Kategoriler
Sinema

2021’de izlediğim en iyi 21 Film

2021 hepimizin bildiği sebeplerle hepimiz için oldukça zor geçen bir yıl oldu. Çoğumuzun bir kaç saatliğine de olsa bu dünyadan kaçtığı, uzaklaştığı filmlerse sığınağımız… İşte o sığınakta izlediğim iyi filmleri hemen her yıl bu dönemde sizlerle paylaşıyorum. Bazılarınız biliyordur, her hafta Perşembe 21:00’da Dlive.tv/Barisozcan adresinden yaptığım TIMECODE canlı yayınlarında daha çok geçen yüzyılın klasiklerini analiz etmeye çalışıyorum. Bu videoda yaptığım seçki ise tamamen güncel 2021 yapımı filmlerden oluşacak. Elbette izlemediğim ya da hala gösterime girmesini beklediğim başka yapımlar da var ve ayrıca bu liste tamamen sübjektif. Analiz yapmayacağım. Spoiler vermeyeceğim. Her yerde bulabileceğiniz özetleri aktarmayacağım. Sadece kendi bakış açımla neden bu filmleri beğendiğimden bahsedeceğim. Bir de çarpıcı bulduğum bazı kısa bölümleri paylaşağım. 

The Mitchells vs the Machines – Mitchell’lar Makinelere Karşı

Akılda kalması çok zor bir isim. Bu yıl izlediğim en iyi animasyon. Bu listeyi hazırlarken ikinci kez izledim. Çok komik, çok eğlenceli olmasının dışında çok da güncel. Tam bir 2021 hikayesi. Ortalama ve tipik diyebileceğimiz bir aile. Bir yandan geleneksel ilişkilerini sürdürmeye çalışırken, bir yandan da teknolojinin tuhaf yan etkileriyle yüzleşiyorlar. Peki ya bu yan etkiler olası en kötü sonuçlarını doğurursa ne olur? Yapay zeka, akıllı makineler, IoT ile her ev eşyasına yerleşen çipler, sosyal medyanın baştan çıkarıcı algoritmaları, Silikon Vadisi’nin çılgın patronları… Tüm bunların birleşerek robotların uyanışına ve insanlara karşı bir savaş başlatmasına yol açması değil mi bizim en büyük modern korkumuz? Böyle bir şey gerçekleşirse bizi en insani taraflarımız kurtarabilir mi? Bu, işin macera tarafı. Bir de kendinizden bir parçayı bulma tarafı var. Özellikle çocuklar kitaplarda veya ekranlarda kendileri gibi insanları göremedikleri zaman, kendilerini görünmez hissedebiliyorlar. Eminim hepimizinki gibi problemlerle dolu bu ortalama ailede kendinizi ya da çevrenizden birilerini bulacaksınız. Üstelik benim favori robot karakterlerimden birine sesini veren kişi Fred Armisen. Hatırladınız mı? Tuhaflıklarla dolu Portlandia’dan… Modern dünyaya adapte olmak ve çocuklarıyla kopmaya başlayan bağlarını güçlendirmek isteyen anne babalar, çocuklarıyla birlikte geçsinler ekran karşısına ve bu güzel animasyonu izlesinler. Hem çok eğlenceli, hem de kaliteli 1-2 saat geçirsinler. 

CODA

CODA – “Child of Deaf Adults” yani sağır yetişkinlerin çocukları kelimelerinin baş harflerinden oluşturulan bir kısaltma. 3’ü sağır 4 kişilik bir ailenin hikayesi. Odak noktasında sağır olmayan çocuk var. Çünkü onun en büyük tutkusu müzik. Bir yandan ailesinin ayakta kalmasına yardım etmeye çalışırken bir yandan da bu tutkusunun peşinde müzik okuluna gitmeye çabalıyor. Fakat düşünsenize, ailenizdekiler, en yakınınızdakiler sesinizi duyamıyor. Siz mi onlara destek olacaksınız, onlar mı size? Hani Tolstoy’un meşhur bir roman girişi vardır: “Mutlu aileler birbirine benzerler” der orada, “her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Ben bundan esinlenerek “her ailenin kendine özgü bir müziği vardır.” demek istiyorum. CODA filmindeki ailenin müziği bol miktarda sessizlik içeriyor. İşin güzel tarafı “coda” aynı zamanda müzikal bir deyim. Bir parçanın sonundaki bitiş bölümü. Bu filmdeki her karaktere kendi perspektiflerinden bakabildiğimiz için, empati duyabiliyoruz. O yüzden filmin sonunda yani müzikteki koda bölümünde sizin kalbinizi ve ruhunuzu yakalıyor. Böylesine “engellerle dolu” bir ailede bile kendine özgü bir mutluluk bulabiliyorsunuz.

Kurt Vonnegut: Unstuck In Time – Zamanda Sıkışmış Kurt Vonnegut

Bu yıl izlediğim iyi filmler arasında elbette kurgusal olmayan işler de var. Kurt Vonnegut sevdiğim yazarlardan biri. Onunla ilk yazdığı roman olan “Otomatik Piyano” ile tanışmıştım. Hatta Westworld dizisinin felsefesini incelediğim videoya tam da bu yüzden “Otomatik piyanoyu kim çalıyor?” adını vermiştim. Yanlış anlaşılmasın bu kitap bir bilim kurgu olsa da yazar olarak Kurt Vonnegut kendine has mizah anlayışıyla hemen her konuda eser vermiş ve özellikle de gençlerin ilham kaynağı olmuş bir isim. Bu belgeselde onun hayatını zamanında onu takip eden bu gençlerden biri anlatıyor. Belli ki o kendine has mizah anlayışı bu gence de bulaşmış ve yetişkinlik döneminde “Curb Your Enthusiasm” gibi benim de çok sevdiğim komedi dizilerinin yapımcılığına imza atmış. 

Free Guy – Özgür Adam

Madem komedi dedik, komediyle devam edelim. “Free Guy” filmini çok uzun bir süredir bekliyordum. Pandemi nedeniyle bir kaç kez ertelendi ve nihayet geçtiğimiz yaz gösterime girdi. Filmi bekleme sebebim tabiki baş rol oyuncusu: Ryan Reynolds. Yani şu adam. Evet kendisi her sene bana yılbaşı kartı olarak böyle şeyler gönderiyor 🙂 Onu hem bir süper kahraman olarak hem de bir YouTuber olarak takipteyim. Bu filmi sadece o yüzden değil, gerçekten eğlenceli bir film olduğu için öneriyorum. Oyunlarla kurulan bir metaverse’de geçiyor ve  size filozof Joseph Campbell’ın “kahramanın yolculuğu”nu hiç çaktırmadan yaptırıveriyor. Fortnite neslinin kaçırmaması gereken; Lego neslinin “Lego Movie”den, bizim neslin de “Truman Show”dan aşina olduğu türde bir film bu.

Nobody – Önemsiz Biri

Posterinden de anlaşıldığı gibi yumrukların konuştuğu bir film bu. Önemsiz birinin, kendisine “ben iyi biriyim, aile babasıyım” diyen birinin potansiyeli hakkında bir çeşit spekülasyon da diyebiliriz. Bu yönüyle belki “Breaking Bad” benzeri bir şeyler görürüm diye izledim ama daha çok John Wick benzeri bir “estetikle” karşılaştım. Aynı ekibin elinden çıkma sahneler size de tanıdık gelebilir. Ama adrenalin adrenalindir öyle değil mi? Aksiyon koreografisine meraklı olanların izleyebileceği bir film bu. Tabi posterde yumrukları yiyen bu karakterin başlattığı ve sürdürdüğü vahşi çılgınlık için gerçek bir mazeretinin olduğunu düşünmüyorum. Onun en çok yara alan şeyi egosundan başka bir şey değil.

The Dig – Kazı

Bu yıl pek çok tarihi drama gösterime girdi. Bunların içinde benim favorim “Kazı.” Tarihin en önemli arkeolojik bulgularından biri hakkında ve dolayısıyla tahmin edebileceğiniz gibi, bol miktarda kazı yapılıyor. Tabiki bundan ibaret olsaydı sıkıcı olabilirdi, ama karakterler bir yandan da yaklaşmakta olan bir savaşın etkilerini hissediyor. Kim bu karakterler? Büyük bir malikanede yaşayan kalbinden rahatsız zengin bir dul. Onun küçük oğlu ve bahçesinde dikkatini çeken höyükleri kazdırmak için işe aldığı bir kişi. Bu kişiyle gerek kendisinin ve gerekse de oğlunun ilişkilerini anlatıyor. Bu sırada zamanın kaçınılmaz olarak akıp gitmesini bize hatırlatıyor. Aynı zamanda geçmişin geride bıraktığımız şeylerle yaşamaya devam ettiğini de…

Bu film ve bugün bahsedeceğim filmlerin büyük çoğunluğu “online streaming” servislerinde var. Mesela az önce sözünü ettiğim Kazı filmi Netflix’in ABD kataloğunda yer alıyor. Ama ülkeden ülkeye bu katalogların içeriği değişebiliyor biliyorsunuz. Eğer sizin bulunduğunuz yerden erişilemiyorsa “Kaspersky Secure Connection” hizmetini kullanabilirsiniz. Bunun sayesinde online video platformlarında çok daha fazla seçeneğe erişebilmek mümkün ama ben bunun yanı sıra işin güvenlik ve mahremiyet tarafını daha çok önemsiyorum. Kaspersky VPN, sunucuyla güvenli bir bağlantı kuruyor ve diğer VPN sağlayıcılarının aksine hızlı çalışıyor, mevcut İnternet hızınızı etkilemiyor. Bu güvenli bağlantısı sayesinde aynı zamanda verilerinizi de koruyor. Ayrıca kötü amaçlı yazılımlar, virüsler, “phishing” denilen kimlik avı vb. yöntemlerle yapılan çevrimiçi saldırılara karşı da koruma sağlıyor. Modern dünyada, özellikle internet ortamında giderek kaybolmaya başlayan mahremiyetinizi ve güvenliğinizi  korumak için sponsor “Kaspersky Secure Connection” hakkında daha ayrıntılı bilgiyi açıklamalar bölümündeki bağlantıda bulabilirsiniz.

Black Widow – Karadul

Gelelim Marvel evrenine… 2021’de bu evrenin daha çok dizilerini sevdim. WandaVision ve Loki favorilerim. Süper kahraman filmleri, süper fabrikasyon olmaya başladığı için pek sarmıyor maalesef ama ne yapacaksınız, evde 10 yaşında bir varlık olunca tümüyle kayıtsız kalabilmek de mümkün değil. Çocukların, gençlerin süperlikler, mucizeler, olağanüstü kurtarıcılar görme ihtiyacı olmasaydı bugün mitoloji diye bir şey de olmazdı değil mi? Önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı… Black Widow filmini başrolünde bir kadın süper kahraman olduğu için “pozitif ayırımcılık” olsun diye seçmedim. Bu düşünceyle çekilen pek çok filmde kadınlara verilen rollerin onları hala tam olarak doğru bir şekilde temsil ettiğine de inanmıyorum. Zaten o senaryoların da çoğu maalesef erkekler tarafından yazılıyor ve karakterin sadece cinsiyetini değiştirip adına Captan America yerine Captain Marvel demek yetmiyor. Neyse ki en azından bu filmin müzikleri bir kadın tarafından üstelik de İstanbul doğumlu Los Angeles’lı müzisyen Pınar Toprak tarafından yapılmıştı. Black Widow filmini sevdim, çünkü bir kadın süper kahramanın onu izleyecek genç kızlara pozitif bir rol modeli olabilmesi için böyle yansıtılması gerektiğini düşünüyorum. Elbette yetenekli ama abartılı ya da doğaüstü bir yetenek değil bu. Hem zayıflıklarının hem de güçlü yanlarının farkında ve bu farkındalıkla savaşıyor. Bu savaşı sadece kendisi için değil; adalet için, barış için, kötülüğe karşı iyiliği getirmek için yapıyor. Ha bir de filmin bir giriş jeneriği var ki… “Smells Like Teen Spirit”in yok böyle bir versiyonu…

The Power of the Dog – Köpeğin Gücü

Beyaz perdenin üstündeki başarılı kadın oyunculardan, perdenin arkasındakilere geçelim. Yeni Zelandalı yönetmen Jane Champion deyince hemen “The Piano” filmi ve filmin muhteşem müziklerine imza atan Michael Nyman aklıma gelir.  Tabi sene 1993, filmi izlemeyeli epeyce bir zaman oldu ama müziklerini hala özellikle sonbaharda dinliyorum. Bu yönetmen her zaman iyi müzisyenlerle çalışıyor ancak çok üretken olduğunu söyleyemeyiz. Ürettiği zamanlarda çok kendine has bir sinema diliyle konuşuyor. Bu öyle bir dil ki geçtiğimiz yüzyılın başlarında anlatılan bir Western hikayesindeki kovboyları izlemenize rağmen bir romanı okurken aldığınıza benzer bir tad aldığınızı hissediyorsunuz. Tabi bunda sinematografinin ve başta Benedict Cumberbatch olmak üzere oyuncuların da çok büyük bir etkisi var. Zaten hikaye de bir romandan uyarlanmış. Yavaş ilerleyen konulardan hoşlanmayanların bu tür filmleri hızlandırarak izlediklerini duyuyorum, hoşlanmamak en doğal hakkınız. Bu hakkınızı filmi hiç izlemeyerek kullanmanızı tavsiye ederim. Çünkü melankoli, yalnızlık, eziyet, kıskançlık ve küskünlük gibi duyguların oluşturduğu bir ambiyansı hızlandırabilmek bana göre mümkün değil.

The Courier – Kurye

Hazır Benedict Cumberbatch’den söz açılmışken onun diğer filmi “Kurye”den de söz edelim biraz. Gerçek bir hikayeden uyarlanan tarihi bir casusluk filmi bu. Gizli servisler tarafından Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nde casusluk yapmak üzere ikna edilen bir iş adamının hikayesini anlatıyor. Bunu yaparken gerçek olaylara ne kadar sadık kalındığı ya da bunları tipik Batılı bakış açısıyla aktarılıp aktarılmadığına izlerseniz siz karar verirsiniz. Benim aklımda kalan daha farklı bir perspektif var bu filmle ilgili. Hangi ulustan olursa olsun adını bile bilmediğimiz sıradan insanlar, sadece insan olduklarını unutmadıkları için fedakarlıklar yapıyor. Bu fedakarlıkların sonucunda tüm insanların hayatını etkileyecek çok kötü olayların önüne geçiliyor. Soğuk Savaş döneminde tarafları arasında Türkiye’nin de olduğu Küba Füze Krizi gibi olaylardan söz ediyorum.

Belfast

Belfast, bildiğiniz gibi Kuzey İrlanda’da bir kent. Bu siyah-beyaz film 1960’lı yıllarda bu kentte yaşayan 9 yaşında bir çocuğun hikayesini anlatarak başlıyor. Aslında anlattığı onun gözünden Kuzey İrlanda’da o yıllarda yükselen şiddet ve karmaşa ortamı. Tüm bu karmaşa devam ederken TV’den Star Trek izleyip, gördüklerine bir anlam vermeye çalışan bu çocuk yönetmenin o yıllardaki kişisel tecrübelerinin bir taşıyıcısı. Bu yıl nedense çok sayıda film siyah-beyaz olarak çekilmiş. Ben bu estetik tercihi en çok “Passing” filmine yakıştırdım ama hikayesi daha güçlü ve yönetmenliği daha başarılı olduğu için Belfast’ı bu listeme dahil etmeyi tercih ettim. Özellikle gerçek dünyanın siyah beyaz olayları arasında bir kaçış olarak izledikleri filmlerin renkli olması ince bir ayrıntı. Filmde sözü edilen ve 60’larda başlayan toplumsal kargaşa 30 yıldan uzun bir süre devam etti. 1998’de “Hayırlı Cuma” adı verilen bir anlaşma yapılana dek binlerce insan hayatını kaybetti. Ben o günü U2’nun verdiği konserden hatırlıyorum. Ancak maalesef siyasi anlaşmalar eski anlaşmazlıkları ve kinleri tamamen ortadan kaldıramıyor. O zamandan beri periyodik olarak gerçekleşen bir takım olaylar, bazı duyguların hala canlı olduğunu gösteriyor. Brexit’in yarattığı sorunlar da bazı yerlerde şiddeti yeniden alevlendirmiş gibi gözüküyor. Yine de insanlar yaşamaya devam etmek zorunda. Belfast filminde olayların bir çocuğun perspektifinden anlatılması, yönetmenin pek çok siyasi detaya girmeye gerek kalmaksızın daha çok aileye odaklanmasını kolaylaştırmış. Bana İtalyan filmlerindeki karakterleri hatırlatan bu küçük çocuk ebeveynlerine, sevgi dolu büyükanne ve büyükbabasınının konuşmalarına kulak misafiri oluyor. O yüzden ara sıra gerçekten gergin bir film olsa da Belfast, çoğunlukla mutlu ve bazen de buruk bir dönem filmi olarak 2021 kayıtlarımıza geçiyor.

Luca – Luka

Luca Pixar animasyon stüdyosu tarafından yapılmış bir fantezi komedi. Pixar’ın ilk 10’una girecek kadar başarılı olamasa da bu yılın en iyi animasyonlarından biri. İtalya kıyılarında geçen bu hikaye, karadayken insan formuna bürünme yeteneğine sahip genç bir deniz canavarı olan Luca’nın, yeni tanıştığı arkadaşı Alberto’yla Portorosso kasabasını keşfederken hayatını değiştirecek bazı olaylara odaklanıyor. Deniz canavarlarını severim biliyorsunuz. Hatta bunlardan birinin kitabını seslendirmişliğim de vardır. Bu hikayedeyse “su canavarı” farklı hissetmenin bir metaforu olarak kullanılmış. 

Breaking Boundaries – Sınırları Aşmak

Bu yıl izlediğim en çarpıcı belgesellerden biri. Ne de olsa iklim değişikliğini konu alıyor. Gezegenimizin bilimini bu konunun en ünlü sözcülerinden biri olan David Attenborough’un ağzından aktarıyor. Aşılmaması gereken bazı kritik eşikleri çoktan geçtiğimizi gösteren animasyonlar, mesajın önüne geçiyor olsa da, konunun önemi nedeniyle bu tür ayrıntıları görmezden gelmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tavsiye edebileceğim bir başka belgesel de…

The Year Earth Changed – Dünyanın değiştiği yıl

Sadece 48 dakika olduğu için bunu bir öncekiyle değerlendiriyorum 21 sayısını geçmemek için, bunu 22. Film olarak değil de bir bonus film önerisi olarak kabul edebilirsiniz. Pandemi nedeniyle biz evlerimize kapandıktan sonra dünyaya açılan canlı yaşamını konu ediyor. 2020 ile birlikte 2021’e de damgasını vuran bu felaket tüm kötü yönlerine rağmen bir yönüyle biz insanların, daha önce hiç olmadığı kadar doğayla ilişki kurmasını sağladı. En çok da vahşi yaşama yaradı. Örneğin bu belgeselin kapak güzeli olan bu penguenlerin nesli tükenmek üzereyken rekor biçimde üreyebilmesini sağladı. Bu da bana…

No Time to Die – Ölmek için zaman yok

…filmini hatırlattı. Tüm zamanların en büyük film serilerinden biri olan James Bond’un 25. ve onu canlandıran Daniel Craig’in 5. filmi. Film hakkında ne desem “spoiler” riski taşıyacağı için size sadece klasik James Bond filmlerinden farklı olduğunu belirteyim. Elbette olması gereken tüm rutinleri yerleştirmişler ama olmaması gerektiğini düşüneceğiniz pek çok şeyle de karşılaşıp şaşırıyorsunuz. Kötü adam rolünde bizim bay Robot’umuz Rami Malek’in olması da cabası. Neyse… Çok büyük bir beklentim olmadan izlemeye başlamıştım çünkü Bond hikayelerindeki şablonları gayet iyi biliyorum. Buna rağmen o şablonların çerçevesini kırıp beklentilerimin üstüne çıkan bir film oldu. O yüzden de benim gözümde bu yılın iyileri arasındaki yerini aldı. Şimdi film tavsiyelerini biraz hızlandıralım mı? Sıradaki üç film krallar ve prensesler hakkında…

King Richard – Kral Richard

Bu kral bildiğiniz krallardan değil. Ünlü tenisçiler Venus ve Serena Williams kardeşlerin babası. Yani bu sporla ilgili biyografik bir drama. Benzeri filmlerden çok daha canlı ve ayrıntılı bir hikaye anlatımı yapıyor ve başrolde Will Smith’in çok güzel performansıyla, biraz uzun olmasına rağmen kendini izlettiriyor. Elbette tenis merkezli bir film ama aynı zamanda aile, eğitim, çok çalışmak ve kendinize inanmakla da ilgili.

Spencer 

Prenses Diana hakkında bir film bu da… İngiliz Kraliyet Ailesi ya da genel olarak bu tür saray dramaları pek ilgimi çekmese de bu filmde Diana’yı canlandıran Kristen Stewart’ın oyunculuğuyla ilgili bir kaç arkadaşımdan olumlu bildirim alınca izledim. Gerçekten de ödüllük bir performans sergilemiş. Konu olarak da bir özgürleşme hikayesi olduğunu söyleyebilirim. Bugünlerde gerek İngiliz ve gerekse Japon kraliyet ailelerinde de gördüğümüze benzer “ben bana sunulanı değil kendi seçtiğim hayatı yaşamak istiyorum” temasını stilistik bir şekilde işlemişler.

The Last Duel – Son düello

Bu film iki sebeple radarıma girdi: yönetmen Ridley Scott ve yazarlar Matt Damon ve Ben Affleck. Çocukluklarından beri arkadaş olan bu ikili aynı zamanda bu ortaçağ dramasında rol de alıyorlar. Hem epik, gösterişli bir film hem de madalyonun farklı yüzleri olabileceğini de göstermesi açısından düşündürücü. Aynı olayı farklı perspektiflerden anlatıyor ve bu yönüyle bu konuda yapılmış en iyi filmlerden biri olan Akira Kurosawa’nın Rashomon filmine de benziyor. Vaktiniz varsa ve tarihi filmlere ilgi duyuyorsanız bir bakabilirsiniz… 

Who Are You, Charlie Brown? – Kimsin sen, Charlie Brown?

Fıstıklar ya da orijinal ismiyle “Peanuts” çizgi dizisini dünyada bilmeyen çok azdır diye tahmin ediyorum. Snoopy adlı köpek ve onun başarısız arkadaşı Charlie Brown karakteri pek çok yerde karşımıza çıkar, mesela benim pijamalarım vardı üzerinde bu karakterler olan. Geçen yaz yaptığımız “roadtrip” sırasında Santa Rosa kentinde tekrar karşımıza çıktı ve orada yapılmış olan müzeyi ziyaret ettik. İşte o zaman bugüne kadar pek dikkatimi çekmeyen çizerini daha yakından öğrenme fırsatım oldu. Bu belgesel de ilginç bir şekilde tam o dönemde gösterime girdi ve çizeri hakkındaki diğer boşlukları doldurdu kafamda… Eğer siz de 75 ülkede 21 dilde yayımlanan 17897 çizgi dizinin tamamını 50 yıl boyunca tek başına çizen bu kişiyi merak ediyorsanız bu belgeseli izlemenizi tavsiye ederim.

Pig – Domuz

Tüm zamanların en tuhaf, en şaşırtıcı oyuncularından biri olan Nicolas Cage bu yıl da karşımıza çıktı. Bu kez bir trüf mantarı avcısı olarak… Tabi sisli geçmişiyle birlikte. Ne de olsa bu mantar lüks restoranlarda yapılan bazı yemeklerin vazgeçilmez ve çok değerli bir parçası. İlginç bir konusu var yani bu filmin. Ele aldığı temayı işleyiş biçimi de farklı. Tıpkı bu az bulunan mantar türü gibi bizler de hayatımızda değerli bir şeyleri bulmak için mücadele ediyoruz. Bu uğurda kimi zaman işimizden, kimi zaman yaşadığımız kentlerden kaçıyoruz. İşte böyle bir zamanda, Nicolas Cage’in canlandırdığı karakter, anlamı olan bir şeyi kavramak konusunda, bize sessizce bir şeyler fısıldıyor.

Tick, tick… Boom!

Müzikaller herkese göre değildir ama ben iyi yapılmış müzikalleri çok seviyorum. Hem film olarak beyaz perdede, hem de canlı olarak tiyatroda izlemeyi. Bu film Broadway müzikalleri yapmaya çalışan biri hakkında bir müzikal. Sadece 36 yıl süren hayatının çoğunu büyük zorluklarla geçiren bu kişinin yaşadıkları, performans sanatlarıyla ilgili olmasanız da özdeşleşebileceğiniz olaylarla dolu. O güne kadar müzikallerin dünyasında görülmeyen yenilikçi “rock monoloğu”nun da mucidi olan bu kişi belki size de çocukken hayalinizi kurduğunuz şeylerin düşlerini büyüdüğünüzde de görmeye devam etme motivasyonunu verebilir. 

Last Night in Soho – Dün gece Soho’da

Edgar Wright’ın yönettiği psikolojik korku filminde yine Belfast filminde olduğu gibi 1960’lı yıllara dönüyoruz, bu kez Londra’nın sanatçı mahallesi Soho’nun 60’larına… Yanlış anlaşılmasın hikaye aslında günümüzde geçiyor. Ama elimizde o yıllara takıntılı bir karakter var. Moda tasarımcısı olmak isteyen bu karakter, gizemli bir şekilde 60’ların dünyasında bir şarkıcıya dönüşebiliyor. Üstelik dönüştüğü bu şarkıcıyı da geçen yılın en iyi dizilerinden “Queen’s Gambit”te satranç oyuncusunu da canlandıran Anya Taylor-Joy oynuyor. Ben özellikle yönetmenin alameti farikası olan bazı teknik ve görsel özelliklerinden ötürü filmi kayda değer buldum. Onun 2013’te yaptığı bilim-kurgu komedisi “The World’s End – Dünya’nın Sonu”nu aşan bir film olmasa da yılın iyileri arasında.

Madem bilim-kurgu dedik o halde 2021 yılında izlediğim en iyi 21. filme yani bu videonun son filmine geçebilirim artık. 

Dune – Çöl Gezegeni

Frank Herbert’ın aynı isimli romanından Denis Villeneuve tarafından uyarlanan bu film bana göre hala 2021’in en iyi filmi. Zaten o yüzden sadece bu filmi ve özellikle içindeki bir sahneyi analiz ettiğim başlıbaşına bir video hazırlayıp yayına verdim. Daha da fazla bir şey söylemeyeceğim. Çok iyi film. Tüm zamanların en iyi kitaplarından biri. Okuyun, okutun; izleyin, izletin. Bu film sadece bir başlangıç ve hepimizin de bildiği gibi ​​başlangıçlar, dengeleri doğru kurmak konusunda en hassas özeni göstermenin zamanıdır. 

“2021’de izlediğim en iyi 21 Film” için 5 yanıt

Film izlemek gibisi yok. Özelliklede Dünya sorunlarını, kişisel sıkıntılar ve problemleri 1-2 saatliğine de olsa unutturacak filmler beni benden alıyor. İzlediğim filmin Dünyasına ait gibi hissetmek mükemmel bir his.
Bu sene izlediğim filmlerden beni en çok etkileyenler “Another Round (Druk)” ve “The Worst Person in the World.

Timecode da daha önce incelediğimiz filmelere nasıl ulasabiliriz tekrar videoları var ama yedi tane.Daha önceki yayınlar mevcut mu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir