Kategoriler
Bilim Sinema Teknoloji

Hepimiz OPPIE’yiz!

Duymayan kaldı mı bilmiyorum?

Yaz ortasında, yazdan da sıcak bir heyecan dalgası yarattı… Bir film.

Yıllardır uzak kaldığımız sinema salonlarını tıklım tıklım doldurdu. 

İnternetteki “hype balonu” öyle bir şişti ki artık bu filmi izlemeyeni, izleyip de beğenmeyeni, beğenip de anlatmayanı… dışlıyorlar.

Geçen yüzyılın en ikonik figürlerinden biri hakkında bu film. Ben karakter hakkında öyle çok fazla bir ön bilgi sahibi olmadan, elimi kolumu sallayarak sinemaya gittim, filmi izledim, hatta izledikten sonra bir de hatıra fotoğrafı çektirdim 🙂

Yaa, tabiki Barbenheimer yaptım! Evet, fotoğrafı çeken pembe kıyafetli kızlara bir de buradan teşekkür ettikten sonra izlediğim diğer film hakkındaki düşüncelerime geçeyim. 

Oppenheimer

Öyle spoiler kaygısı taşınacak bir film değil zaten. Atom bombasının babası olarak tarihe geçen Amerikan teorik fizikçi Robert Oppenheimer hakkında biyografik bir film. Bu kitaptan uyarlanmış: American Prometheus, J. Robert Oppenheimer’ın Zaferi ve Trajedisi. Daha kitabın adından başlayabilirsiniz çıkarım yapmaya. Yunan mitolojisindekiler kadar efsanevi bir karakterin, Şekspiryen bir yorumu. Güneşe yakın uçmak, zafer, sonra kanatların erimesi, trajedi. Ama bu ne mitoloji, ne de tiyatro. Tüm dünyanın kaderini değiştiren kilit figürlerden birinin karmakarışık zihni. Zaten o yüzden hakkında ne yapılsa etkili oluyor. Bu kitap Pulitzer ödüllü. Bence konuya ilişkin bundan da güzel başka bir kitap: Richard Rhodes’un yazdığı “The Making of the Atomic Bomb.” O da Pulitzer ödüllü. Ve şimdi bu konuda yapılmış en iyi sinema filmi olma iddiasındaki: Oppenheimer. Muhtemelen o da pek çok ödülü alacak. İşin ironik tarafı tüm bu ödüllü eserlere konu olan karakterin kendi alanındaki en büyük ödül olan Nobel’i alamamış olması. Bir başka deyişle kendisi kaybederken, onu anlatanlara çok şey kazandırıyor. 

Herhalde o yüzden olsa gerek sosyal medyada herkes onu anlatıyor. Ben de anlatacağım. Anlatacağım da önce anlamam lazım. Ama itiraf edeyim henüz tam olarak bu karakteri anladığımı söyleyemem. Çünkü bu filmin haberini aldığım geçen yıldan beri kendisi hakkında okumalar, izlemeler yapmaya çalışıyorum. Ne kadar çok şey öğrenirsem o kadar içinde kayboluyorum. Adamın hayatı kuantum dünyası kadar kompleks, girift ve bir o kadar da belirsizliklerle dolu. Öyle hemen iyi ya da kötü deyip geçemiyorsunuz. Ve aynı şeyi bu film için de söyleyebiliriz 🙂

Onu beğenmek için elimizde tüm sebepler var. Benim en iyilerim arasında olmasa da iyi bir yönetmen olarak kabul edilen Christopher Nolan tarafından çekilmiş. Interstellar ve Inception’dan dolayı bir miktar saygımız var. Oyuncular desen hepsi de çok başarılı. Zaten filmde neredeyse figüranlar bile Oscar ödüllü. Mandalorian’dan tanıdığımız ve yeni Hans Zimmer’imiz olarak benimsediğimiz Ludwig Göransson müzikleri yapmış ama bu sefer olmamış. Sinematografi desen o koca koca kameralara, kalın kalın film şeritlerini yükleyip olabilecek en yüksek kalitede çekmişler. Daha ne olsun.

İşte o yüzden daha aylar öncesinden eşime, dostuma dedim ki, bu yaz doğum günümde sizden hediye olarak sadece bu filme bir bilet istiyorum. Evet, bugün doğum günüm, teşekkürler 🙂 Ve filmi nerede seyrettim biliyor musunuz? IMAX’te. Hem de öyle sıradan bir IMAX de değil. Avustralya ve Çekya’da 1, İngiltere’de 3, Kanada’da 6, ABD’de 19 yani dünyada sadece 30 sinemada gösterilen en yüksek çözünürlüklü kopya. Oyuncuların yüzündeki gözenekleri bile görüyorsunuz. Peki niye bu kadar az yerde gösteriliyor? Çünkü 272 kg’lık film 17 km uzunlukta. Ancak 30 tane üretip dağıtabilmişler. 

Tamam buna da saygım var. Yönetmenler kendi vizyonlarını en iyi yansıtabilecek teknikleri kullanmak için böyle abartılı şeyleri hep yapıyorlardı. Hitchcock kendi filminin gösterildiği sinemaları bizzat kendisi gidip denetler ve geç kalanları içeriye aldırmazdı. Kubrick mum ışığında görüntü yakalayabilmek için NASA’nın Apollo Ay görevlerinde kullanılan özel bir lensle o dönemin en düşük diyaframıyla f 0.7 ile film çekmişti. Nolan da olası en yüksek izleme deneyimini yaratabilmek için IMAX 70 mm ortamını seçmiş. Bunların hepsi de İngiliz yönetmenler bu arada. İlginç. Bu özenin gösterilmesi güzel. Ama dağıtımı ve gösterimi çok zor bir teknik olduğu için dünyada sadece 30 sinemada gösteriliyor ve dolayısıyla izleyenlerin sadece %1’i belki de binde biri o deneyimi tümüyle yaşayabiliyor. Peki öyle izleyemeyenler bir şey kaybediyor mu? Başka filmler için kesinlikle evet, ama bu film için bence hayır. Nerede izlediğinizin pek bir önemi yok. 

Çünkü çoğunlukla kapalı odalarda sürekli konuşan kafalardan ibaret. Oppenheimer’ı canlandıran aktör Cillian Murphy’nin performansı müthiş. Bazı sahnelerde iç dünyasının yüzüne yansımasını o kadar güçlü bir şekilde ifade ediyor ki, gerçekten kendinizi kaptırıyorsunuz. Ama o ifadeleri yakalayabilmek için adamın yüzünü illa 18K çözünürlükte görmeye gerek yok. 8K yeterli. 4K bile olur. Yani bu filme sadece teknik başarısından ötürü gitmeyi düşünüyorsanız, beklentilerinizi karşılamaz.

Senaryo tekniği açısından ele alacak olursak Nolan’ın ilk kez birinci şahıs anlatımını kullandığını görüyoruz. Bir hikaye anlatıcısının olayları birinci şahıs kullanarak kendi bakış açısından anlattığı bir hikaye anlatma modu bu. Zaten bütün hikayeler öyle olmaz mı diye düşünüyorsanız eğer hayır öyle filmler var ki karakteri başka birinin gözünden bize tanıtıyor. Bu konuda benim favorim Amadeus filmi. Salieri’nin gözünden Mozart’ı görüyoruz. Nolan ise anlatının Oppenheimer’ın bakış açısından aktarılmasını istemiş. Ayrıca, film boyunca kasıtlı olarak renkli ve siyah beyaz sahneler arasında geçiş yapmayı tercih etmiş. Filmin hem nesnel hem de öznel bir bakış açısıyla aktarılmasını istediği için. Kuantum alemini, enerjinin titreşimini ve Oppenheimer’ın kendi kişisel yolculuğunu birbirine bağlayan ipler gibi tasarlamış filmini. Yani öyle lineer bir anlatımı yok. Zaten olsaydı neredeyse belgesel diyebileceğimiz bir iş çıkardı ortaya. Buna da saygı duyuyorum. Hikayeleri mutlaka doğrusal anlatmak gerekmiyor elbette. Hatta zaman akışını bozan Tarantino’nun Pulp Fiction’ı gibi bazı filmleri çok da seviyorum. Ama bu kez özellikle bu filmin ilk yarısında epeyce bir zorluyor insanı. Eğer tarihi olaylara ilgi duymuyorsanız ilk 1,5 saatinde dişinizi sıkmanız gerekebilir. İlgi duyuyorsanız ve hatta Oppenheimer’ın hayatını biraz okuduysanız bile kafanız karışabilir. Öyle ki ben o ilk 1,5 saatte neredeyse sürekli bir trailer izliyormuşum gibi hissettim. Ve evet film 3 saat. Uzunca bir film. Ancak Oppenheimer’ın hayatını anlamak ve anlatmak için de kısa bir süre bu. Vakti olanlara 80’lerde yapılmış bir mini diziyi önerebilirim. Yine Oppenheimer adındaki BBC yapımı bu neredeyse belgesel diyebileceğimiz mini dizi birer saatlik 7 bölümden oluşuyor. Ve daha lineer bir anlatımla doğrudan konuyu bize aktarıyor. Dediğim gibi filmi izleyip de “ya bu benim tarzım değil” deyip konuya küsmeyin. Konu önemli. Film değil. 

Şimdi karşımızdaki kişinin bir portresini çizmeye çalışalım. Oppenheimer yani kısaca Oppie’nin…

O çok zeki – Teorik fizik alanında parlak bir zekaya sahip. Filmde o yönüne çok az giriliyor ama bir yıldızın çöküşünün kara bir deliğin oluşumuna nasıl yol açabileceğini açıklayan bir model sundu bir öğrencisiyle birlikte.

O çok karmaşık – Bazen hassas ve merhametli gibi gözüküyor, bazen de amansız olabiliyor. Bir sürü çelişkilerle dolu.

O bir idealist – Bilimin sınırlarını zorlamak konusunda tutkulu. Manhattan Projesi üzerindeki çalışmalarının ardından, nükleer silahların kontrolü ve sınırlandırılması için çaba sarf etti.

O içine kapanık – Özel bir insan, duygularını ifade etmekte zorlanıyor. Doğu felsefesinden ve özellikle Bhagavad Gita’dan etkilenmiş. 

O -galiba- pişman – Atom bombasının yaratıcısı olmanın vicdani yükü onu ömür boyu rahatsız ediyor. Öte yandan ifadelerini çok dikkatli seçerek konuşan biri olmasına rağmen hiç özür dilemiyor.

O dışlanmış biri – Solcu görüşleri ve komünist olma şüpheleriyle başlatılan güvenlik soruşturması sonrası toplum ve bilim camiası tarafından dışlanıyor.

O tutkulu – Özellikle iki şeye: Fizik ve New Mexico. Bu iki tutkusunu birleştirmek için tarihin en gizli görevlerinden biri olan Manhattan Projesi’ni çok sevdiği Los Alamos’a kurduruyor ve dünyanın en parlak beyinlerini ABD’nin ortasındaki bu ıssız yere getirtiyor.

Ve tabiki o karizmatik – Çekici kişiliği ve zekasıyla çevresindekileri etkiliyor. Zaten o yüzden daha önce hiçbir büyük projeyi yönetmemiş olmasına rağmen böylesine önemli bir projenin başına getiriliyor.

O kadar karizmatik ki bugün yaşasa rahatlıkla bir aktör olabilirmiş. Ekibini toparlarken bu karizmasından faydalanıyor. Ne üzerinde çalışacaklarını bile söylemeden insanları ikna etmeyi başarıyor. Ama öyle bir proje ki dünyanın en büyük savaşını bitirebilir. Hatta gelecektekiler de dahil olmak üzere tüm dünya savaşlarını bitirebilir!

Atom Bombası. 

Tüm zorluklarına rağmen kısa sayılabilecek bir sürede geliştiriyorlar. Fakat o bitmeden Hitler ölüyor. Dünyanın en büyük tehdidi sona eriyor. Manhattan Projesi’ni başlatan sebep ortadan kalkıyor. 

Fakat yine de bombayı yapıyorlar. Oppenheimer bombayı sadece yapmakla kalmıyor, kullanılmasını da istiyor. Diyor ki:

“Atom silahlarının olduğu bir dünyada, savaşlar son bulacaktır.”

Paradoksa bakar mısınız? Ona göre bu bomba savaşı hem bitirmek hem de önlemek için bir araç. Bu onun okuduğu Bhagavad Gita gibi metinlerden gelen yani doğu felsefesinden kaynaklanan bir görüş. Her yaratma eylemi, öncelikle bir yıkım eylemidir. Yakıp yıkıcaksın ki insanlık olarak Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilesin. İnsanlığın dönüşümü ve yeniden doğuşu için bombayı gerekli gördü. Barış için savaş gerekliydi. 

Ve işte Oppenheimer adeta bebeği gibi gördüğü atom bombasını bitirdikten sonra onun ilk denemesine, onun doğumuna Trinity adını verdi. Trinity “teslis” demek. O dönemde şair John Donne’ın şiirlerini okuyormuş. Donne’ın “Batter my heart, three-personed God” (Ey üç kişilik Tanrım, kalbimi tokuştur) diye başlayan şiirinde Hristiyanlıktaki Teslis inancına (Holy Trinity) bir referans var. Trinity hem Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlüsünü hem de bombanın üç parçadan oluştuğunu temsil ediyordu. Bilim ve sanatı birleştirmekten hoşlanan Oppie bu kez de bombanın yıkıcı gücü ile insanlığın yaradılışındaki tanrısal unsurlar arasındaki zıtlığı yansıtan bir isim vermişti bebeğine…

Ve Trinity adlı bu doğum olayı herhalde dünya tarihindeki en gerilimli anlardan biriydi. Ve filmde benim en sevdiğim sahnelerden biri de o anın yansıtıldığı sekans oldu. “Abi gerçek bomba patlatmışlar”dan dolayı değil. Trinity denemesinin gerçek görüntüleri zaten arşivlerde duruyor. O anın, o doğum anının verdiği dehşeti yansıttığı için. Soğuk sinema salonunda bile yüzünüzdeki sıcaklığı hissedebiliyorsunuz. Phantom etkisi herhalde. Görgü tanıkları patlamadan sonra bir fırının kapağı açılmış gibi hissettiklerini söylüyor. Radyan ısı dalgası yayılıyor. Bir süre sonra da gökgürültüsü gibi bir ses. Ardından ilk mantar bulutu yükseliyor. Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir an bu.

Nasıl olur da madde ve enerji bu şekilde dönüşür?

  • Birkaç insan güldü, birkaç insan ağladı…

Oppie’nin kendisi bu. Filmden bir sahne değil. Oyunculuk mu yapıyor, yoksa gerçekten hissettiklerini mi söylüyor? 

Çünkü Trinity denemesinin gücünü gördükten sonra durmuyorlar. Sadece 3 hafta sonra bu bombayı Hiroshima’da insanların üzerinde kullanıyorlar. Yetmiyor sadece 3 gün sonra bu kez de Nagasaki’yi bombalıyorlar. Planlarına göre Japonlar teslim olmazsa 19 Ağustos’ta bir tane daha, Eylül’de 3 tane daha, Ekim’de 3 tane daha atmayı hedefliyorlar. Filmde seçilen hedef şehirler üzerine konuştukları sahne gerçekten de insanın tüylerini diken diken ediyor. Mesela Kyoto’yu listeden çıkarıyorlar birinin balayını orada geçirdiği için. Tamam bunlar dramatizasyon unsurları belki ama bir yandan da tarihi gerçekler.

Tabi tarihi tek yönlü okumak da yanlış. O zamanın koşullarını düşünebilmemiz, savaştaki diğer tarafların yaptıklarını ve yapabileceklerini hesaplayabilmemiz çok zor. Ama işte filmler de bu yüzden var. Eğer savaşın Japonya’daki etkisine dair bir şeyler izlemek isterseniz size “Grave of the Fireflies” animesini tavsiye ederim. Ateşböceklerinin Mezarı. Şimdiye dek yapılmış en güçlü savaş karşıtı eserlerden biri. 

Oppenheimer atom bombasını yaptı. Sivillerin yaşadığı kentlere atılmasını destekledi. Bundan dolayı vicdan azabı çekti. Ama yine de az önce bahsettiğim generallerin bulunduğu toplantıya katılıp bombanın nasıl atılması gerektiğini, ne kadar yüksekte patlatılırsa daha etkili olacağını ayrıntılı olarak anlattı. Bunları nükleer silahların ilk kez kullanılması için yaptı ve aynı zamanda son kez kullanılması için. 

Onu istediğimiz kadar yargılayabiliriz. Sonuçta her ölümlü gibi o da artık aramızda değil. Ama yaptığı bomba aramızda. Binlercesi. Her an kullanıma hazır durumda. Tarihte birkaç kez daha çok yaklaşılsa da, Hiroşima ve Nagazaki’den bu yana hiçbir ülke nükleer bombaları silah olarak kullanmadı. 

İşte bunun hikayesini bir kez daha izledim sinemada. Yüksek çözünürlüklü olarak. Atom bombasının yok edici gücünü hissettim. Dünyanın en güçlü hoparlörlerinin yansıtabildiği ölçüde sesini duydum. Bir de bebeğin çığlığını. Galiba…

Anlatı tekniklerinde devrim yaratan bir film gibi tanıtıldı ve muhtemelen bu yüzden ödüllendirilecek de… Filmden sonra birkaç insan güldü, birkaç insan ağladı… Bazıları alkışladı. 

Bense dışarı çıkan koridordan yürürken diğer seansa giren pembe kıyafetli kızları gördüm. Onlardan birinden rica edip bu şapşal fotoğrafları çektirdim. Ve işte o anda bir kez daha bir simülasyonda yaşayıp yaşamadığımızı merak ettim. 

“Hepimiz OPPIE’yiz!” için 3 yanıt

Özenle hazırlanmış bir video. Emeğinize sağlık.
Bilhassa bitiş müziği çok güzel olmuş. -(müziğin kaynağını bilmek isterdim.)
Teşekkürler.

Takip ettiğim bir instagram hesabı iyi olmadığını söylemişti. Teşekkürler yorumunuz için. Film izlemeye değer. Sanırım ilk bir saat telefonda vakit geçireceğiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir