yerde farklı renkler görüyorlardı. Siyah görünen kuşların tüyleri ışıl ışıl parlıyordu… Çünkü onlar zaten birbirini öyle görüyordu. O siyah kuşları “siyah” sanan bizdik. Bizim, daracık görsel bölgemiz, hayal gücümüzü de kısıtlamıştı.
Hiç göremediğimiz bir renk olabilir mi? Kim bilir? Belki de gelecekte gözümüzü geliştirip daha farklı hücrelerle donatacağız. Böyle bir durumda beynimiz bu farklı sinyalleri nasıl yorumlayacak, bize ne tür şeyler üretecek bunu kestirebilmek zor. Bu konudaki tartışmalarda bir fikir birliği de yok. Nasıl olsun ki? Baksanıza… Hala bu çiçeğin bile kırmızı olduğunu düşünüyoruz…