Kategoriler
Eğitim Verimlilik

Odağınız Dağılmadan Saatlerce Çalışabilmenin Sırrı

Bu videoya başlamadan önce bir şey rica edeceğim. Kronometreniz var mı? Onu bir çalıştırır mısınız? Bir rekor denemesi yapacağız da. Dikkatinizin dağıldığı ilk anı not edin, lazım olacak. Hazırsak, başlayabiliriz.

Albert Einstein, Marie Curie, Isaac Newton, Mozart… Bu insanların başarılarının sırrının zeka veya yetenek olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Mozart hayatı boyunca tam 41 senfoni yazdı. Newton’ın yayınlanmış 15 kitabı ve sayısız makalesi var. Marie Curie yalnızca 6 yılda 32 tane devrim yaratan çalışmaya imza attı. Einstein 50 yıllık bir sürede 300’den fazla makale çıkardı. 

Bunların hiçbiri bir günde olmadı. Bu insanların gerçek sırrı, “çalışkanlıkları”. Ve bu kadar çalışkan olabilmenin anahtarı da çalışırken “odağı koruyabilmek”ten geçiyor. Amaaa… Elimizin altındaki şu alet var ya şu alet… Resmen dikkatimizi dağıtmak için tasarlanmış. Hele o sosyal medya… 

Eğer böyle düşünüyorsanız, bundan hemen vazgeçin. Çünkü bu durum, sürekli abur cuburla; sürekli şekerli, yağlı kötü gıdalarla beslenip, sağlığınızın bozulmasınının kabahatini yemeklerde aramaya benziyor. Nasıl yediklerimizin kontrolü bizdeyse, odağımızı koruyabilmek de bizim elimizde. Nasıl sağlıklı beslenerek, egzersiz yaparak beden sağlığımızı dinç tutuyorsak, zihnimiz için de aynı egzersizleri yapmamız şart. Çünkü yalnızca işleyen demir ışıldar.

Bu Rian Doris ve bu da Steven Kotler. Facebook ve Audi gibi dünyanın önde gelen markalarına, hatta Amerikan ordusuna, insanların çalışma performanslarını artıracak eğitimler veriyorlar. Verimliliği maksimuma çıkarmanın yollarını araştırıyorlar. Nasıl sporda koçlarımız varsa, onlar da zihnimizi çalışmaya odaklamak için koçluk yapıyorlar. Ve onlara göre bu işin sırrı “akış”ta. Yani “flow”. 

Düşünün. Böyle sıkılmadan saatlerce yapabildiğiniz bir işi düşünün. Çalışmaktan bahsetmiyorum. Oyun oynamak, arkadaşlarla eğlenmek, maç seyretmek, dizi izlemek… Bunların hepsi, akaaar gider, değil mi? Bir “akışı” vardır. İşte “akış” dediğimiz şey, tam olarak böyle bir şey: Bir işi zahmetsiz hissetmemizi sağlayan zihin durumu.

Öte yandan bir de yapmanız gereken işleri düşünün. Karşılaştığımız ilk zorlukta… Elimiz buraya kayıveriyor. Çünkü bu bir “sıkıntıdan kaçış noktası”. Zihnimiz akmak istiyor ama, yaptığımız işte değil. Oraya akmak istiyor… Çünkü bu alet, tam olarak bunun için tasarlanmış. Çoğumuzun bilmediği şeyse, hayatımızı da aynı şekilde tasarlayabileceğimiz.

Akışı dört yapıtaşına ayırabiliriz. Az önce bahsettiğim bu telefon kaçamağı gibi şeyler, “engelleyiciler” bunlardan ilki. Sağıklı yaşamak, vücudunuzu geliştirmek için spor yapmak istediğinizi düşünün. Bazen kalkıp gidesiniz gelmez. Trafik vardır, yemek yapılacaktır, işler bitmemiştir. Ya da arkadaşlarınıza göndereceğiniz videolar vardır 🙂 Bu kadar dikkat dağınıklığının içerisinde yapmak istediğinizi başarmanın tek bir yolu var: Kendinizi zorlamak.

