Kategoriler
Sanat Sinema

Louvre Soygununa Neden Bu Kadar Takıldık?

Paris. 19 Ekim 2025. Sabah saat 09:30 civarı. 

Louvre’un Seine nehrine bakan cephesinde, şantiyelerdekine benzeyen bir hareketlilik var. Bir kaldırma sepeti, altın yaldızlı bir pencereye doğru yükseliyor. Dakikalar sonra, Apollon Galerisi’nde alarmlar çalıyor. Vitrinler kesiliyor, camlar kırılıyor. İçeriden Napolyon dönemine ait, “hesaplanamayacak kadar değerli” mücevherler alınıyor. Yaklaşık yedi dakika. O kadar sürdü her şey. Sonra motosiklet sesleri uzaklaştı. Dışarıda, aceleyle düşürülmüş, hasar görmüş bir taç kaldı. Müze boşaltıldı. Tüm Paris bunu konuştu. Tüm Dünya bunları izledi.

Ve siz? Haberi duyduğunuzda ilk ne hissettiniz? Belki şok oldunuz. Belki “nasıl olabilir bu devirde ya?” diye düşündünüz. Ama bir yandan da… merak ettiniz değil mi? “Bunu nasıl yaptılar? Ne kadar planladılar? Kişi başı ne kadar kazanmış oldular? Yakalanırlar mı?”

Çok ilginç değil mi? Bu sorular, bir soygun filmi mesela “Ocean’s Eleven” izlerken sorduğumuz sorularla neredeyse birebir aynı. Yani şöyle bir sahneyi hayal etmeden duramıyor insan.

Paris. 18 Ekim 2025. Gece yarısı saat 01:40 civarı. 

Hôtel Pont Royal’in altın sarısı ışıklarını görürüz. 6. kattaki köşe süitte (hani Pont Royal ve Seine nehrine bakan köşedeki süit var ya işte orada) perdeler yarım kapalı. Masanın üzerinde katlanabilir bir drone, cam kesici diskler ve üzeri işaretli bir Louvre planı. Aşağıdan nehrin uğultusu ve uzaktan bir çöp kamyonunun “bip bip yapan” sesleri gelmektedir. Birbiriyle hiç ilgisi yokmuş gibi gözüken bir grup insan dikkatle planın ayrıntılarını dinlemektedir. İçlerinden en yaşlısı dayanamayıp araya girer.

  • Diyelim ki Seine tarafındaki cephede kiraladığımız sepetli liftle balkona çıkıyoruz, pencere camını taş motoruyla kesip Apollon Galerisi’ne giriyoruz… müze açıkken, ziyaretçiler içerideyken, güpegündüz, alarm çalmasına rağmen görevliyi o taş motoruyla tehdit edip vitrinlerin zırhlı camlarını kırıyoruz… …dokuz parçayı hedefliyoruz; sekizini alıp bir tacı oradan kaçarken düşürüyoruz… …ve bütün bunları kameraların kör noktasında, yedi dakikadan kısa sürede yapıyoruz. Çok güzel, bunların hepsini yaptık diyelim… …sonra Seine nehri kıyısına geri inip motorlara atlayacağız… …A6 otobanına çıkıp kimse bizi durdurmadan oradan hızla uzaklaşacağız öyle mi?
  • Evet.
  • Bu devirde.
  • Evet.
  • DNA’mızdan filan bizi bulamayacaklar.
  • Evet.
  • Ha. Tamam.

İtiraf edelim: Soygunlar bizi büyülüyor. Hem filmlerde dizilerde, hem de belgesel ya da gerçek haberlerde. Peki neden? Bir şeylerin çalındığını izlemek, neden bu kadar çekici geliyor? Yoksa kendimiz hakkında bilmediğimiz derinlerde bir şeyler mi var?

USTALIĞI İŞ ÜSTÜNDE SEYRETME ZEVKİ

İyi planlanmış bir soygun bize ne sağlar biliyor musunuz arkadaşlar? Kendine göre bir “ustalık” işinin görülmesini sağlar. Hem çalınan şeyin görünmesini hem de onu çalma eyleminin görünmesini. Çünkü çalınan şey bir sanat, çalma eylemi de bir çeşit zanaattir değil mi, hatta bir koreografidir. Dakik hesap, doğru ekip, mükemmel zamanlama gerektirir.

Danny Ocean’ın ekibi ilk kez bir odada toplandığında ne yapıyorlar? Çok zor gibi görünen engelleri aşmak için bir plan yapıyorlar. Onlar bu planı yaparken biz de o odada gibi hissediyoruz kendimizi. Çok cool bir şekilde onlarla birlikte biz de plan yapıyoruz. Ocean’ın 12.si biziz. 

