Bundan 2-3 yıl kadar önce, bir akşam oturdum koltuğuma, attım elimi sehpaya karar vermeye çalışıyorum. Bir tarafta kumanda, diğer tarafta bir felsefe kitabı, karşılıklı bakışıyoruz. Hangisine uzansam diye düşünüyorum. Tabiki felsefe kitabına uzanmadım, elim doğal bir falsoyla kumandaya kaydı ve açıp izleyecek bir şeyler bakmaya başladım. Ama bir yandan da kitabı tercih etmemenin verdiği bir suçluluk duygusuyla kategori olarak belgeselleri seçtim. Vakti ziyan etmeyelim filan diye düşünüyorum. Bu arada gerçekten de Planet Earth tarzı belgesellere bayılırım. Bir baktım “Cunk on Earth” diye bir poster. Böyle ciddi bir belgesel sunucusu edasıyla duran bir kadın var üstünde. Bir yerlerden gözüm ısırıyor bu kişiyi ama belgesel dünyasından değil. Neymiş bu, nasıl kaçırmışım böyle bir yapımı filan diye hemen açıp izlemeye koyuldum.
Epik bir müzik. Son derece görkemli görseller. Derken sunucumuz konuşmaya başladı.
CUNK: Hiç yaratılışın sonsuz görkemine bakıp şunları merak ettiniz mi?.
Bir David Attenborough değildi ama sorduğu sorular kışkırtıcıydı.
CUNK: Tüm bu ormanlar, vadiler, dağlar ve su birikintileri niye var?.
O klasik epik dünya belgesellerini andıran bir formatta başladık, ama bir şeyler farklı.
CUNK: Onlara yer açmak için kaç bina yıkıldı ve imar iznini kim verdi?.
Tamam, gerçek bir belgesel değilmiş, işte bir parodiymiş filan diye düşünürken ve tam kapatacakken sunucu “bu emsalsiz belgeselde akademisyenlerle, uzmanlarla konuşacağız” dedi ve o sırada Jim Al-Khalili’yi gösterdi. Kendisi Irak asıllı İngiliz bir teorik fizikçi ve bugüne kadar onun sunduğu bir sürü belgeseli izledim. Yani gerçek bir uzman. Sonra bir baktım Brian Cox.
BRIAN COX: Ben Brian Cox, Manchester Üniversitesi’nde Parçacık Fiziği profesörüyüm.
Bugüne kadar astronomiye dair hazırladığım onlarca videoda Brian Cox’tan alıntılar yapmıştım. “Peki bu uzmanlar, profesörler nasıl oldu da böyle biriyle röportaj yapmayı kabul ettiler?” deyip izlemeye devam ettim ve işte böylece Sherlock Holmes’tan sonra bugüne kadar karşılaştığım en ilginç kurgusal karakterlerden birini keşfetmiş oldum: Philomena Cunk.
CUNK: Peki, bu tablo gerçekten güzel mi yoksa bize güzel olduğu söylendiği için güzel sandığımız bir şey gibi mi, mesela deniz ürünleri?.
CUNK: Matbaanın icadı, herhangi önemli bir şeyi değiştirdi mi?.
CUNK: Antik Yunan felsefesi okumak, bize sıkıcı geldiği kadar onlara sıkıcı gelmiyordu.
İlk etapta onu Sherlock Holmes’e benzettim, herhalde üzerindeki kıyafetten ve karmaşık konulara indirgeyici yaklaşımından ötürü ama benzerlikleri bundan ibaret.
Philomena Cunk, cahil ama aşırı özgüvenli, öyle olduğu için de en absürd soruları en ciddi uzmanlara sormaktan çekinmeyen bir sahte belgesel sunucusu. Bu tipleme 2025 yılı itibariyle çok da özgün sayılmaz, sosyal medyaya girerseniz bu tür tiplerden geçilmiyor orada. Son derece yanlış veya saçma yorumlar yapan ve buna rağmen inanılmaz bir özgüvenle konuşan insanlar artık her yerde. Ağzı olan konuşuyor. Bu tipler kendi cehaletlerinin o kadar farkında değiller ki gerçek uzmanlara, uzman oldukları alanda bile ders verirler. Dunning-Kruger Etkisi. “Bence yanlış biliyorsunuz, bir araştırın” derim. İşte Philomena Cunk karakteri de böyle bir tipleme.
CUNK: Sadece yüzde 40’ımızda iskelet var, biliyor muydun?.
UZMAN: Bu oranı nereden duydun?.
CUNK: Doğru bilgi, bir videoda gördüm.
“Peki o zaman onu seyretmeye değer kılan şey ne?” diyeceksiniz. Cevap son derece zekice yazılmış senaryosu. Zaten bu karakteri canlandıran komedyen Diane Morgan’ı gözüm bir yerlerden ısırıyordu dedim ya. İşte biraz araştırınca onu daha önce nerede gördüğümü hatırladım. 10 yıl kadar önce Charlie Brooker’ın bir programında. “Weekly Wipes” adlı bu programın içinde bir köşe olarak başlamış bu format ve orada doğmuş Philomena Cunk karakteri. Böyle bir programı neden ve nasıl keşfettiğimi de söyleyeyim. “Black Mirror – Kara Ayna” dizisi sayesinde. Bu kanalı takip edenler bilir bu diziyi ne kadar sevdiğimi; giderek bozulan son sezonlarına rağmen hemen her sezonunda bir bölümünü alıp analiz ettim geçmişte. İşte o dizinin yazarı ve yapımcısı Charlie Brooker aynı zamanda bu “mockumentary” yani sahte belgeselin de yazarı ve yapımcısı.
Teknolojinin karanlık yüzünü anlatan, insanlığın geleceğine dair karamsar öngörüleriyle tanıdığımız Black Mirror’ın yaratıcısının, aynı zamanda televizyon tarihinin en absürd karakterlerinden birini de yazdığını öğrenince 10 yıldır farklı başlıklar altında pek çok program yapmış olan Cunk’ın dünyasına derinlemesine dalmaya karar verdim.
—
10 yıl boyunca yayınlanmış tüm Philomena Cunk bölümlerini izledim ve bunu yapabilmek için de bu videonun sponsoru NordVPN’i kullandım.
NordVPN, internet bağlantınızı şifreleyerek sizi siber tehditlerden koruyan, IP adresinizi gizleyerek anonim bir şekilde gezinmenizi sağlayan bir VPN hizmeti. Verilerinizin yanlışlıkla açığa çıkmadığından emin olmak için Kill Switch özelliğine sahip bu hizmet, trafiğinizi her zaman sağlam bir şifreleme ile koruyor. Gizlilik odaklı olduğu için internette yaptıklarınızı takip etmiyor veya paylaşmıyor. Bir hesapla on cihaza kadar koruma sağlıyor.
Artık hepimiz internetin faydaları kadar tehlikelerinin de farkındayız. Özellikle halka açık Wi-Fi ağlarında gezinirken, verilerimizin çalınma riski her zaman var. NordVPN’in Threat Protection Pro özelliği, bu tür kötü amaçlı yazılımları engelliyor, kimlik avı sitelerine karşı sizi uyarıyor. Adeta siber saldırganlara karşı internette kişisel bir güvenlik görevliniz varmış gibi.
Hemen NordVPN.com/BarisOzcan adresini ziyaret ederseniz, 2 yıllık planda +4 aylık bonus kazanacaksınız! Üstelik 30 günlük para iadesi garantisiyle, bu hizmeti risksiz bir şekilde deneyebilirsiniz. Bu şekilde hem gizliliğinizi koruyabilir, hem de internetin sunduğu tüm içeriklere özgürce erişebilirsiniz. NordVPN.com/BarisOzcan adresini ziyaret edin ve daha uzun süre güvende kalın.
—
Ne diyorduk? Ah evet, Cunk’ın dünyasına dalmıştık. Bu ilginç karakterimiz her konuda en basit soruları soruyor. Bu sorular ilk başta aptalca görünüyor. Ancak biraz düşününce derin anlamlar taşıdığını fark ediyorsunuz. Uzmanlarla röportaj yaparken onları şaşırtan sorular soruyor. Modern dünyayı anlamaya çalışırken aslında hepimizin kafasındaki soruları dile getiriyor. Popüler kültürle felsefi düşünceyi harmanlıyor. En karmaşık konuları bile herkesin anlayabileceği bir dile çeviriyor. Saf görünümlü ama zekice bir eleştiri sunuyor. Yani Diane Morgan’ın canlandırdığı bu karakter, cehaleti bir maske olarak kullanıp toplumu, teknolojiyi ve insanlık tarihini sorguluyor.
CUNK: Demek bu bir beyin.
UZMAN: Bu bir beyin.
CUNK: Ortalama bir kafada bunlardan kaç tane var?.
UZMAN: Hepimizde birer tane var.
CUNK: Sadece bir mi?.
UZMAN: Evet.
“Sadece bir mi?” sorusundaki o saflığı hissediyorsunuz değil mi?. O görünürde bir saflık. Altında keskin bir toplum eleştirisi var. İnsanların günlük yaşamdaki akıl almaz davranışları, sosyal medyadaki düşünce seviyesi, toplumsal tartışmaların kalitesi düşünüldüğünde, Cunk’ın bu sorusundaki amacı daha iyi anlayabiliriz. Kolektif bir zeka yetersizliğini göstermek. Karşısındaki uzmanın verdiği o dümdüz “Evet” yanıtı ise bu ironik durumu daha da keskinleştiriyor: Evet, tüm bu saçmalıkları tek bir beyinle yapıyoruz.
Analizde biraz abarttığımı mı sanıyorsunuz.
CUNK: Sana hatırlatacaktım, lütfen cevabını. Neydi? “Andaval izleyicilerimiz de anlasın.”
Abartmıyorum. Bu formatın öyle bir özelliği var ki zihninizi sürekli aktif tutmazsanız bir süre sonra onun gerçekten saf olduğuna inanmaya başlıyorsunuz.
İngiliz komedisinin en önemli özelliklerinden biri bu. “Deadpan” denilen, yani yüz ifadesini hiç bozmadan, en absürd şeyleri bile ciddi bir şekilde söyleme sanatı. Monty Python’dan The Office’e kadar pek çok kült yapımda bu tekniği görebilirsiniz ve evet The Office dizisi de bir mockumentary idi ve evet o da önce bir İngiliz dizisi olarak başladı sonra ABD’de yeniden yapıldı. Philomena Cunk karakteri bu “deadpan” geleneğinin mükemmel bir temsilcisi. Diane Morgan’ın performansının en etkileyici yanı, karşısındaki gerçek uzmanlarla konuşurken hiç rolünden çıkmaması. En saçma soruları sorarken bile yüzünde öyle bir ciddiyet var ki bazen kendinizi onun gerçekten bu kadar saf olduğuna inandırabiliyorsunuz. Mesela bir sanat tarihçisine “Bu tablodaki kadın neden bu kadar şişman, yoksa o zamanlar spor salonları yok muydu?” diye sorarken, gözlerindeki o masum merak ifadesi öyle inandırıcı ki karşısındaki uzman bile bir an duraksıyor. Bu, İngiliz mizahının o ünlü “straight face comedy” geleneğinin günümüzdeki en başarılı örneklerinden biri. Ama Cunk’ı farklı kılan şey, bu tekniği sadece gülmece için değil, toplumsal eleştiri için de kullanması.
CUNK: Bu ne biçim bir halt?
UZMAN: Hayal gücünün ürünü bir sahne. Ama Bruegel’ın gerçekten şahit olduğu bir sahne değil.
CUNK: Ama gerçek olabilir, değil mi?
UZMAN: Hayır, olamaz.
CUNK: Yanlış bilginin bu kadar sofistike olması çok korkutucu.
Sanat müzesinde dolaşan sıradan bir insanın filtresiz tepkisiyle başladık. “Yanlış bilginin bu kadar sofistike olması çok korkutucu” cümlesiyle bitirdik. Cunk’ın aptal rolü yapan zeki karakterinin mükemmel bir örneği.
CUNK: İşte bu hava dalgaları aracılığıyla yeni bir kültür doğdu. Tablo ve Beethoven gibi normal kültürden farklı olan popüler kültür.
Burada “normal kültür”le “popüler kültür”ü bir cümlede ayırdı. Kültürel hiyerarşilere girdi. Örneğin, Beethoven’ın “5.senfonisi”yle Michael Jackson’ın “Thriller” şarkısı arasında neden bir hiyerarşi kuruyoruz?. Cunk’ın yaptığı bu basit gözlem acaba çaktırmadan Adorno’nun kültür endüstrisi eleştirisini mi gündeme getiriyor?. Yüksek kültür ile popüler kültür arasındaki ayrım, acaba yapay bir hiyerarşiden başka bir şey değil mi?. Yine abarttığımı mı düşünüyorsunuz?. O zaman bambaşka bir bölümde sorduğu şu soruya bir bakalım.
CUNK: Size göre hangisi kültürel olarak daha değerli? Rönesans mı, Beyoncé’nin “Single Ladies” şarkısı mı?.
Ne alaka, nasıl absürd bir soru bu yorumunu yapmadan önce Beyonce’nin Rönesans adında bir albümü olduğunu bilmeniz gerekiyor. Rönesans yani “yüksek kültür” konusundaki uzmanımız, “popüler kültür” bilgisi gerektiren bu konuyu bilmediği için kibarca bir cevap vermeye çalışıyor ama Nasreddin Hoca bu, durur mu, cevabı yapıştırıyor.
CUNK: Yani birkaç heteroseksüel beyaz adam, Beyoncé’yi ezip geçti mi diyorsunuz?.
“Heteroseksüel beyaz adam” diyerek klasik sanat tarihinin ataerkil ve Avrupa-merkezci yapısını aldı, siyahi çikolata renkli şarkıcımızla birleştirip karşısındaki uzmana sosyal adalet konusunda onu zan altında bırakacak şekilde fırlattı. Kameranın önünde hem de.
CUNK: Kameranın önünde hem de.
Bu da günümüzün linç kültürüne bir gönderme elbette. Bu zincirleme düşünce silsilesini takip etmekte bazen zorlanabiliyorsunuz. Bu konuda en favori örneklerimden biri şöyle. Önce nihilizmden başlıyor.
CUNK: Nihilizm hayatın anlamsız olduğu, nihilizm hariç inanmaya değer bir şey olmadığı inancıdır.
Varoluşçuluğa geçiyor.
CUNK: Varoluşçuluk da aynıdır ama daha uzun kelimeler kullanır.
Varoluşçuluğu kedilere bağlıyor.
CUNK: Biri bana kedilerin varoluşçu canlılara güzel bir örnek olduğunu söylemişti.
Kedilerin kendi varoluşlarını düşündüğüne kanıt sunuyor.
CUNK: Belki o kadar endişeliler ki “miyav” diyerek acılarını ifade ediyorlardır.
Bu endişenin sanatta adeta çığlığa dönüşen yansımasına geçerken, yine yüksek kültürü Drew Barrymore’un oynadığı Çığlık filmiyle popüler kültüre bağlıyor.
CUNK: Drew Barrymore bu resmin başında ölüyor, değil mi? Bu resim filmden uyarlandı, değil mi?.
Romantize ettiğimiz ‘acı çeken sanatçı’ imgesini hicvetmeden önce bir saptama yapıyor.
CUNK: Sanat eseri ne kadar ızdıraplı ve sefilse o kadar beğeniliyor.
Sanat tarihinin Van Gogh’un kulağını kesme olayını neredeyse bir pazarlama unsuruna dönüştürmesini, sanatçının acısını bir tür değer ölçütü haline getirmesi olarak görüyor.
CUNK: Hiçbir ölü, ızdıraplı sanatçı da sefil kızıl saçlı ve öz kulak vandalı Vincenzo Van Beethoven Gogh’dan büyük olamaz.
Ve en sonunda bu düşünce silsilesini bize bağlıyor.
CUNK: Birçok insan Van Gogh gibi sefil değil tabii.
CUNK: Hepsi kendine has bir sefil.
BAŞLIK: İŞ.
CUNK: Acılarını sanat yoluyla ifade etmeye vakitleri yok.
CUNK: Çünkü çalışmakla meşguller.
Bu nasıl bir geçiştir böyle. Yalnız arada söylediği şeyi yakaladınız mı?.
“Hepsi kendine has bir sefil” diyor. Bu görünürde çok kaba bir insandan, çok ince bir gönderme. Tüm zamanların en iyi roman başlangıçlarından biri kabul edilen Tolstoy’un Anna Karenina romanının ilk cümlesi neydi?.
“Her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Her insanın kendine has bir sefilliği olması gibi. Şimdi bu çıkarımları yapıp duruyoruz ama şu illüzyona da kapılmamak lazım. Philomena Cunk’ın aptalca sorularının hepsi de altında büyük bir bilgelik filan barındırmıyor. Bazıları gerçekten aptalca sorular ve bu sorulara verilebilecek en iyi cevap.
BRIAN COX: Hayır.
CERN’e gidip de dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısının önünde çakraları soran birine verilebilecek en doğru cevap sadece budur.
BRIAN COX: Hayır.
Hiç uzatmaya, çekiştirmeye filan gerek yok.
