Hatırlarsanız, geçtiğimiz aylarda Güneş Sistemimize giren gizemli bir misafirden bahsetmiştik. 3I/Atlas’tan. Kendisi Güneş Sisteminin dışındaki boşluktan, çok uzaklardan çıkıp gelen, Oumuamua ve Borisov’dan sonra keşfedilen üçüncü yıldızlararası ziyaretçimiz. O videoyu bitirirken ‘Henüz çok az şey biliyoruz, asıl veriler yakında gelecek’ demiştim. İşte o gün geldi. NASA, geçtiğimiz Çarşamba günü kameraların karşısına geçti ve aylardır beklenen o kritik basın toplantısını nihayet yaptı. Bilim dünyasının gözü kulağı bu açıklamadaydı çünkü ellerinde James Webb’den, Hubble’dan ve hatta Mars yörüngesindeki araçlardan gelen taptaze veriler ve en son çekilen fotoğraflar vardı. Peki, ne buldular? Bu cisim gerçekten sadece sıradan bir kaya parçası mı, yoksa bize evrenin başka bir köşesinden haberler getiren, Güneş’ten bile yaşlı bir zaman kapsülü mü? Bazıları bunun bir uzay gemisi olabileceğini hala iddia etmeye devam ederken toplantıda verilen cevaplar, üzerinde konuşmaya değer. Ama çekilen son fotoğraflarda şöyle bir şey görmeyi beklemeyin. İyi de neden beklemeyelim? Adamların elindeki son teknoloji kameralar varken bulanık beyaz noktalar görmekten bıkmadık mı? Şimdi gelin, önce sakin olalım, kendimize bir kahve yapalım, çekirdeklerden birini ayıralım, lazım olacak ve NASA’nın açıkladığı o raporun satır aralarına, paylaştığı ilk görüntülere birlikte yakından bir bakalım.
Toplantıda masaya yatırılan ilk konu, belki de çoğumuzun içten içe merak ettiği o ‘malum’ soruydu. ‘Bu, yapay bir cisim olabilir mi? Bir uzay gemisi mi?’ NASA yöneticileri söze, internetteki bu dedikodulara son noktayı koyarak başladı: ‘Hayır,’ dediler. ‘Bu nesne bir kuyruklu yıldız gibi görünüyor, bir kuyruklu yıldız gibi davranıyor ve kesinlikle doğal bir oluşum.’ Yani herhangi bir ‘tekno-imza’, bir sinyal yok. Ama bu, heyecanlanmamamız gerektiği anlamına gelmiyor; aksine, durum daha da ilginç. Çünkü bu cisim 30 Ekim’de Güneş’e en yakın konumundan, yani Mars yörüngesinin hemen içinden geçip gitti. İşin zor yanı, bu geçiş sırasında Dünya, Güneş’in diğer tarafındaydı; yani kör noktadaydık. Peki NASA ne yaptı? Elindeki tüm kozları oynadı. Sadece Hubble veya James Webb teleskoplarını değil; Mars’ın yörüngesindeki uydulardan, ta Jüpiter’e doğru yol alan Lucy ve Psyche araçlarına kadar uzaydaki tüm filosunu, adeta bir ‘paparazzi ordusu’ gibi tek bir cisme çevirdi. Yaklaşık 20 farklı görev ekibi, aynı anda bu ziyaretçiye kilitlendi.
Gelin şimdi o beklenen anı yaşayalım ve NASA’nın yayınladığı resmi galeriye, yani bu ‘yıldızlararası cismin fotoğraf albümüne‘ birlikte göz atalım. Bunların linklerini aşağıda açıklamalar bölümünde de vereceğim, videodan sonra kendiniz de inceleyebilirsiniz. Burada ne görüyoruz? En son çekilen fotoğraf en başta olmak üzere tarih ve fotoğrafı çeken araçların isimlerinden oluşan bir galeri. En son 15-26 Ekim tarihleri arasında SOHO tarafından çekilen görüntü var. Buna bakacağız birazdan ama sayfayı aşağı doğru kaydırdığımızda, karşımıza çıkan kareler sizi biraz şaşırtabilir. Hatta dürüst olayım, eğer Hollywood filmlerindeki o detaylı, üzerindeki çatlakları bile görebildiğimiz 4K görselleri bekliyorsanız, göreceğiniz şey biraz ‘hayal kırıklığı’ gibi gelebilir.
İlk kara delik fotoğrafının gösterildiği basın toplantısını canlı yayında aktarırken insanların yaşadığı hayal kırıklığını çok yakından görmüş biri olarak bunu kısmen anlayabiliyorum. Ama beklentilerinizi resetleyip tekrar düşünün lütfen. Şu an ekranda gördüğünüz, Mars yörüngesindeki MRO aracının yakaladığı o bulanık, beyaz gibi görünen topa iyi bakın. Veya Psyche ya da Lucy araçlarının çektiği, arka plandaki sabit yıldızların önünden sessizce süzülen o soluk noktaya… Bunlar CGI değil, bunlar filmlerden alınmadı. Şu an, milyarlarca kilometre öteden, belki de başka bir güneşin etrafından kopup gelmiş, insanlık tarihinin tanık olduğu o nadir anın ‘ham’ ve ‘gerçek’ görüntülerine bakıyorsunuz.
Peki ama, Mars’taki taşları bile kristal netliğinde görebilirken, burnumuzun dibinden geçen bu cismi neden böyle ‘piksel piksel’ görüyoruz? İşin aslı, sandığınızdan çok daha basit bir fizik kuralına dayanıyor ama onu açıklamadan önce şu pikseller meselesine bir daha bakalım. En son çekilen görüntü SOHO tarafından gönderilmişti. 3i ATLAS Güneş’e en yakın noktasındayken çekebildiği görüntü bu. Download ederseniz 678×667 piksellik bir görsel. İyi de benim cep telefonum bile 100 Megapiksel fotoğraf çekerken bu nasıl olur? Fotoğrafın üstünde yazan şeye bakalım. SOHO yani “Solar and Heliospheric Observatory / Güneş ve Heliyosfer Gözlemevi” tarafından çekilmiş. Bu ESA (Avrupa Uzay Ajansı) ve NASA tarafından ortaklaşa yürütülen bir uzay misyonu. Güneş’i izlemek için tasarlanmış ve 1995’te uzaya gönderilmiş. 30 yıl önce, kaçınız hayattaydı? Bu uzay aracının fotoğrafı çeken kamerası LASCO 1980’lerin sonunda geliştirilmiş ve çözünürlüğü sadece 1 Megapiksel. Cep telefonlarının bile olmadığı bir dönemde yapılmış bir kameranın 30 yıl boyunca uzayda aralıksız olarak çalışıp çektiği binlerce görüntüden sonra hala çalışmaya devam edip milyonlarca kilometre uzaktan çekip bize gönderdiği bir görüntüye bakıyoruz şu anda.
Tabi diğer kameralar bundan çok daha kaliteli. Mesela MRO. Mars’a gönderilen Perseverance uzay aracını indirirken yaptığım canlı yayında bu araçtan bolca bahsetmiştim. Mars’ın çevresinde dönen bir uydu bu ve üzerinde çok yüksek çözünürlüklü bir kamera var. O kadar yüksek çözünürlüklü ki Mars’ın yüzeyindeki araba büyüklüğündeki roverın fotoğraflarını bu netlikte çekebiliyor. Aynı fotoğrafa biraz daha zumlarsanız büyükçe bir drone ebatlarındaki Mars helikopteri Ingenuity’i bile görebilirsiniz. İşte bu kameranın 2 Ekim’de çektiği 3I/ATLAS fotoğrafı da bu. Kamera aynı, peki görüntü niye böyle? Çekirdekleri hazırlayın, kısa bir aradan sonra onu da cevaplayalım.
—
Bu fotoğrafların neden hep aynı ve bulanık olduğunu konuşuyorduk. Cevap aslında çok basit bir perspektif farkında, yani ‘ölçekte’ gizli. Gelin kıyaslayalım: MRO, Mars yüzeyindeki o helikopteri görüntülerken sadece 250-300 kilometre yukarıdan bakıyordu. Yani evinizin balkonundan aşağıdaki sokağı izlemek gibi. Ama kamerasını bu kuyruklu yıldıza çevirdiğinde, aradaki mesafe tam 30 milyon kilometreydi! Dünya ile Ay arasındaki o koca boşluğu düşünün. İşte o mesafenin yaklaşık 80 katı kadar uzaktan bakıyor. Baktığı şey de Ay’ın üstündeki irice taşlardan biri kadar. En iyi kamerayla bile baksanız, arkadaşınızın 1 metre dibinden çektiğiniz portresiyle, 5 kilometre ötedeki bir dağın tepesinden size el sallarken çektiğiniz fotoğraf asla aynı netlikte olamaz.
Ama tek sebep mesafe de değil. Diyelim ki yanına kadar gittik. Yine de o beklediğiniz keskin hatlı, metalik bir uzay gemisi görüntüsüyle karşılaşmayacaktık. Çünkü bir kuyruklu yıldız, uzay boşluğunda süzülen çıplak bir kaya parçası değildir. O, Güneş’e yaklaştıkça ısınan, sürekli gaz ve toz püskürten, etrafını saran devasa bir sis bulutunun, yani ‘koma’nın içine saklanmış ‘kirli bir buzdağıdır’. Fotoğraftaki o bulanıklık bir hata değil; aksine o cismin adeta bir ‘canlı’ gibi olduğunun, nefes alıp verdiğinin kanıtı. Uzaylı demeye getirmiyorum ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Uzay boşluğunda milyonlarca yıl donuk bir şekilde sürüklendikten sonra Güneş gibi bir yıldıza yaklaşırken ısınıp uyanmaya başlayan ve bunu yaparken de erdiği için bir sis bulutu oluşturan bir şeye bakıyoruz. Kamerayı ne kadar netlerseniz netleyin, bir sisi netleyemezsiniz. Gördüğümüz o ‘bulanık beyaz top’, aslında kuyruklu yıldızın atmosferinin ta kendisi.
Basın toplantısında konuşan uzmanlardan Tom Statler’ın verdiği bir benzetme çok hoşuma gitti. Onu biraz daha geliştirip size aktarmaya çalışayım. Beyaz göründüğüne aldanmayın dedi, bu cisim, üzerine taze dökülmüş asfalttan, hatta kavrulmuş bir kahve çekirdeğinden bile daha karanlık. O yüzden tam olarak büyüklüğünü bile hesaplayamıyorlar. 400-500 metreyle 5 km arasında olduğunu söylüyorlar ve bunu da New York’taki Manhattan’a benzetiyorlar ki uzunluk değil ama genişlik olarak doğru bir ifade. Ben şöyle bir benzetme yapacağım, eğer bu kuyruklu yıldızı alıp Marmara Denizi’ne nazikçe bıraksaydık, hemen hemen Büyükada kadar yer kaplardı. Vapurla yanından geçerken o koca adanın simsiyah bir kaya olarak uzay boşluğunda süzüldüğünü hayal ederseniz, 3I/Atlas’ın büyüklüğünü yaklaşık olarak zihninizde canlandırabilirsiniz.
Şimdi bu kapkara kaya parçasının hangi mesafelerden geldiğini hayal etmenizi istiyorum ve bunun için de kahve çekirdeğini kullanacağız. Elinizdeki kahve çekirdeği Güneş Sistemi’mizin merkezi olan Güneş’imiz olsun. Eğer bu Güneşse Dünya çok ince bir kum tanesi kadar olurdu. Ve bu kum tanesini kahve çekirdeğinden sadece yaklaşık 30 cm kadar uzakta onun etrafında dönerdi. Yani Güneş sistemi ve onun yakınındaki Dünya dahil tüm iç gezegenler odanıza sığardı. Diğer tüm gezegenler ve Plüton’un yörüngesi dahil olmak üzere ana gezegen sistemimiz büyükçe bir evin içine sığardı. Yani evinizi güneş sistemi olarak hayal edebilirsiniz. Ama içinde neredeyse hiçbir şey yok. Eşyelar, duvarlar filan hiçbir şey. Kapladığı alan olarak düşünün. Sadece bu kahve çekirdeği var o da zar zor görünüyor çünkü Güneş sisteminin %99’u bu çekirdekten yani güneşten ibaret. Geri kalan şey evinizin içindeki havada dönen toz parçaları. Biz hepimiz o toz parçalarından birinin içindeyiz. Hayal edebildik mi eviniz büyüklüğündeki muazzam boşluğu. Peki gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz diğer yıldızlar nerede?
Onlar da yandaki komşunun evi diye düşünmeyin. Çok yanlış bir benzetme olur. Çok Uzayda çok daha yalnızız. Diğer yıldızlar bizden çok daha uzakta. İstanbul’daki tek ev sizin eviniz. O evdeki en büyük nesne bir kahve çekirdeği. Ve gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz diğer kahve çekirdeklerinden bize en yakın olanı yaklaşık 160 kilometre uzakta duran başka bir evde. Ev diyorum çünkü yıldızlar, bizim güneş sistemimiz gibi sistemler içinde yer alıyor. Onların da etrafında başka gezegenler, başka gök taşları dönüyor. İstanbul’daki tek evin içinde sadece bir kahve çekirdeği var: Güneş ve ona en yakın kahve çekirdeği Tekirdağ’daki tek evin içinde: Proxima Centauri. Uzayda bu kadar boşluk var. Bu boşluğu anlayabilmek için Türkiye büyüklüğündeki bir yere 10-15 tane kahve çekirdeği serpiştirmek ve arada başka hiçbir şey olmadığını hayal etmek gerekiyor. Biz o büyüklükteki bir alanın içine serpişmiş 10-15 kahve çekirdeğinden birinin etrafında dönen küçük bir kum tanesinin içinde yaşıyoruz.
İnsanlık tarihi boyunca sadece bu kahve çekirdeğini ve onun etrafında dönen birkaç kum tanesini inceledik. Ta ki 2017’ye kadar. Evet, son 8 yılda üçüncü kez bizim evimizin dışından gelen minicik bir kaya parçasıyla karşılaşıyoruz.
Oumuamua (ilk keşfedilen nesne) bizi şaşırtmıştı çünkü ondan hiçbir gaz çıkışı görmemiştik, ama yine de hızlanıyordu. Bu da ‘Acaba motoru mu var?’ dedikodularına yol açtı. Ancak 3I/Atlas farklı. O, Güneş’e yaklaştıkça ısınıyor ve resmen ısındıkça geğiriyor. İçindeki donmuş gazlar ısınıp dışarı fışkırıyor ve bu fışkırma ona bir roket etkisi (itki) sağlıyor. Bu tamamen doğal bir süreç, bir motor sistemi filan değil. Bizi şaşırtıyor, çünkü kafalarımız uzayın büyüklüğünü idrak etmekte zorlanıyor. Öyle olduğu için çekilen fotoğrafları anlamakta güçlük çekiyoruz. Anlayamadığımız boşlukları, uydurarak doldurmaya çalışıyoruz.
Güneş Sistemimizde bugüne kadar gördüğümüz kuyruklu yıldızlar, mesela meşhur Halley, hep bizim evimizin içindeki nesnelerdi. Bizim evimizin tarihini anlatıyodu. Ama 3I/Atlas, başka bir evden geliyor. Hem de Tekirdağ’daki ya da Türkiye’deki 10-15 kahve çekirdeğinden değil çok daha uzaklardaki bir kahve çekirdeğinden. Belki de artık var olmayan bir yıldız sisteminden kopup gelmiş donmuş bir fosil o. O, milyarlarca yıldır derin dondurucuda saklanan ve hiç bozulmamış bir zaman kapsülü. Üzerindeki kimyasalları okumak, hiç gitmediğimiz ve gidemeyeceğimiz bir yıldız sisteminin ‘yemek tarifini’ (kimyasal yapısını) öğrenmek gibi.
Peki, NASA o zaman kapsülünün kapağını aralayıp içine baktığında tam olarak ne görmüş oldu? İşte şimdi son olarak tekrar James Webb’in o meşhur ‘kozmik parmak izi’ analizi, yani spektroskopisine bakmamız gerekiyor. O bulanık beyaz topun ışığını bir prizmadan geçirdiğimizde, içindeki kimyasalların bıraktığı izleri gördük. Ve sonuç çok çarpıcıydı: Bu kuyruklu yıldızda, bizim Güneş Sistemimizde doğan kuyruklu yıldızlara kıyasla çok daha fazla karbondioksit ve çok daha az su buharı tespit edildi. Bu ne demek? Şunu hayal edin: Elinizde, sizin ülkenizdeki fırınların yaptığı ekmeklerin tarifleri var. Hepsi aşağı yukarı aynı. Ama size bambaşka bir ülkeden, hatta bambaşka bir yıldız sisteminden gelen bir ekmek tarifi verseler, içindeki tuz veya baharat oranı imkansız derecede farklı olur, değil mi? İşte 3I/Atlas’ın kimyasal yapısı da tam olarak böyle. O, bizim mutfağımızda, yani Güneş’in etrafında pişmedi. O, bize en yakın Tekirdağ’daki tek komşu evin bile değil, çok daha uzaklardaki bir yıldıza ait ‘imza’yı taşıyor. Biz bu imzayı alıp inceleyebildiğimiz için, sadece uzayda bir nokta değil, evrenin bir köşesinden gelen bilimsel bir mektup bulmuş gibi olduk. Biz beyaz bulanık bir noktaya bakıp sıkılıyoruz ama James Webb gibi bir teleskobun enstrümanları o kahve çekirdeğinden bile karanlık ziyaretçinin içindeki moleküllere kadar görebiliyor. Bu tür ziyaretçiler bize gelmeye devam ettikçe, evrenin geri kalanını, hiç gidemeyeceğimiz o uzak yıldız sistemlerini de öğrenmeye devam edeceğiz.
Kahve çekirdeği bize çok uzakta olduğu için kendisine kadar gidemesek de kokusunu alıp şaşırmaya ve hayret duymaya devam edeceğiz.