Evet, tıpkı vücut geliştirirken yaptığımız gibi. Kaslarımız büyüsün diye nasıl onları zorluyorlarsak… Odağımızı geliştirmek için de bu engellere karşı direnç göstermemiz gerekiyor. Elimizin telefona her gidişi, aslında pes edip ağırlığı yere bırakmak gibi. O yüzden ilk hedef, zorluğun olduğu yerin üstüne üstüne gitmek! Eliniz şuna kaydığı anda, bir zorlukla baş başasınız demektir. Bırakın ve zorluğun üstüne gidin. O ağırlıkları kaldırmaya devam edin. Kaldırdıkça, daha fazlasını kaldırabildiğinizi fark edeceksiniz.

Seni de günah keçisi ilan ettik artık üzgünüm.

Tabii bu işin şöyle bir zorluğu var. Bu zihin egzersizi, ağırlık kaldırmak kadar sezgisel değil. Yani bir ay spor salonuna gidiyorsunuz diyelim. Başta anca 5 kilo kaldırabiliyorsunuz. Öbür ay 10 kilo oluyor, sonra 15… Derken zaten kaslarınızın geliştiğini bile görüyorsunuz. Ama odağımızın geliştiğini görmek, öyle pek de kolay değil. O yüzden onu gözle görülür hale getirmemiz lazım. Getirmeliyiz ki, zihnimizi buna ikna edebilelim.

Bunun için ne yapın biliyor musunuz? Kronometre tutun. Bak yine elimiz buna gitti 🙂 Ama bu telefona bakmak sayılmaz, sosyal medyada dikkatimizi dağıtmayacağız. İşe başlarken kronometreyi açın ve dikkatinizin dağıldığı ilk anda durdurun. Ne kadar sürdü? 10 saniye? 30 saniye? 5 dakika? Bunları bir yere yazın. Ama gözünüzün önünde olsun unutmayın. Sezgiselleştirmeye, gözümüze sokmaya çalışıyoruz. Pratik yaptıkça bu sürenin uzadığını fark edeceksiniz. Tıpkı vücudumuzu geliştirirken olduğu gibi. 5 kiloyla başlayıp 10 kiloya geçmek gibi. 10 dakikadan 20 dakikaya geçtiğinizi göreceksiniz. Bu çabanın karşılığını almak, sizin için gerçek bir ödül olacak. Bu sayede sürdürülebilir bir alışkanlığa dönüşmeye başlayacak. Bir kere görüp, gülüp de unuttuğunuz o komik videolar gibi değil yani…

İkinci yapıtaşı, eğilim. Akış teorisinde bu, bir akışa başlayabilme eğiliminizi, herhangi bir anda akışa kapılabilme ihtimalinizi ifade ediyor.  Diyelim ki bütün engelleri kaldırdınız ama hala akışı yakalayamadınız. İnanın bu çok normal ve çoğumuz bu durumla karşılaşıyor. Böyle olduğunda hatayı kendinizde aramayın. Alışkanlıkları değiştirmek kolay değil. Kas geliştirmek gibi, o da egzersiz istiyor. 

Eğer akışta değilseniz, sürdürme pratiği de yapamazsınız. Bunu aşmak için önerilen egzersizlerden biri şimdi size çok sıradışı gelecek. Ama şöyle düşünün. Sabah uyandığınızda ilk iş ne yapıyorsunuz? Çoğumuz telefonlarımızı kontrol ediyoruz değil mi? Instagram’da şu ne paylaşmış, tivitime kim yorum yapmış, haberlerde yeni neler var… Dikkat ettiniz mi? Bu bir akış. İş akışı! Uyanır uyanmaz kendinizi bir akıntının içerisinde buluyorsunuz. İşte bu yüzden önerilerden biri de, en çok önem arz eden işlerinizi uyanır uyanmaz yapmaya başlamak. Evet, kalkar kalkmaz buna, telefona hiç bakmıyoruz. Hatta dokunmuyoruz bile. Sen burada yoksun! 🙂 Ve ilk 2-3 saat boyunca sadece yapmamız gereken işlere odaklanıyoruz. En verimli saatler bunlar. Bu konuda kendinizi zorlamalısınız. Böylelikle hem günün geri kalanında böyle bir iş yüküyle kendi zihninizi yormamış oluyorsunuz. Anskiyeteniz azalıyor. Üstüne bir de günün gerisi size kalıyor. Öte yandan geç başlayınca, günün sonuna kadar o işi uzatmaya devam ediyorsunuz. Bir bakmışsınız öğlen olmuş ama siz daha başlamamışsınız bile. Halbuki öğlenden akşama biten iş, sabahtan öğleye de bitebilir. 

O yüzden bir değişiklik yapıp, bunu bir deneyin. Bir kere değil, iki kere değil. Olana kadar… Büyük bir engeli aşmak, yumuşak ve tedirgin adımlarla değil, sert ve kendinden emin adımlarla mümkün. 

Üçüncü yapıtaşı: Tetikleyiciler. Bunlar kendimizi bir anda akışın içerisinde bulmamızı sağlayan tetikleyiciler. Bu tetikleyiciler yaptığınız işten işe değişiyor, fakat görevleri belli: Net hedefler, anında geribildirim ve yetenek/meydan okuma dengesi. Bunları anlamanın belki de en iyi yolu, bunları kullanan, bizi kendine bağımlı yapmak için tasarlanmış oyunlar. Örneğin bilgisayar oyunlarında bir karakteriniz var ve bu karakter için bir sürü net hedef var. Hedef: Karakterinin seviyesini artır. Bunun için ne yapmak gerekiyor? Saatlerce yaratık kesmeniz gerekiyor. Fakat size saatlerce oturun kitap okuyun desem aynı kolaylıkta olmaz. Halbuki hepimiz kitap okumanın daha faydalı olacağının farkında. Oyunlardaki bu kolaylığın sebebi ikinci madde: Anında geribildirim. Siz yaratıkları öldürmeye başladıkça, bir anda çabalarınızın karşılığını görüyorsunuz. Yaratıklar ölüyor ve seviye barındaki yüzde ilerlemeye başlıyor. Eyleminizin doğrudan karşılığını alıyorsunuz ve sıradaki canavara geçiyorsunuz. Bir yandan düşen eşyaların ve paranın miktarı artıyor. Her seferinde biraz daha gelişip hedefe yaklaştığınızı gözünüzle görüyorsunuz! İşte tam olarak bu yüzden kronometre örneğini önerdim. İlerlemeyi gözle görmenin etkisi çok büyük. 

Fakat bu oyunların bu kadar akıcı olması bununla sınırlı değil. Üçüncü maddeden de faydalanıyorlar: Yetenek/meydan okuma dengesi. Bu oyunlar size güçsüz bir karakter verip, sizden sıradışı, imkansıza yakın görevleri yapmanızı istemiyor. Fakat sürekli çok kolay görevler de vermiyorlar, çünkü bu sefer sıkıcı olmaya başlıyor. Yapılan araştırmalar, bunun bir dengesini bulmuş. Kendinize meydan okurken, sahip olduğunuz yeteneğinizden %4 kadar yükseğini gerektiren bir durum oluşturun. Bu şekilde en verimli oluyoruz. Üçe beşe takılmayalım. Ana fikir şu: Yeteneğinizin bir tık üstünde olan işleri yapmaya çalışmak. Çok zor olursa kaçarız; çok basit olursa monotonluktan sıkılıp patlarız. İkisinin arasında bir dengeye sahip olacak görevler oluşturmalıyız kendimize…

Bu da bizi dördüncü yapıtaşına getiriyor: Döngü. Her şeyi tamamladık. Tetikleyiciler belli, eğilimi çözdük, engelleyicileri ortadan kaldırdık. Akıyoruz 🙂 Derken, bir anda canımız sıkılıyor. Böyle bir rahatsızlık hissi çöküyor. Devam etmek istemiyoruz. Birçok kişi uzun bir mücadele gerektiren işlerde, yaşadığı ilk zorlukta vazgeçiyor. Vazgeçtiği için de sonuca ulaşamıyor. Halbuki başaramamasındaki en büyük neden, vazgeçmiş olması.

İşte döngü, bu akışı sürdürülebilir kılan son yapıtaşı. Einstein’ın 300’den fazla çalışma yayınlayabilmesini, Mozart’ın 41 tane senfoni yazabilmesini, Marie Curie’nin sadece 6 yılda devrim yaratan 32 önemli çalışma yapabilmesini sağlayan şey bu. Yoksa sadece bir şeye kendilerini odaklayıp, bırakabilirlerdi. Özel göreliliği geliştirdim nasıl olsa bir de genele ne gerek var? Devam edecek bir zihin yapısı oluşturmak. İşte döngü, akışın bu devamlılığını sağlayan yapı taşı.

Döngü için en kritik noktalardan biri, dikkat süresini uzatmak. Bunu yapmak için en iyi egzersizlerden biri, dikkatiniz dağıldığında kopmadan devam etmeye kendinizi zorlamak. Mesela kitap okumak. Sıkıldınız mı? Okumaya devam edin. Bakın sadece okuyun. O noktada maksadınız artık kitaptan verim almak, yazılanları anlamak filan değil. Dikkat sürenizi artırmak için egzersiz yapmak. Dayanıklılık egzersizi gibi düşünün. O bölümü sonuna kadar okuyun ve bitirmeden bırakmayın. Öğretici bir video mu izliyorsunuz, durdurmadan sonuna kadar izleyin. Başka bir iş yapıyorsanız, işin bir kısmını bitirmeden durmayın. Canınız sıkılsa, gözünüz telefona kaysa bile… Sadece yapın. Hem bu kadar basit, hem de bir o kadar zorlayıcı. Ama hiçbir başarı, gökyüzünden ağzımıza düşmüyor. Tıpkı kaslı, yapılı bir vücutla doğmadığımız gibi, çok yüksek bir konsnatrasyon gücüyle de doğmuyoruz! Bu ancak çabalayarak, zorlanarak mümkün.

Kronometremi kontrol ediyorum. Dikkatimin dağıldığı ilk anı yorum olarak yazıyorum. Dikkatimi dağıtan şeyden nasıl kaçınabileceğim konusunda diğer arkadaşlardan yardım istiyorum.  

Ve işte böylece, “odaklanmanın sırrını” çözdük! Artık hepimiz hayatımızı bir video oyunu gibi yaşayabiliriz. Düşünsenize, her sabah uyandığınızda karşınıza “Yeni Görev: Kahvaltı Yap (+10 XP)” yazısı çıkıyor. İşe giderken “Trafik Canavarını Alt Et” görevini tamamlıyorsunuz. Toplantıda “Patron Savaşı”nı kazanıyorsunuz. Günün sonunda da karakterinizin seviyesi yükseliyor! Hatta belki de özel yetenekler açarsınız: “Süper Odaklanma” ya da “Zamanı Durdurma” gibi. Ama dikkat edin, sakın “Sonsuz Telefon Scroll’u” yeteneğini seçmeyin, bu bir tuzak yetenek! Şimdi gidin ve kendi hayat oyununuzun en iyi oyuncusu olun. Kim bilir, belki bir gün “Hayatın Anlamını Bulma” görevini de tamamlarsınız… 

İpucu veriyorum…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir