Bundan 20 yıl kadar önce 2004’te bir Çarşamba akşamı televizyonun karşısında oturduğumda, sadece yeni bir dizi izleyeceğimi sanıyordum. Ekranda bir göz açıldı. Yakın çekim. Bambuların arasından sızan ışık. Ve sonra kaos. O akşam milyonlarca insanla birlikte, televizyon tarihinin en iddialı mitolojik anlatısının ilk dakikalarına tanıklık ediyorduk. Ama henüz bunu bilmiyorduk.
4 Adaya Giriş
LOST’u bugün yeniden izlediğimde, beni hala en çok etkileyen şey, dizinin modern televizyonun en büyük çelişkisini nasıl kusursuzca somutlaştırdığı: Bir yandan haftalık yayın formatının ticari gerçekliğine uyum sağlarken, diğer yandan antik destanların büyüklüğünü yakalamanın peşinde koşması.
Bakın bu basit bir “iyi miydi, kötü müydü” tartışması değil. LOST’u anlamak için, onun televizyon tarihindeki benzersiz konumunu kavramak gerekiyor. Sadece ilk pilot bölümün yapımı için 14 milyon dolarlık bir prodüksiyon yapmışlardı ve gerçek bir uçak enkazını California’dan Hawai adalarına taşımaktan çekinmemişlerdi. Yani dizideki Oceanic 815 sayılı o uçuş, sadece bir dizi başlangıcı değil, televizyon tarihinin o zamana kadar ki en pahalı ve dolayısıyla cesur pilot bölümlerinden biriydi.
Bunu şöyle de okuyabiliriz. Dizi, iki dünya arasında sıkışmıştı: Biri reyting baskısı ve sezon yenileme endişeleriyle dolu network televizyonu dünyası, diğeri ise binlerce yıllık mitolojik anlatı geleneği. Tıpkı karakterlerinin ada ile dış dünya arasında sıkışması gibi.
Bugün, streaming çağında, böyle bir dizi yapmak imkansız olurdu. Çünkü LOST sadece bir dizi değil, bir dönemin, bir anın kristalleşmiş haliydi. O dönem hiç unutmdığım şeylerden biri çalıştığım şirketin koridorundaki su soğutucusunun başında iş arkadaşlarımla yaptığım ayaküstü sohbetler. Bir zamanlar köylerdeki çeşmelerin başında yapılan sohbetlerin modern versiyonu. İşte LOST kaybolan bu değerleri geri getirmişti. Daha sonra fiziksel dünyadan dijitale sıçradı bu; forum teorilerinin, haftalık bekleyişlerin şekillendirdiği kolektif bir deneyime dönüştü. Şimdi düşününce belki de bu, televizyonun hala ortak bir mitoloji yaratabildiği son andı.
Dizinin tüm sezonlarından bazı detayları da görebileceğiniz bu videoda, LOST’un sadece bir televizyon dizisi değil, modern dünyanın mit yaratma çabasının son büyük örneği olup olmadığını tartışacağım. Çünkü bence bu dizi bize şunu gösterdi: Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanlığın çok temel bir ihtiyacı hiç değişmiyor – karanlıkta bir ateşin etrafında toplanıp birbirine hikayeler anlatma ihtiyacı.
Toplamda 91 saat süren 121 bölüm, yaklaşık 5,743 dakika… Ve işin komik yanı, bu rakamlar bile LOST’u anlatmaya yetmiyor. Bu videoyu hazırlarken fark ettim ki, dizinin yarattığı evren o kadar geniş ki, her izleyici bambaşka bir LOST deneyimi yaşamış.
Belki sizin için LOST, Locke ve Jack’in inanç-bilim çatışmasıydı. Ya da Desmond ve Penny’nin zamana meydan okuyan aşk hikayesi… Belki de Dharma İnisiyatifi’nin gizemli deneyleriydi sizi ekrana kilitleyen.
Bu yüzden yorumlarda paylaşmanızı istiyorum: Sizin için LOST’un özü neydi? Hangi bölüm sizi derinden etkiledi? Hangi karakter arkını tekrar tekrar izlediniz?
Çünkü LOST’un asıl büyüsü belki de burada yatıyor: Hepimiz aynı adaya baktık, ama her birimiz farklı bir hikaye gördük.
8 Modern Arketipler
“Gerçek şu ki hepimiz kaybolmuşuz,” diyor Charlie, dizinin ilk sezonunda. Bu basit cümle, LOST’un karakterleriyle kurduğu ilişkinin özeti gibi. Dizi, alegorik düzlemde ilerlerken bile karakterlerini stereotiplere indirgemekten kaçınıyor. Bunun yerine, antik mitlerdeki arketipleri modern dünyaya tercüme ediyor.
Jack Shephard’ı ele alalım. İsmindeki çoban/rehber göndermesi bir yana, o klasik bir kahramandır – ama aynı zamanda modern dünyada olabilecek türden bir kahraman. Omuzlarında bütün dünyayı taşıyan bir cerrah. Babasının gölgesinde yaşayan bir oğul. Kontrol takıntısı olan bir lider. Antik mitlerde tanrılar tarafından seçilmiş kahramanların yerini, artık kendi seçimlerinin ağırlığı altında ezilen insanlar almıştır.
Benzer şekilde John Locke, inanç arketipinin modern bir yorumu. Ama onun inancı kurumsal dine değil, adanın kendisine yönelik. Tekerlekli sandalyeden kalkıp yürümeye başladığı an, sadece bir mucize değil, modern insanın anlam arayışının da bir metaforu. Locke için ada, modern dünyanın rasyonelliğine karşı gizemli olanın son sığınağı.
Üstelik ismi de öyle rastgele seçilmemiş: 17. yüzyıl filozofu John Locke gibi, karakterimiz de deneyimin bilginin tek kaynağı olduğuna inanıyor. Filozof Locke’un “tabula rasa” (boş levha) teorisi gibi, bu karakter de adada yeniden doğuyor – geçmişini silip, yeni deneyimlerle kendini yeniden yazıyor. Dahası, filozofun doğal haklar teorisindeki özgürlük vurgusu, karakterin kaderini kendi ellerine alma çabasında yankılanıyor. Ada onun için sadece bir yer değil, empirik bir kanıt: İnancının somut, dokunulabilir bir tezahürü.
Dizideki her isim, bir düşünce tarihinin yansımasıydı: Locke, Hume, Rousseau… Hatta Sawyer’ın gerçek adı James Ford’un, Amerika’nın vahşi batı döneminin ünlü bir dolandırıcısına referans olması…
LOST’un başarısı, bu karakterleri mitolojik bir çerçeveye yerleştirirken, bir yandan da onları tamamen insani kılabilmesinde yatıyor. Flashback yapısı, bu dengeyi kurmada kritik bir rol oynuyor. Her karakter geçmişinde bir travma, bir pişmanlık, bir kayıp taşıyor. Ada ise bu yaraları hem deşiyor hem de bir iyileştirme potansiyeli sunuyor. Kendi hayatınla bir hesaplaşmaya giriyorsun.
Kate’in sürekli kaçışı – özgürlüğü arayışı, Sawyer’ın öfkesi ve bu nedenle herkese lakaplar takması, Sayid’in savaş suçları – işkenceci geçmişi, Sun ve Jin’in evliliklerindeki çatlaklar… Bunlar sadece karakter özellikleri değil, modern dünyanın yarattığı kollektif travmaların yansımaları. Ada, bu karakterleri arındıran adeta bir “purgatory” (araf) görevi görüyor – tıpkı Dante’nin İlahi Komedya’sındaki gibi.
Başka yan karakterler de dikkat çekici elbette. Mesela Rose ve Bernard’ın aşk hikayesi, adanın kaosunda bir huzur vahası gibiydi. Mr. Eko’nun kilise inşa etme çabası ve trajik sonu, inancın karanlık olabilecek bazı yönlerini de gösteriyordu. Rousseau’nun 16 yıllık yalnızlığı, adanın nasıl bir insanı değiştirebileceğinin kanıtıydı.
Ama LOST’u benzersiz kılan şey, bu arketipik yapıyı sürekli tersyüz etmesi. Kahramanlar anti-kahramana, kötüler iyiye dönüşebiliyor. Örneğin Ben Linus gibi bir karakter, klasik mitolojide tek boyutlu bir kötü olarak kalabilirdi. Oysa dizi onu, kızı Alex’i kaybettiğinde, belki de dizinin en trajik figürlerinden birine dönüştürüyor.
Bu karakter derinliği, LOST’u basit bir mitolojik anlatıdan öte bir yere taşıyor. Dizi bize gösteriyor ki modern dünyada mit yaratmak, sadece eski hikayeleri tekrar etmek değil, onları insani karmaşıklığımızın tüm boyutlarıyla yeniden yorumlamak anlamına geliyor.
Ve tabiki benim adamım, “Dude” Hurley… LOST’un belki de en zeki yazılmış karakteri. İlk bakışta basit bir “comic relief” insanları rahatlatan komik şişko karakter gibi görünebilir, ama Hurley aslında dizinin kendisiyle dalga geçebilme cesaretinin vücut bulmuş hali.
“Dude, şöyle oldu… Uçak düştü ama çılgın bir adaya düştük ve kurtarılmayı bekledik ama kurtarılmadık ve sonra bir duman canavarı vardı…”
Hurley’nin bu tarz özetleri sadece yeni izleyiciler için bir “previously on Lost” kısmı değil. O aslında bizim ekrandaki temsilcimiz. Hani şu teoriler üreten, reddit’te saatlerce tartışan, her detayı analiz eden… sonra bir noktada “Ya aslında hepimiz fazla mı ciddiye alıyoruz?” diyen izleyicinin ta kendisi.
Dizi kendini fazla ciddiye almaya başladığında, Hurley hep orada, bir espriyle gerçekliğe döndürmek için bekliyor. “Ya bütün bunlar benim hayal gücümse?” diye sorduğunda, aslında fandomın en büyük teorilerinden birini dile getiriyor. “Ya ada cehennemse?” derken, internet forumlarındaki en popüler teoriyi seslendiriyor.
Ama bence Hurley’nin asıl dehası şurada: O sadece bizim sözcümüz değil, aynı zamanda yazarların da kendilerine yönelttikleri bir ayna. Lindelof ve Cuse, Hurley aracılığıyla hem kendileriyle hem de dizinin gittikçe karmaşıklaşan mitolojisiyle dalga geçebilme olgunluğunu gösteriyor. Ve belki de… dizinin bu kadar sevilmesinin sırrı da burada gizli.”
Dude…
Çünkü bazen en karmaşık hikayelerde bile, bize lazım olan şey, araya girip “Dude, ne oluyor ya?” diye soracak bir ses.
15 Adanın Sesleri
Jorge Garcia’nın 20 yıl sonra izlediği bu sahne, LOST’un en özel anlarından biri. Hurley’nin eski bir DHARMA minibüsünü çalıştırma çabası, dizinin karanlık tonundan kaçmamızı sağlıyor.
Garcia’nın da belirttiği gibi, Hurley bu sahnede alışılmadık derecede kendinden emin. Her zaman şanssızlığından yakınan bu karakter, ilk kez kendi kaderini kontrol etmeye karar veriyor. “There is no curse. Make your own luck” repliği, sadece bir araba çalıştırma sahnesini varoluşsal bir ana dönüştürüyor. Garcia’nın “tüm dizideki favori müzik anım” dediği sahne, hem gerilimi hem de sevinci mükemmel aktarıyor. En karanlık anlarda bile umut var. Bozuk bir minibüs, lanetli olduğuna inanan bir adam ve imkansız görünen bir görev…
Michael Giacchino’nun müzik kullanımı hem bu sahneyi hem de tüm diziyi yükselten unsurlardan.
“Her hafta aynı metalik ses… LOST yazısı ekrana yaklaşırken duyduğumuz o hayaletimsi 16 saniyelik müzik. Bu intro’yu J.J. Abrams yapmış, ama dizinin ruhunu asıl Michael Giacchino’nun müzikleri oluşturdu.”
Hem de kendisi her hafta – evet, her hafta – tamamen orijinal müzikler yazıyordu. Bugün çoğu TV dizisi synthesizer’larla ambient sesler filan kullanırken (daha hızlı ve ucuz olduğu için), LOST gerçek bir orkestra ile çalışan son dizilerden biriydi.
Düşünsenize: Her hafta notaları yazacaksınız, orkestra öğrenecek, sahnelerle senkronize edecek ve deadline’a yetiştireceksiniz.
Hatta bu müzisyen ne yaptı biliyor musunuz? Yapımcı JJ Abrams’a gidip “Uçağın parçalarını saklar mısın?” dedi. Evet, düşen uçağın gerçek parçalarıyla müzik yaptılar. Bir de içinden telleri sökülmüş piyano, metal çubuklar filan kullandılar. İşte bu tuhaf orkestral mutfakta hazırlandı tüm o işitsel lezzetler. Oceanic Six temasındaki umut, Life and Death melodisindeki hüznü dengeledi.
Duman canavarının o mekanik-organik sesi, teknoloji ile mitolojinin benzersiz bir karışımıydı. Zaman yolculuğu sırasında duyduğumuz kulak çınlaması efekti, adanın gizemli fısıltıları, ormanın derinliklerinden gelen tekinsiz sesler, hepsi LOST’un ses tasarımının özgün örnekleri.
Sonuç? LOST sadece bir diziydi belki ama kendine has bir sesi bir sound’u vardı. Tıpkı ada gibi – hem tanıdık hem tekinsiz bir his. Herhangi bir görsel yapımın gücünün yarısı görüntüden geliyorsa, belki bizler farkında bile değiliz ama diğer yarısı da işte bu seslerden geliyor.
16 Zamanın Labirentinde
“İleri git, geri git, her yol aynı yere çıkıyor.” Desmond Hume’un bu sözleri, LOST’un sadece karakterlerle değil, zamanın kendisiyle de nasıl cesurca oynadığını özetliyor. İsmi, 18. yüzyılın önemli filozofu David Hume’a bir gönderme. Bu seçim tesadüf değil: David Hume’un nedensellik ve determinizm üzerine fikirleri, Desmond’ın zaman ve kader ile olan mücadelesiyle paralel gidiyor. Dahası, Hume’un “alışkanlık ve ilişkilendirme” teorileri, Desmond’ın yaşadığı “flash”ler ve déjà vu deneyimlerinin felsefi bir yansıması gibi. Nasıl ki filozof Hume nedenselliği sorguluyorsa, soy adaşı karakterimiz Desmond Hume da kader ve özgür irade arasındaki ilişkiyi sorguluyor – özellikle Charlie’nin kaçınılmaz görünen ölümünü engellemeye çalışırken.
2004’te televizyonda bir zaman yolculuğu dizisi yapmak, özellikle de network televizyonunda, çılgınca bir fikirdi. Ama LOST bunu yaparken, bilim kurgunun klişelerinden çok, Jorge Luis Borges’in labirentlerine daha yakın bir yerde durdu.
Dizinin zamanla kurduğu ilişki, bize üç katmanlı bir yapı sunuyor: Flashback’ler, flash-forward’lar ve en sonunda flash-sideways’ler. Bunların her biri, farklı bir anlatı katmanı oluşturuyor. Flashback’ler -adı üstünde- karakterlerin geçmişlerini gösteriyor. Flash-forward’lar kaderlerini, flash-sideways’ler ise “ya olsaydı” olasılıklarını araştırıyor. Bu yapı, o yıllarda alışık olduğumuz lineer televizyon anlatısının sınırlarını zorlayan bir şeydi. Üstelik bunları sadece iş olsun diye yapmadı LOST, aynı zamanda derin felsefi sorular sordu: Kaderimiz önceden yazılı mı? Seçimlerimiz bizi kim haline getiriyor? Zaman gerçekten düz bir çizgi mi?
Desmond’ın bilinci zamanlar arasında gidip gelirken, biz de onunla birlikte varoluşsal bir yolculuğa çıkıyoruz. Penny’ye olan aşkı, zamana ve kadere meydan okuyor. “The Constant” bölümü (ki bana göre televizyon tarihinin en iyi bölümlerinden biri), romantik bir aşk hikayesini kuantum fiziğiyle harmanlıyor.
Yeri gelmişken en beğendiğim bölümlerden de spoiler vermeden kısaca bahsedeyim.
“Through the Looking Glass” – Dizi tarihinin en cesur sezon finallerinden. Bir bölüm nasıl hem bu kadar karanlık hem de bu kadar umut dolu olabilir? Lost’un DNA’sını değiştiren iki parçalı 42’şer dakika… Her tekrar izlediğimde yeni bir katman keşfediyorum.
“Walkabout” – Terry O’Quinn’in performansı öyle etkileyici ki, bölümün sonunda tüm Emmy jürisi aynı anda ayaklanmıştır herhalde. Karakterin yolculuğu sizi öyle bir noktaya getiriyor ki, kendi hayatınızdaki engelleri sorgulamaya başlıyorsunuz.
“The Man Behind the Curtain” – Bir kötü karakterin “origin story”si – çıkış hikayesi nasıl yazılır dersi bu bölümde işleniyor. Michael Emerson’ın performansı, Ben Linus’u sadece bir antagonist olmaktan çıkarıp, modern televizyonun en karmaşık karakterlerinden birine dönüştürüyor.
“LaFleur” – Sawyer’ın… şey… DHARMA’da… yani… Bu bölümü anlatmak imkansız çünkü her cümle spoiler. Ama şöyle diyelim: Lost’un en sofistike bölümlerinden. Sawyer’ın karakterinin beklenmedik yönlerini keşfettiğimiz, dizinin kendine olan güveninin zirvede olduğu bir bölüm. Dharma döneminin en “cool” hikayesi.
—
Zaman yolculuğu genellikle bilimkurgu yapımlarında ya bir macera unsuru ya da bilimsel bir bulmaca olarak kullanılır. LOST ise bunu varoluşsal bir metafora dönüştürüyor. Daniel Faraday’in teorileri nasıldı? Ne diyordu?
“Zaman-bir sokak gibidir, tamam mı? O sokakta ileri gidebiliriz, geri gidebiliriz, ama asla yeni bir sokak yaratamayız. Farklı bir şey yapmaya çalışırsak, her seferinde başarısız oluruz.”
Bakın bunlar sadece bilimsel açıklamalar değil, insan varoluşunun temel sorularına bir yanıt arama çabası. “Whatever happened, happened” (Ne olduysa oldu) sözü, hem kaderci bir teslimiyet hem de geçmişle yüzleşme gerekliliğini ifade ediyor.
Yazarlardan biri (Damon Lindelof) benim gibi bir Stephen King hayranı ve bunu saklamıyor. King’in “The Stand – Mahşer” romanındaki pek çok izi yakalayabilirsiniz. Çünkü burada da iyilik ve kötülük arasındaki savaş, insan doğasının karmaşıklığında vücut buluyordu.
“Ada”nın kendisi de zamanın dışında bir yer gibi. Modern dünyadan kopuk, farklı dönemlerden kalma kalıntılarla dolu: Antik heykel, Dharma İnisiyatifi’nin 70’lerden kalma istasyonları, köle gemisi… Sanki tüm insanlık tarihinin katmanları bu adada üst üste yığılmış. Bu açıdan ada, kolektif belleğimizin fiziksel bir manifestasyonu gibi.
Dizinin finaline yaklaşırken, zaman kavramı daha da karmaşıklaşıyor. Flash-sideways’ler LOST’un bilim kurgunun yanı sıra metafizik bir anlatı sınıfına koymaya başlıyor. Zaman artık sadece ileri veya geri gitmiyor, paralel gerçekliklere de açılıyor. Artık o bilimsel bir olgudan çok, insan deneyiminin çok katmanlı doğasını anlatmak için bir araç.
23 Kolektif İzleme Deneyiminin Sonu
LOST’un belki de en önemli mirası, televizyon izleme deneyimimizi kökten değiştirmesi oldu. Bugün “teori” kültürünün bu kadar yaygın olmasının, Reddit’te her bölümün defalarca analiz edilmesinin, hayran forumlarındaki derin tartışmaların kökeninde LOST var. Dizi, pasif izleyiciyi aktif katılımcıya dönüştürdü.
Düşünün: 2004’te sosyal medya henüz emekleme aşamasındaydı. Facebook yeni kurulmuştu, Twitter yoktu, Reddit doğmamıştı. Ama LOST hayranları, internetin her köşesinde teoriler üretiyordu. Oturup “Dharma İnisiyatifi”nin logolarını analiz ediyorduk, ekran görüntüleri alıp arkaplandaki detayları yakalamaya çalışıyorduk, her sahneyi frame frame inceliyorduk. Yani bizler bir izleyici, bir tüketici olmaktan çıkmıştık, kolektif bir dedektiflik oyununun parçası haline gelmiştik.
Bu açıdan LOST, bir “transmedia” anlatının öncüsüydü. Ana hikaye televizyonda anlatılırken, “The Lost Experience” gibi alternatif gerçeklik oyunları internette konuları devam ettirip derinleştiriyordu. Dharma eğitim videoları DVD’lerde filan ortaya çıkıyordu. Karakterlerin tuttuğu bloglar vardı ve bunlar gerçek zamanlı olarak güncelleniyordu, hatta romanlar yazılıyordu. Bu dizi, medya platformları arasındaki sınırları ortadan kaldırıyordu. Hayali Oceanic Airlines’ın sahte reklamları gerçek televizyonlarda görünmeye başladığında, gerçeklik ile kurgu arasındaki çizgi iyice bulanıklaşmıştı.
Her bölümden sonra ofislerde, okullarda, internette insanlar teorilerini paylaşıyordu. Bu kolektif spekülasyon deneyimi, dizinin kendisi kadar önemliydi. Polar ayılar neden adada? Sayıların anlamı ne? Duman canavarı nedir? Bu sorular, ortak bir merak ve keşif duygusunu besliyordu.
İnternette yayılan fan teorileri bazen dizinin kendisinden bile daha yaratıcı olabiliyordu. Mesela adanın aslında uzaylıların deneysel bir üssü olduğu, ya da tüm karakterlerin farklı zaman dilimlerinden gelmiş aynı kişinin varyasyonları olduğu gibi…
Eee, şimdi size bir itirafta bulunacağım… 2007’den kalma LOST teori defterim. Evet, ben de o teorisyenlerden biriydim. Duman canavarının ne olduğuyla ilgili tam 14 sayfa yazmışım. Ve hepsi de tamamen, KOMPLE YANLIŞ!
“Streaming çağı”nda bu tür bir deneyimi yakalamak neredeyse imkansız. Şimdi dizileri kendi hızımızda, çoğunlukla yalnız izliyoruz. “Binge-watching” kültürü, teorilerin olgunlaşması için gereken zamanı ortadan kaldırıyor. Her şey çok hızlı tüketiliyor. “Game of Thrones” belki son kez böyle bir kolektif deneyim yaratmaya çalıştı, ama o bile LOST’unki gibi yıllarca süren bir gizem atmosferi oluşturamadı.
LOST’un başarısı, sadece gizemleri değil, bu gizemleri çözme sürecini de pazarlamasıydı. Her bölüm yeni sorular soruyor, ama cevapları hemen vermiyordu. Kafa karışıklığını bile bir sanata dönüştürmüştü. İzleyiciler cevapları beklerken, aslında birbirleriyle bağ kuruyorlardı. Bu belki de televizyonun son büyük topluluk deneyimiydi.
42 Son Değil, Yolculuk
“Cevaplar önemli değil” demek kolay, ama LOST’un finali hakkındaki tartışmalar hala devam ediyor. Bu belki de dizinin en büyük ironisi: Modern bir mit yaratmaya çalışırken, modern izleyicinin mit kavramıyla olan çelişkili ilişkisini ortaya çıkarması.
Antik mitlerde mantık hataları aramayız. Kimse Odysseus’un yolculuğundaki tutarsızlıkları sorgulamaz. Ama LOST’tan her şeyi açıklamasını bekledik. Polar ayıların, duman canavarının, adanın yer değiştirmesinin “mantıklı” açıklamalarını istedik. Bu beklenti, modern aklın mitolojiyle olan temel çatışmasını yansıtıyor: Her şeyin rasyonel bir açıklaması olmalı.
4,8,15,16,23,42… Bu sayılar sadece bir piyango bileti değil, adanın DNA’sıydı. Hurley’nin şanssızlığından Dharma deneylerinin protokol numaralarına kadar her yerde karşımıza çıktılar. Bunlar LOST evreninin matematiksel şifresi gibiydi. Tam olarak ne olduklarını anladık mı? Sadece en sondaki 42’yi anlayabilen varsa beri gelsin.
Ama yine de finaller önemli. Ve bu dizinin finalinin yarattığı hayal kırıklığı, aslında daha derin bir kültürel gerilimi işaret ediyor. Bir yandan mistik ve mitolojik hikayeler anlatmak istiyoruz, öte yandan bilimsel çağın çocukları olarak her şeyin mantıklı bir açıklamasını da bekliyoruz. İşte LOST tam da bu gerilimin ortasında duruyordu.
Ama belki de asıl soru şu: Bir mitin “tatmin edici” bir sonu olabilir mi? Joseph Campbell’ın “kahramanın yolculuğu” bile döngüsel bir yapıya sahip. LOST’un finali, karakterlerin duygusal yolculuklarını tamamlarken, mitolojik sorularımızın çoğunu yanıtsız bıraktı. Bu tercih, bazılarımız için bir hayal kırıklığı yaratsa da, belki de kaçınılmazdı.
Çünkü LOST bize şunu gösterdi: Modern dünyada mit yaratmanın bir bedeli var. Ya rasyonel açıklamalar peşinde koşup mistik olanı feda edeceksiniz, ya da gizemi koruyup “mantık” arayanları hayal kırıklığına uğratacaksınız. LOST ikinci yolu seçti. Final, karakterlerin duygusal yolculuklarını öne çıkarırken, mitolojik soruların çoğunu belki de bilinçli olarak ya da belki de artık imkansız olduğu için yanıtsız bıraktı.
Bugün, LOST’un açtığı yoldan ilerleyen birçok dizi var. Dark gibi dizilerde zamanın katmanlı kullanımı, Westworld‘deki felsefi sorular veya Stranger Things‘in toplulukla izleme deneyimini yeniden canlandırma çabaları… Hepsinde bir parça LOST bulabilirsiniz. Ama hiçbiri onun cesaretine sahip değil. Çünkü LOST, televizyonun yapabileceği en riskli şeyi yaptı: İzleyicisinden “inanmasını” istedi. Bizlerden sadece gizemlere değil, hikayelerin bizleri hala bir araya getirebileceğine de inanmamızı istedi.
LOST’tan geriye kalan en önemli şey bu galiba: Modern dünyanın sınırları içinde bile, kolektif bir hikaye anlatma ve dinleme deneyiminin mümkün olabileceğini bize göstermesi. Evet, artık o döneme geri dönemeyiz. Streaming platformları, sosyal medya ve değişen izleme alışkanlıkları, televizyonun doğasını sonsuza dek değiştirdi. Ama yine de bu LOST fenomeni bize bir şeyi hatırlatmalı: İnsan ruhu hala mitolojik olana, gizemli olana, bizi aşan hikayelere aç. Ve belki de her şeyin açıklanabilir olduğu bir dünyada, bazı soruların cevapsız kalması daha iyi…
“LOST Televizyonun Son Mitolojisi” için bir yanıt
Abi sabrına hastayım ya hiç sıkılmadan yorulmadan sürekli birşeyler üretiyorsun. Vallahi Maşallah Diyorum…