Dolayısıyla onlar o planı işletmeye başlayınca biz de onlarla birlikte heyecanlanıyoruz. Buradaki senaryonun iskeleti üç temel bölümden oluşuyor: Plan + yürütme + sürpriz. Senaristler neden böyle bir dramatik yapı kullanıyor? Çünkü beynimiz, her adımda, her kilit açıldığında, her engel aşıldığında küçük kutlamalar yapıyor.

En büyük kutlama da kaçarken olur. Baby Driver’daki gibi. Filmin açılışındaki o meşhur banka soygunu sonrasındaki kaçış sahnesi. Şu anda izlediğimiz şey heyecanlı bir aksiyon sahnesi gibi görünebilir. Ama bizim asıl keyif aldığımız şey bir ustayı iş üstünde seyretme keyfi. Bir müzisyenin mesela bir davulcunun bateri solosundan pek de farklı değil bu. Önündeki büyük engeli aşmaya çalışan birinin sergilediği hünerli hareketler bunlar.

Heat’teki Los Angeles sokak çatışmasını hatırlayın. Al Pacino ve Robert De Niro’nun çeteleri karşı karşıya gelir. Ama o meşhur çatışma öncesi, ekiplerin dakik düzenini izleriz. “Bu iş profesyonelce yapılıyor” duygusunu iliklerimize kadar hissederiz.

Psikolojide buna “competence pleasure” deniyor – ustalığı izleme zevki. Kendinizi bir yoklayın bu isteği her yerde keşfedeceksiniz. Usta birinin işini yaparken gösterdiği hünerler onu izleyene de zevk verir. Ben o yüzden yemek programı izleyemiyorum mesela. Usta bir aşçı hünerlerini gösterirken az önce yemek yemiş olsam bile yine de acıkıyorum 🙂 İşte soygun izlemenin keyfi, bu ustalığı gerçek zamanlı çözmekten geliyor. “Ben olsam yapamazdım” diyoruz ve sonra acaba onlar “Nasıl yaptılar?” sorusu beynimize bir bulmaca gibi yerleşiyor.

Bir heykeltıraşın mermerden yüz çıkarmasını izlemek nasıl tatmin ediciyse, bir hırsızın güvenlik sistemlerini atlatmasını izlemek de öyle. Bu yüzden iyi filmlerdeki soygun sahneleri, bir satranç maçı gibi çekilir: planı görürsün, ama yine de o plan seni şaşırtır.

ÖNCE KURALI KOY, SONRA BOZ

Soygun hikayelerinin çoğu aslında aynı yapıyı takip eder. 

— Birinci ders: hırsızlığın üç temel kuralı.

— Tam İsviçrelisin. Bir, iki, üç!

— Haklısın. Bir: Planını titizlikle yap.

Bunu gördük. İyi bir plan gerekiyor. Peki ya iki?

— İki: İşini…

— …temiz bir biçimde yap.

Yani yürütme aşaması. Üçüncü oalrak ne demiştik. Sürpriz faktörü. Peki en büyük sürpriz ne olabilir?

— Üç?

— Soygun öncesinde, sırasında…

— …ya da sonrasında yakalanma. Doğru.

Evet plan yapıp onu yürütmek önemli. Ama asıl tatmin, kuralın konup sonra da bozulduğu andır.

Senaryo önce hap gibi bir kural verir: “Bu kasaya üç kişi aynı anda dokunmadan açılmaz.” Sonra film, bu kuralı yaratıcı şekilde deler.

Inside Man’i hatırlayın. Bankanın içindeki kostüm simetrisi. Maskeler aynı, kıyafetler aynı. “Kim rehine, kim soyguncu?” Bulmacanın kuralı: Ayırt edemezsin. Çözüm: Ayırt etmene gerek kalmayacak şekilde planlandı.

Dalton Russell bankayı soyar ama aslında zenginlerin pisliklerini ortaya çıkarır. Bir hırsızdır ama aynı zamanda bir tür adalet getiricidir. Clive Owen kameraya bakar ve der ki:

  • Geriye yalnızca “nasıl” kalıyor. Ve işte, ozanın dediği gibi, işin püf noktası da burada yatar.

Ben “ozan” dedim ama o “bard” derken Shakespeare’i kastediyor. Görüyorsunuz değil mi, usta bir hırsızın kiminle eş değer tutulduğunu. 

Ya da The Italian Job. 1969 versiyonundan 2003 versiyonuna, tünellerde Mini Cooper’larla “fizik kuralları” ile oynayan kaçış koreografisi, şehrin altyapısını bulmacaya çevirir. Her sürücü kendi rotasını bilir ama hepsi senkronize hareket eder. Bir yanlış hareket, tüm planı bozar. Ama hareket mükemmel olunca… işte o an, o an saf harmonidir.

İnsan beyni tamamlanmamış kalıplara tahammül edemez. İşte bu filmlerde gördüğümüz “Heist” türü bu dürtünün üzerine gider: “Boşluğu ben tamamlayayım.” O yüzden twist geldiğinde tatmin de büyüktür.

Geçen Pazar Louvre Müzesi’nde meydana gelen olaydan sonra benim aklıma iki şey geldi. 1911’deki Mona Lisa olayı ve meşhur Arsène Lupin karakteri. Yo aslında üç şey. 

Bu soygunu duyunca aklıma iki – üç şey geldiğini söylemiştim. Aynı müzede daha önce de bazı hırsızlıklar oldu ve bunların en meşhuru 1911’de Mona Lisa’nın çalınmasıydı. Bugün o konuya çok detaylı bir şekilde girmek istemiyorum, çünkü bir girersek çıkamayız, onu başka bir güne bırakalım, abone olup hatırlatıcılarını açanlar ilk izlesinler. 

Diğer konuysa Arsène Lupin karakteri. Bu hayali bir roman karakteri, Sherlock Holmes’un suç dünyasındaki karşılığı gibi düşünebilirsiniz. Edebiyatta “zekâ, stil, etik sınırlar” deyince akla gelen bir karakter, o yüzden “centilmen hırsız” olarak da bilinir. Bir çok kez filmlere de aktarıldı ama özellikle son dönemde Netflix’de yapılan uyarlaması benim aklıma geldi. 

2021’deki Lupin dizisinde açılış bölümü Louvre’da geçiyor ve hikâyenin merkezinde de Marie Antoinette’e atfedilen “Kraliçe’nin Kolyesi” var. Yani mücevher hırsızlığı hikayesi bu. Acaba bir yandan centilmenlikle, şairlerle hatta Robin Hood gibi masallarda halk kahramanlarıyla ilişkilendirilen bu hırsızlara giderek daha fazla özendiriliyor muyuz?

KURALLARA KARŞI OLMAK

Şimdi önce şunda bir hem fikir olalım. Soygun yapmak suçtur, değil mi? Yanlıştır. Kanun dışıdır. Öyleyse neden hırsızları destekleriz?

Çünkü soygun demek, bir yandan da güven sistemlerini test etmek demektir: kameralar, sensörler, bekçiler, prosedürler. Bir toplum, değer verdiklerini korumak için “görünmez bir mimari” inşa eder. Soygun hikâyeleri, işte bu mimarinin adeta bir dayanıklılık testidir.

Mission: Impossible’ın 1996 Langley sahnesini hatırlayın. Tom Cruise tavandan sarkıyor. Bir damla ter düşerse alarm çalar. Hareket sensörü var, ısı sensörü var, ses sensörü var. Güvenliğin her katmanı – ısı, ses, ağırlık – göze görünür kılınıyor. Dramatik gerginlik, güven mimarisi ile kahramanın bir ip üstünde yürümesi arasında doğar.

Aslına bakarsanız bu sahne ta 1964’te yapılan başka bir filmden esinlenmiş. 

Topkapı.

Evet, bizim Topkapı Sarayı. Jules Dassin’in yönettiği ve İstanbul’da çekilen o film, Hollywood’un en ikonik “heist” sahnelerinin ilham kaynağı oldu.

Bu filmdeki sahne neredeyse hiç diyalog içermez. Sadece nefes sesleri, kalp atışları, en ufak bir hareketin çıkardığı gıcırtı. Beş dakikalık bir sekans, yarım saat gibi hissettirir. Çünkü sessizlik, zamanı ağırlaştırır.

Hatta daha da geriye gidersek: Topkapı’dan dokuz yıl önce, 1955’te aynı yönetmen, Rififi filminde 30 dakikalık, tamamen sessiz, diyalogsuz, müziksiz bir kasa soyma sahnesi çekmişti. O sahne, sessiz soygun estetiğinin ilk örneğiydi. 

Bu formül çok tutunca önce Topkapı’ya sonra da Mission: Impossible’ın o meşhur Langley sahnesine taşındı. 

Ve şimdi, 2025’te, gerçek bir soygun yine gerçek bir sarayda oluyor, bu sefer Louvre’da. 

Yıllardır sinemada oluşturulan bu “heist estetiği” biz izleyicileri özünde kötü olan bir eyleme hayran bırakıyor olabilir mi? Hatta Lupin örneğinde olduğu gibi bazılarına ilham veriyor olabilir mi?

The Thomas Crown Affair’i düşünün. Müzede şapkalı adamların çoğaltıldığı sahne – CCTV’yi “dezenformasyon ekranına” çevirir. Kameralar bakar ama “kimi gördüğünü” bilemez. Güvenlik sistemi kör edilmez, kandırılır o sahnede.

İşte Louvre’daki gerçek soygun, tam da bu nokta yüzünden gündem oldu. Güven mimarisinin “kör noktaları” ifşa oldu. Müzeye girmenin bir yolu dış cephe ve şantiye ekipmanı üzerinden bulundu. Üst kat penceresi, kısa sürede kesildi. Galerideki vitrinler nalburdan alabileceğiniz aletlerle açıldı. Ekip dakikalar içinde çıkıp gitti.

Ve işte o anda, gerçek dünya bir film gibi göründü. Ya da filmler gerçek dünyadaymış gibi.

ROBİN HOOD MUYUZ, YOKSA…?

Çocukken hepimiz kurallara uymayı öğreniriz. Okula zamanında git. Sıranda bekle. Büyüyünce vergini öde, kutsaldır. Trafik ışıklarına uy. Ve bunların çoğu gereklidir, mantıklıdır, doğrudur.

Ama bazen. Bazen kurallar boğucu hissettirir. Sisteme sıkışmış gibi hissederiz. Ve soygun hikayeleri, o sıkışmışlıktan çıkmanın bir fantezisidir.

Bu tür hikâyelerin çoğu, bizi etik bir ikileme sokar. “Zenginlerden çalıyorlar” teması, karakteri sempatik yapmaya çalışır. Robin Hood, Arsène Lupin, Zorro… Hepsi bir şeyler çalar. Ama hepsi “yanlış” olandan alır, “doğru” olana verir gibi gösterilir.

La Casa de Papel’deki Profesör’ü hatırlıyor musunuz? Amaç sadece para çalmak değildir. Banknot basma sahnelerinde, “Sistemin boşluğundan yararlanmak” bir manifesto gibi anlatılır.

Lupin bize şunu sorar: “Adalet duygun incinse de estetik bir hileye hayran olabilir misin?”

Ama çalınan şey Mona Lisa’nın tablosu ya da kültürel miras gibi korunan mücevherler olunca buna ikna olmak zorlaşıyor değil mi? 

Louvre’dan çalınanları sadece değerli taşlar gibi görmüyor bazıları. Kimileri için o kolektif bir hatıra eşyası. Napolyon dönemiyle, Fransa’nın tarihiyle, Avrupa’nın kolektif anlatısıyla iç içe geçmiş parçalar. Sanat eserlerine, tablolara bile girmiş. Bir tablo çalındığında onu tablo olarak korumak önemli, yoksa değerni kaybeder. Ama bu tür taşlı mücevherler paraçalara ayrılıp, kesilip tekrar satılabilir, yani “geri dönemeyebilirler.”

Yani gerçekte işler filmlerdeki kadar romantik değil. Gerçek soygunlar kurban yaratır. Zarar verir. Travma bırakır.

MEKANIN BÜYÜSÜ – APOLLON GALERİSİ 

Louvre’daki soygunu duyunca aklıma ilk gelen iki şeyden sonra detayları okuyunca üçüncü bir şeyi daha fark ettim.

Olay Apollon Galerisi’nde gerçekleşmiş. Apollon, ismiyle bile ışığı, görkemi çağrıştırıyor. Ne de olsa Apollon Yunan mitolojisinde Işık Tanrısı. Salonu da buna göre tasarlamış küratörler. Kristal yansımalar, altın varaklar, tablo dizileri. Oraya giden ziyaretçi, bu ihtişamı görünce “değer” duygusunu da gözle görmüş oluyor.

O yüzden bu eylem, bir banka kasasında, bir depoda filan değil de Apollon Galerisi’nde güpegündüz parlak ışıklar altında olunca bir çarpan etkisi yaratıyor. 

Now You See Me’de dört sihirbaz-hırsız, bir bankayı soyarken aslında sahnededir. Gösteri yaparlar. Seyirciler alkışlar. Ve tam o anda, gerçek soygun olur. Zamanın iki katmanı iç içe geçer.

Louvre’da da öyle oldu. Olay dakikalar içinde bitti ama mekân onu ölümsüzleştirdi. Tıpkı 100 yıl kadar önce 1911’de pek kimsenin bilmediği Mona Lisa tablosunun çalındıktan sonra herkes tarafından tanınmaya başlaması gibi. Evet çalınmasaydı belki de bugün global bir ikon olmayacaktı. Belki Louvre Müzesi’ndeki Apollon Galerisi tekrar açılınca, insanlar ilk iş oraya gidecek ve belki de bu kez mücevherler yerine daha önce kırılan o pencereye bakacak. Yani eserin yerini, onun iz alacak. Daha da ileri gidip şunu iddia edebiliriz: bu soygun, mekânın kendisini bir tür “enstalasyona” çevirdi.

Ve işte şimdi bir soru kalıyor ortada:

Louvre’daki o soygunu öğrendiğinizde, ilk tepkiniz “Çok kötü bir şey” miydi, yoksa “Nasıl yaptılar acaba?” mı?

Eğer ikincisiyse, tebrikler. 

Siz de filmin içindesiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir