Birazdan size bir video linki vereceğim. Telif hakları nedeniyle buradan gösteremiyorum. Daha önce görmüş olsanız bile dikkatle izlemenizi istiyorum. Videoda iki takım var. Beyaz giyenler ve siyah giyenler. Beyaz giyen takımın kaç pas attığını saymanızı istiyorum. Ama çok dikkat edin tam olarak kaç pas attığını doğru bir şekilde saymalısınız. Gözünüzden hiçbir şey kaçmamalı. Anlaştık mı? O halde ekrandaki QR kodunu kullanarak videoyu izleyin bakalım. Sonra burada buluşup üzerinde konuşacağız.
Sayabildiniz mi? Doğru cevap 15 olacaktı. Peki o videoyu ilk kez izlerken ve pasları ilk kez sayarken oyuncuların ortasından geçip giden gorili fark edebildiniz mi? Şu gorilden bahsediyorum. 1999’da yapılan bu deneyi günümüze kadar milyonlarca kişi seyretti ve bunu ilk kez izleyenlerin yaklaşık yarısı o gorili göremedi. Neden acaba? Böylesine bariz bir şeyi göremiyoruz? Çünkü o sırada bize bir görev verildi. Bu görev yoğun bir konsantrasyon gerektiriyor. Siyahlara değil beyazlara odaklanıyoruz. Onların elindeki topa bakıyoruz. Bize verilen bu görevi hakkıyla yaparsak, diğer şeyleri görmezden geliyoruz.
Bu hem bir zayıflık ve hem de bir güç. Beynimizin nasıl düşündüğünü anlayabilirsek, bu tür zayıflıklarımızı alıp onları bir güce dönüştürebiliriz. Ben bu görünmez goril deneyini ilk kez bu kitapta okumuştum: Thinking, fast and slow. Kelime sıralamasını özellikle değiştirmeden tercüme edersek: Düşünmek, hızlı ve yavaş.
Yakın zaman önce hayatını kaybeden Nobel ödüllü Daniel Kahneman tarafından kaleme alınan bir kitap bu. Ekonomi, finans, pazarlama ve psikoloji gibi alanlarda çığır açıcı fikirlerle dolu. Ama her şeyden önce nasıl düşündüğümüzü irdeliyor. Kararlarımızı nasıl veriyoruz? Aslında ipucu kapakta gizli: Hızlı ve Yavaş. Kahneman, insan beyninin düşünceleri iki farklı şekilde oluşturduğunu söylüyor. Ve bunlara Sistem 1 ve Sistem 2 adını veriyor.
Sistem 1 hızlı, bilinçsizce, otomatik, gündelik düşünceleri barındırıyor ve hataya açık bir sistem. Sistem 2 ise daha yavaş, bilinçli, efor gerektiren, mantıksal ve hesaplama içeren düşünceler ve bu anlamda daha güvenilir. Sistem 1 için sezgisel ve içgüdüsel diyebiliriz. Öte yandan Sistem 2 ise rasyonel düşünmeyi temsil ediyor.
Madem goril deneyiyle başladık, hayvanlar aleminden devam edelim. Ben bu kitabı okuduğumda aklıma tavşanla kaplumbağanın hikayesi geldi. Beynimiz hem bazen tavşan gibi hızlı davranıyor, bazen de kaplumbağa gibi yavaş hareket ediyor. İşte bunun farkına varıp ne zaman hangisini yarışa sokacağımızı bilmek o yüzden önemli.
Gün içerisinde birçok düşünce beynimizde dönüp duruyor, değil mi? Onları pek de bu şekilde ayırt etme gereği duymuyoruz. Ama etmeliyiz. Nedenini şimdi anlayacaksınız. Önce şunu düşünelim. Sizce hangisi daha sık gerçekleşiyor olabilir? Sistem 1 mi yoksa Sistem 2 mi? Daha çok tavşan gibi miyiz yoksa kaplumbağa gibi mi? Kahneman’a göre kaba bir tahminle Sistem 1 %95 iken, Sistem 2 yalnızca %5. Bana kalırsa sistem 2 için biraz iyimser bir yaklaşım bile olabilir bu. Beynimizi çoğunlukla otomatik olarak aklımıza gelen, sezgisel olan, duygusal nedenlerle körüklenmiş düşüncelerden oluşuyor.
Bakın hemen kanıtlayabilirim size bu durumu. Hazır mısınız tavşanlar 🙂 Şu görseldeki okların gövdelerinden hangisi en uzun, hangisi en kısa? Görünmez goril deneyinde olduğu gibi eğer daha önce bu görselle karşılaşmadıysanız ve beyniniz Sistem 1 ve Sistem 2 arasındaki farkı bilmeden düşünüyorsa %95 ihtimalle Sistem 1 ile cevap vermeye çalışıp şu en uzundur diyecektir. Ya da şu en kısa. Bu klasik Müller-Lyer illüzyonuna yenik düşmemek için beynini Sistem 2 modunda çalıştıranlarsa gözüne aldanmayıp cevap vermeden önce ölçmeye karar verecektir. Ve ölçünce de aslında hepsinin aynı uzunlukta olduğunu bulacaktır. Şaşkınlıkla!
Sistem 1’i oluşturan düşünceler genelde işte böyle şeylerden oluşuyor. Örneğin dışarıdaki binalara baktığınızda… Hangisi bana daha uzaktır diye sorsalar, buna hemen bir cevap verebilirim. İşte şu daha uzak. Hızlı bir cevap. Sezgisel bir cevap. Çünkü daha önceki deneyimlerim, bana öyle olması gerektiğini söylüyor. Görünen köy hesabı yani… 🙂 Elime şöyle bir cetvel alıp ölçerek, kağıt başına oturup trigonometri yaparak bir cevap vermiyorum bu tür bir soruya… Ve dolayısıyla her zaman doğru cevaplar da verememiş oluyorum. Ya da mesela 2+2 nedir diye sorsalar, buna hepimiz tak diye cevap verebiliriz. Oturup tekrar düşünmeye, parmakları saymaya gerek yok. Ya da boş yolda araba sürmek… Eğer yıllarca araba sürmüşseniz, vitesi ne zaman değiştireceğim, pedala nerede basacağım, gözümü yoldan ayırmalı mıyım… Bunların hiçbirini düşünmeyiz. İşte Sistem 1’deki düşünceler böyle düşüncelerdir. Verdiğim örneklerden de anlayabileceğiniz gibi bazı durumlarda iyi ki bu sisteme sahibiz diyebiliriz.
Öte yandan 2+2 değil de, 35×67 desem… İşte onu oturup hesaplamak gerekir. Yavaş bir düşüncedir. Önce 5 ile 7’yi çarp… Sonra şunla şunu… Ya da birisine kimlik numaranızı söylemek… 314’ten sonra 15 mi geliyordu, yoksa 16 mı… Bunlar birçoğumuzun kafasından sıklıkla geçiyor. Ya da bir markete gittiğinizde iki benzer ürünün arasında karar vermeye çalışmak… Sağdaki daha ucuz ama soldakinin de şöyle bir artısı var. O zaman hangisini alsam daha avantajlıyım? Bir mantık yürütmek gerekiyor… Ya da boş bir yolda araba sürmek yerine bu sefer akan bir trafikte arabayı paralel park etmeye çalışmak… İşte bunlar Sistem 2’yi oluşturuyor.
Sistem 1 ile Sistem 2 arasındaki ayrıma varmak önemli. Çünkü bu ayrıma varmak, birçok mantıksal hatayı yapmaktan bizi koruyor. Üstelik bunları bilmediğinizde, bu hatalardan bazılarını hayatımız boyunca yapmaya devam ediyoruz. Birisi bize bak hatalısın dese bile kabul etmiyoruz. Bunu test etmek için basit bir soru soracağım yine, hızlıca cevap vermeye çalışın. Tavşan gibi… Bir acil doktoru, COVID zamanı hastanede yatan hastaların çoğunun aşılı kişilerden oluştuğunu söylüyor. Bu durumda aşıların etkinliği hakkında ne düşünürsünüz? Aşılar etkisiz ya da zararlı mı? Yoksa aşılar tam aksine etkili olduğu için mi böyle bir durum var?
Cevabı birazdan vereceğim ama önce başka bir sorum daha var. Bu oldukça bilindik bir problem. Linda adında genç, bekar, dobra, güçlü duruşlu ve zeki bir kadın düşünün. Aynı zamanda bir felsefe öğrencisi olarak Linda ayrımcılıklardan ve toplumsal adaletsizliklerden ötürü son derece endişeli. Ve aktif olarak nükleer enerji karşıtı eylemlere katılıyor. Peki sizce Linda hakkında hangisi daha olası? Linda’nın bir bankacı olması mı, yoksa feminist bir bankacı olması mı? Bu problemi ortaya atanlardan biri de yine Kahneman’dı. Bana ilk sorulduğunda hızlıca bir cevap verip feminist bir bankacı olmasının daha olası olduğunu düşünmüştüm. Fakat böyle sorularda bir durmamız lazım. Kaplumbağa gibi… Yani sahiden bir durup, düşünmemiz lazım 🙂 Karmaşık olabilecek bir probleme, Sistem 1’in hızlı cevap vermesine izin vermeyin. Yavaş ve mantıklı davranın. Sistem 2’yi kullanın. Sistem 1, daha basit işlevler için. 2 kere 2’nin 4 olduğunu bilmek için. Oysa bu soruda bize sistem 2 lazım. Bankacı ve feminist olan birisi, aslında daha büyük bir bankacı grubunun alt kümesidir, değil mi? Bankacı grubuna, bankacı feministler de dahil, bankacı feminist olmayanlar da… Yani bankacı ve feminist dediğimizde aslında ihtimalleri azaltıyoruz. Dolayısıyla bankacı olması ihtimali aslında her zaman daha olası.
İkna olmadınız mı? Hadi Linda’nın bankacı olma olasığı sadece %5 ama feminist olma olasılığı %95 olsun. Hem bankacı hem feminist olma olasığı bu durumda 0.05×0.95 yani %4.75 olur. Sadece bankacı olma olasılığı olan %5’ten daha düşük bir olasılık bu. Fakat bu soru bize sorulduğunda çoğumuz hem bankacı hem de feminist olacağını düşünüyoruz. Buna çakışma yanılgısı (conjunction fallacy) deniyor. İyi ama neden böyle düşünüyoruz? İşte Kahneman’ın açıklama getirmeye çalıştığı soru bu. Hepimizin sorması gereken soru. Neden böyle düşünüyoruz?
Kahneman Sistem 1 ve Sistem 2 için şunları söylüyor:
“Sistem 1 ve 2’yi aslında metafor olarak kullanıyorum. Sistem 1’i otomatik düşünceleri tanımlamak için tercih ediyorum. Sistem 1’de düşüncelerinizin aslında bir seyircisisiniz.”
Tam olarak bu yüzden şunu tavsiye ediyorum. Hızlı yanıt vermeyi gerektiren önemsiz sorular için Sistem 1’e başvurabiliriz. Bu bize zaman kazandırır. Ama dikkat gerektiren, önem arz eden bir şey varsa Sistem 2’ye başvurmalıyız. Ne zaman önemli ve karmaşık bir soruya hızlıca cevap vermek istiyorsanız bilin ki, bir şeylerin yanlış gidiyor olması çok olasıdır. Daima bunun tetiğinde olup, kendimizi kontrol etmemiz gerek.
“Sistem 2’yi daha dikkatli düşünmeyi ifade etmek için kullanıyorum. Sistem 2’de kendi eylemlerimin bir aktörü gibiyim. Sistem 1’e göre kontrol daha çok bende.”
Böyle bakınca Sistem 2’yi tercih etmemek için bir neden yok gibi. Fakat aynı zamanda bu kadar mantıklı, istatistiksel düşünmekte zorlanıyoruz gibi duruyor. Bunun nedenlerinden biri olarak heuristic (sezgisel) theory, yani bir karar verdiğimiz sırada kullandığımız mental kısayolları sebep gösteriyor Kahneman. Diğer sebeplerden biri ise önyargılarımız.
İşte Linda probleminde olan da biraz bu. Hızlı cevap veriyoruz, mental kısayolları kullanıyoruz. Önyargılarımız tarafından yönetiliyoruz. Kendi fikirlerimizin seyircisiyiz. Eğer daha önce feministleri sadece aktif eylemlerde gördüysek, eylemlerle feministleri ilişkilendiririz. Dolayısıyla kafamızda feministler bir stereotip oluşturur. Bankacı grubu aslında daha büyük olsa da, olasılığa tamamen aykırı olan bu düşünce bize daha doğru gelir. Tıpkı başta gösterdiğim o oklardan birinin diğerinden daha uzun ya da daha kısa olduğu yanılgısına düşmemiz gibi…
Ne kadar kusurlu değil mi? İşte Sistem 1 ve Sistem 2’nin ayrımına varabilmek bu yüzden önemli. Gün içerisinde birisinin fikrine tepki verirken durup düşünebilmek bu yüzden önemli. Bizler yalnızca içgüdüleriyle hareket eden hayvanlar değiliz. Bizler hem tavşan gibiyiz, hem de kaplumbağa gibi. Düşünebiliyoruz. Ve düşünmeliyiz.
Sadece tavşan gibi olursak girdiğimiz her yarışı kazanacağımızdan emin olarak yola çıkıp yine de kaybedebiliriz. O yüzden zaman zaman kaplumbağa gibi yavaşlamaya ihtiyacımız var. Stratejik davranmanın yolu bu.
“Tecrübeli bir karar verici, vaktinden önce karar verme sürecini daraltmaması gerektiğini bilir. Benim yegane tavsiyem, kararları tıpkı bir kurumda belli adımlarla üretilen ürünler gibi görmektir. Onu bir ürün olarak gördüğünüzde, üretim sürecini de sorgulamak istersiniz.”
Kahneman’ın bu tavsiyesi çok önemli. Bizi içgüdülerimizin esaretinden kurtaracak bir anahtara, durup kendimizi sorgulamaya teşvik ediyor. Fakat bunun için, kendi düşüncelerimizi, kendi düşüncemiz olmaktan çıkarmak, onu bir ürün olarak görmek gerek. Eğer fikrimizi bu kadar sahiplenmezsek, onu kendimizden alıp çıkarırsak, onu objektif olarak değerlendirmemiz de kolaylaşır.
Ne kadar zeki ve ne kadar farkında olursak olalım. Bu mental tuzaklar beynimizin her köşesine kurulu durumda. Bunlardan kurtulmanın yolu da onlara karşı gözümüzü daima açık tutmak.
O yüzden Kahneman’ın bu fikirlerini bile hemen yalayıp yutmamak lazım. Onları bile aynı şekilde tartmalıyız. Bilim de zaten bunun için var. Fakat psikolojide çok bilinen bir replikasyon krizi vardır. Bazı ortaya atılan çalışmaları tekrarlamaya, replike etmeye çalışan araştırmacılar, farklı sonuçlar buldular. Bu da birçok çalışmanın yeniden test edilmesine, bilinen şeylerin değişmesine neden oldu. Tabii bu replikasyon krizi aynı zamanda Kahneman’ı da biraz vurdu. Yani vakti zamanında yapılan bazı araştırmaları, araştırmacılar tekrar yapmaya çalıştıklarında aynı sonuçları elde edemediler. Kitaptaki bir bölüm bu durumdan mağdur olunca Kahneman şöyle bir açıklama yapmak zorunda kaldı: “Temeli olmayan bu çalışmalara fazla güvendim.” Yani ironik bir şekilde Kahneman, çalışmalarında ele aldığı karar verme süreçlerinde, kendisi de benzer bir hata yapmış. Belki de fikirleriyle örtüşen bu çalışmaları görünce, fikrinin doğruluğuna olan önyargısından ötürü, o çalışmaları pek de sorgulamamış. Kahneman gibi Nobel ödüllü bir yazar biler bunları yaptıysa, biz nasıl yapmayalım, değil mi?
Daha önce sorduğum acil servis sorusuna dönelim şimdi. COVID döneminde acil doktorları, COVID nedeniyle yatan hastaların çoğunun aşılı olduğunu söylüyor. Bu durumda aşıların etkinliği hakkında hangisini düşünürsünüz? a) Aşılar yeterince korumuyor ya da zararlı, b) Aşılar koruyor tam olarak bu yüzden aşılı hasta sayısı fazla.
Sezgisel olarak bakıp, konuyu hiç bilmediğimizde son derece mantıklı gelen cevap aslında a seçeneği. Çünkü aşılı hasta sayısı daha fazla! Kestirme yol bakın. Aşılılar daha çok hastaysa, aşıda bir problem olmalı diyor direkt zihnimiz bize. Fakat bu mental tuzaklara düşmemek önemli. Şimdi şu basit akıl yürütmeyi yapalım. Eğer toplumun tamamı aşılı olsaydı ve aşılar acile düşme ihtimalini %99 azaltsaydı, bu durumda ne olurdu? %1’lik kısım acillik olacağı ve bunların hepsi de aşılı olacağı için, hastaneye gidenlerin de dolayısıyla hepsi aşılı olurdu! Öte yandan toplumun sadece yarısı aşı olsaydı ve aşı olmayanların %10’u acillik olsaydı, tablo çok daha farklı olurdu. Fakat aşılı oranı arttıkça, doğal olarak acildeki aşılı oranı da artıyor. Halbuki bu başta sezgilere ne kadar aykırı. Bu olasılık hesaplarınının ne kadar sezgi dışı olabileceğini Bayes teorisi videosunda ayrıntılı bir şekilde anlatmıştım, izlemediyseniz o videoya da bir göz atmanızı tavsiye ederim.
Eğer aşılara karşı bir önyargıya sahipsek, hemen ilk seçeneği, aşıların etkin olmadığı ya da zararlı olduğunu seçmeye daha yatkın oluyoruz. Bakın bunu aşıları desteklediğim için filan söylemiyorum. Çünkü aynısı onun için de geçerli! Eğer aynı şekilde bilimde otorite olan figürlere karşı büyük bir güven içerisindeysek de bu sefer hemen b seçeneğini seçmeye yatkın oluyoruz. Tıpkı politikada olduğu gibi… Tarafımızdaki düşünceleri tartmamak gibi kötü bir huyumuz var.
Aslında her iki cevabı seçerken de aynı önyargı mekanizması tarafından hızlıca verilmiş kararlara başvuruyoruz. Oysa soru bize yeterli çıkarım yapacak, bir hesaplama yapacak veri sunmuyor. Taraf seçerken birinden birinde, şans eseri doğruyu bulmuş oluyoruz. Türkiye Felsefe Kurumu başkanı Kuçuradi hoca, bir konuşmasında bunu bakın nasıl ifade ediyor:
“Şöyle bir fikir var. Zıt görüşleri çakıştırırsak hakikat ortaya çıkar. Hayır çıkmaz. Her zaman çıkmaz. Çünkü ikisi de ezbere olabiliyor.”
Sistem 1 ve Sistem 2 bilinci sayesinde, tavşan ve kaplumbağa arasındaki dengeyi yakalayabiliriz. Bazen hızlı ve çevik davranmalı, bazen de yavaş ve temkinli olmalıyız. Ancak o zaman kendimizi tuzaklara düşmekten kurtarabiliriz.
Eğer sadece tavşan gibi olursak, içimizden geçen bazı gorilleri göremeyebiliriz. Hayatın bize sunduğu sürprizlere hazır olamayız. Ama kaplumbağa inadıyla ilerler, çevremizdeki detayları da kaçırmamaya özen gösterirsek, hayatın bize sunduğu fırsatları daha iyi değerlendirebiliriz.
İşte bu dengeyi bulmak, bence en büyük kazancımız olacak. Hayatın sunduğu ikilemler karşısında, sezgilerimizi ve mantığımızı ustaca kullanmayı öğrendiğimizde, doğru kararlar vermemiz kolaylaşacak. Tavşan hızımızla ilerlerken, kaplumbağa sabrımız bizi gerçeğe yakınlaştıracak.