Biri size dünya düz mü dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size aşılar otizme sebep oluyor mu dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size piramitleri uzaylılar mı yaptı dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size 5G virüs yayıyor mu dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size kuantum fiziği reenkarnasyonu kanıtlıyor mu dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size Instagram’da gördüğünüz o kristali alıp, dolunayda şarj edip, burç haritanızla eşleştirince kendinizi daha iyi hissedeceğinizi mi söyledi? CEVAP: Hayır.
Biri size buzdolabının arkasından gelen sesi kaydedip, tersten dinleyip, frekansını analiz edince uzaylıların gizli mesajlarını çözebiliyor muyuz dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size pazartesi sendromu, salı yorgunluğu, çarşamba bunalımı, perşembe krizi ve cuma patlamasının aslında Ay’ın evrelerinden kaynaklanıp, iş hayatınızı tamamen yönlendiriyor mu dedi? CEVAP: Hayır.
Biri size Merkür retroya girince telefonu suya düşürüp, arabanın lastiği patlayıp, sevgilinizden ayrılıp, işten kovulup, ev sahibi kirayı iki katına çıkarınca bunun sebebi gezegenler mi dedi? CEVAP: Hayır.
Her soru altında derin bir anlam aramaya gerek yok. Bazen saçma bir soru sadece saçma bir sorudur ve tek kelimelik bir cevap yeterlidir.
Bu tür insanların sorabileceği ve cevabı EVET olan tek bir soru tipi var.
CUNK: Vaktini mi harcıyorum?
BRIAN COX: Evet.
Problem şu ki en derin soruları bile sorsanız, cevabıyla ilgilen pek yok gibi.
CUNK: İnsan varlığının bir anlamı var mı?
Buna rağmen cevap vermeye çalıştığınızda kimsenin dinlemeye tahammülü yok.
CUNK: Cevap verirken aklında olsun, çok uzunsa ekranın bir kısmına komik hayvan videoları koyacağız ki izleyiciler sıkılmasın.
İnsanlar evrenin sırlarını bile en fazla bir TikTok videosu süresi içinde öğrenmek istiyor. Dans eden bir pandayı izledikten hemen sonra, kısaca evrenin sırlarına bir bakıyoruz sonra kaydırıp dudak büyütme filtresiyle çekilen makyaj tutorialını izliyoruz.
Kimsenin dikkat süresi, derin bir konuyu baştan sona dinlemeye yetmiyor. Çıkarıp bakacağım şimdi bu videonun istatistiklerine, kaç kişi izlemeye başladı, kaç kişi buraya kadar geldi diye. Buraya kadar gelenler yazsın şu konudaki fikrini. Acaba insanlar neden artık bilgiyi güvenilir kaynaklardan değil de, sosyal medyadan öğreniyor.
CUNK: Mesela bir ila 700 arasını düşünelim ve 700 de en yüksek sayı tabii.
UZMAN: 700 hiçbir zaman en büyük sayı değildi. İstediğiniz kadar çok sayabilirsiniz.
Neden karşınızdaki bir uzman ya da bir akademisyen bile olsa, oradan buradan öğrendiğiniz “gerçek”ler daha inandırıcı geliyor.
CUNK: Hayır, YouTube’da izledim. 700’den sonra sayılar tekrarlıyor. Ama farklı isimler verdikleri için artmaya devam ediyor sanıyorsunuz. Linkini göndereyim mi?
Linkini göndermek yeterli yani. Bir de aslı astarı olmayan uydurulup yakıştırılan özlü sözler var. Aforizmalar.
“Başkalarının mutluluğunu görünce kendi mutluluğunu kaybeden insan, mutluluğu hak etmiyordur.” – Sokrates.
Hayır. Onun böyle bir lafı yok. Bu söz motivasyonel poster endüstrisinin bir ürünü.
CUNK: Benim en sevdiğim lafı “Kimse izlemiyormuş gibi dans etmelisin.”
“Mockumentary” yani sahte belgesel türü, belgesel formatının tüm ciddi öğelerini kullanıp içine absürd bir hikaye yerleştirerek aslında hem anlatmak istediği konuyu hem de belgesel türünün kendisini hicveden bir format. This Is Spinal Tap’ten Modern Family’ye kadar pek çok örneği var. Benim favorilerim az önce sözünü ettiğim The Office ve onun bir anlamda devamı diyebileceğimiz Parks and Recreation dizileri. Ama Philomena Cunk’ın yaptığı şey bunlardan biraz daha farklı. Çünkü o sadece belgesel formatını taklit etmiyor, gerçek uzmanları kullanıyor. Normalde bir mockumentary’de her şey kurgu olur, profesyonel oyuncular kullanılır. Ama Cunk gerçek profesörlerle, gerçek tarihçilerle, gerçek bilim insanlarıyla konuşuyor. Üstelik bunu öyle bir formatta yapıyor ki izleyici sürekli “Bu adam gerçekten Oxford’dan bir profesör mü yoksa o da mı oyuncu?” diye düşünüyor. Hatta bazen uzmanların verdikleri cevaplar o kadar komik oluyor ki onların da roleplay yaptığını düşünebiliyorsunuz.
Bu arada röportaj yapılan uzmanların çoğu önceden bilgilendirilmiyormuş. Onlara sadece “BBC’den bir belgesel ekibi sizinle röportaj yapmak istiyor” deniliyor. Yani karşılarına Cunk karakteri çıktığında ve o absürd sorular sorulmaya başlandığında verdikleri tepkiler tamamen doğal. Bazı uzmanlar durumu anlayıp oyuna dahil oluyor, bazıları şaşkınlıkla ne diyeceklerini bilemiyorlar, bazıları ise sonuna kadar ciddi kalmaya çalışıyor. Daha da ileri gidip programın aslında bir tür sosyal deney olduğunu söyleyebiliriz. Akademik dünyanın en saygın isimlerinin, tamamen saçma sorular karşısında nasıl tepki verdiklerini görüyoruz sonuçta. Başkasının yerine utanıyoruz. Öyle anlar oluyor ki ekrana bakmakta bile zorlanıyorum, ki Office’i izlerken de benzer anlar yaşıyordum. Ama zaten bu rahatsızlık hissi, bu tür mizahın bir parçası. İşte tüm bu sebeplerden ötürü bence Philomena Cunk, klasik mockumentary türünü bir adım öteye taşıyor ve belki de yeni bir alt tür yaratıyor diyebiliriz: “gerçek uzmanlarla sahte belgesel” şeklinde tanımlayabileceğimiz bir format bu.
Şimdi düşünüyorum da 2-3 yıl kadar önce o akşam oturduğum o koltukta bir çeşit “serendipity etkisi” yaşamışım. Bir tarafta kumanda, diğer tarafta bir felsefe kitabı. Seçeneklerim bunlardı ama her ikisinin de aynı kapıya çıktığını fark ettim sonradan. Çünkü hemen okumadığım o kitabın adı “How to Think Like Socrates” idi. Nasıl Sokrates gibi düşünebiliriz. Bunun cevabını kitaptan değil Cunk’tan öğrenmiş oldum. İzlediklerim beni Sokrates’in en temel öğretisine götürmüş oldu nihayetinde: Bildiğini zannettiğin şeyleri bile sorgula. Philomena Cunk, tıpkı Sokrates gibi, en basit sorularla en karmaşık yapıları göstermeye çalışıyor. Tek farkla: Sokrates bunu bilgeliğe ulaşmak için yaparken, Cunk modern dünyanın absürdlüğünü göstermek için yapıyor. O gece, felsefe kitabını bırakıp kumandaya uzanan elim, beni yine felsefeye götürmüş oldu. Üstelik bunu öyle bir formatta yaptı ki, hepimizin anlayabileceği bir dille. Belki de bazen en derin felsefi sorgulamalara ulaşmak için, gözümüzü ve aklımızı açmak yeterli. Sonuçta Sokrates de sokakta insanlara saçma sapan sorular soran biriydi, değil mi?
“Philomena Cunk” için 2 yanıt
Merhaba Barış Bey, sizi reklamını yaptığınız nordvpn hakkında bilgilendirmek isterim. Türkiyede yaşamadığınız için muhtemelen farkında değilsiniz ancak türkiye nordvpn çok zor çalışıyor. Vpn için birçok engelleme var. Ben de sizin önerinizle satın almıştıö ancak maalesef yaşadığım problemlerden dolayı kullanamadım ve çoğu kişi için de durum böyleymiş. Bilginize sunarım.
Ben Philomena Cunkı bayadır izliyorum ve böyle müthiş yorumun da geleceğini bekliyordum açıkcası. O kadar iyi bir yorum ki, 20 dakika boyunca dikkatlice izledim. Teşekkürler Barış abi