Kategoriler
Liste Sinema

İzole günlerde izlenebilecek 12 film önerisi

Bu sabah kalktım, yükselen güneşe gülümsedim. Üç küçük kuş gördüm. Tatlı şarkılar söylüyorlardı. “Bu bizim size mesajımız” diyorlardı. 

Peki bu mesajı anlamayan var mıydı? Olmaz mı?

Bu mesaj sadece kuşlar tarafından değil yeryüzündeki canlı/cansız, büyük/küçük, hatta virüsler kadar minik tüm varlıklar tarafından sürekli olarak bize fısıldanıyor. Peki anlayabiliyor muyuz? Dünyanın tüm meşhur meydanları, sokakları boşaldığına göre geç de olsa evet. 

Bu boş sokakları daha önce de görmüştük. Will Smith’in oynadığı “I am Legend – Ben Efsaneyim” filminde…

28 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık metropollerinden biri olan New York sokaklarında arabasıyla son sürat giderken, kentin terkedilmiş görüntüsü şaşkınlık vericiydi. Milyonlarca insan nereye kaybolmuştu? Peki ya bu adam elinde silahı ve yanında köpeğiyle orada ne yapıyordu? 

Bu sorunun cevabını Times Meydanı’nda bulmuştuk. Betondan bir orman olarak tarif edilen bu modern kent artık kelimenin tam anlamıyla bir orman olmuştu. Uzun otların arasındaki bu adam da bir avcı/toplayıcı insana dönüşmüştü. Gün boyu ıssız sokaklarda dolaştıktan sonra akşam gün batmadan hemen önce buradaki evine dönmek zorundaydı. 

Gündüzleri hayatta kalmaya çalışan bu adam, geceleri insanları hayatta tutmaya çalışan bir doktordu. Bir virolog. Çünkü insanların büyük çoğunluğunu ortadan kaldıran bir salgın hastalık, geriye kalanları da yaşayan ölülere dönüştürmüştü. 

Öykülerin bir felakete, bazen bir ejderhaya, bazen kötü bir adama, bazen de bir virüse ihtiyacı vardır. Şarkılardaki üç küçük kuşun bize mesaj vermesi gibi öyküler de bizi uyarmaya çalışır. İnsanlığın özellikle doğa karşısında ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar çaresiz kalabileceğini bize gösterirler.

Edgar Allan Poe, 1842 yılında Kızıl Ölümün Maskesi adındaki öyküyü yazdığında orta çağda yaşanan korkunç veba salgınlarının izi, özellikle batı dünyasının kolektif hafızasından henüz silinmemişti. Veba insanların dış görünüşlerini de etkileyen bir hastalıktı. Tıpkı Poe’nun öyküsündeki “Kızıl Ölüm” gibi. Öykü, insandan insana geçen bu hastalıktan kaçınmak için uzun süre yetecek kadar bolca erzakı, bilimum ıvır zıvırı, hizmetçileri ve soylu dostlarını sarayına davet eden Prens Prospero’yu anlatır. Poe’nun öyküsü karamsardır, olaylar gotik bir atmosferde gerçekleşir. Yüksek duvarların ardında mutluluk içinde her gün yeni bir eğlence peşinde koşan güçlü insanların vurdumduymazlığını, kötülüğünü anlatır. Bütün dünyayı dize getiren Kızıl Ölüm salgınının sarayın duvarlarından içeri girmeyeceğine emindir Prens Prospero. Ve günlerden bir gün sarayındaki mutlu insanlar için bir maskeli balo düzenler. Ancak bu baloda kim olduğu bilinmeyen kırmızı maskeli biri dolaşmaktadır. Kendilerine asla ulaşamayacağını sanan insanların, ünlülerin, prenslerin arasına girerek onlarla yüzleşir.

Peki ya ölümcül bir virüs uzaydan gelirse? İnsanların bağışıklık sistemi er ya da geç dünyalı bir virüsle savaşmayı öğrenmeye programlanmıştır. Ne var ki eğer bir virüs uzaydan gelirse bağışıklık sistemimizin bizi koruması çok daha zor olacaktır. İşte tam da Ay’a ilk insanın adım attığı günlerin peşinden, bütün kamuoyu gözlerini gökyüzüne çevirmişken, neredeyse doğadaki bütün güçleri yendiğini düşünürken; genç bir tıp öğrencisi  olan Michael Crichton The Andromeda Strain’i yazar. Bu genç adam; daha sonraları içlerinde Jurassic Park’ın da olduğu romanlarıyla dünyanın en çok okunan yazarlarından biri olacaktır. İnsanlık için büyük adımların atıldığı, insanlığın uzayı fethettiğini sandığı sırada, bu öyküde uzaydan bir virüs gelir ve bize haddimizi bildirir! Andromeda Strain 1971 yılında sinemaya uyarlandığında çok daha geniş kitlelere ulaştı.

Bir askeri uydu New Mexico’nun ıssız bir bölgesindeki bir yerleşim birimi yakınlarına düşer. Birkaç dakika içinde bölgedeki herkesi öldürecek kadar tehlikeli bir virüs bu şekilde yayılmaya başlar ve bir grup bilim insanının bu virüsle mücadelesi filmin konusunu oluşturur. Üslup olarak 2001 Uzay Macerası’nı andıran bu film “öldürücü virüs” alt türünün bilimsel olarak en inandırıcı örneklerinden biri olarak gösteriliyor.

Kontrol edilemeyen bir virüsün sebep olduğu salgın ve çaresiz kalan kalabalıklar… Virüsün etkileriyle savaşan bir grup fedakar insanın çabaları… Politikacıların zaafları ve kendi çıkarları yüzünden olayların kontrolden çıkması defalarca işlenmiş ve çoğu zaman da başarılı olmuştur. Çünkü bu filmler, bu öyküler, her insanın içinde mevcut olan “hayatta kalma içgüdüsü”ne hitap ederler.

Outbreak (Tehdit), Contagion (Salgın), 28 Days Later (28 Gün Sonra) ve devam filmi olan 28 Weeks Later (28 Hafta Sonra), World War Z, Resident Evil hemen hemen akla ilk gelenler. Bir de virüs salgını fikrini Vampirlerle bir araya getiren Blade serisi, Zombilerle bir araya getiren TV dizisi Walking Dead, Yürüyen Ölüler (Meyyit-i Müteharrik) var…

Ben bu saydıklarım içinde senaryosu Alex Garland tarafından yazılan “28 Gün Sonra”yı ayrı bir yere koyuyorum. Alex Garland; daha önce hakkında bir video da hazırladığım Ex-Machina’nın ve daha pek çok olağanüstü filmin yazarı, mesela; Sunshine, Never Let Me Go, Dredd, Annihilation ve son çalışması Devs dizisi ki bunu önümüzdeki günlerde ayrıca ele almak istiyorum.

Bununla birlikte virüs nedeniyle ortaya çıkan panik ve korku temasından farklı olarak bizi bambaşka bir noktaya taşıyan bir film daha var. O film için önce bir karakteri tanımalıyız.

Cassandra; Truva kralı Priamus’un kızıydı. Hikayeye göre yunan tanrısı Apollon bu kızcağızı etkileyip gönlüne girebilmek için geleceği görme yeteneği bahşeder. Ama Kasandra Apollon’u sevemez, reddeder. Bunun üzerine Apollon sinirlenir ve kıza verdiği yeteneği lanetler. Kasandra artık geleceği görebiliyordur ama ne kimseyi söylediklerine inandırır ne de olacak olaylara engel olabilir.

‘Five billion people will die from a deadly virus in 1997… The survivors will abandon the surface of the planet… Once again the animals will rule the world…’

Bu sözler, klinik olarak paranoid şizofreni tanısı konmuş bir hasta ile 1990 yılında yapılan bir mülakatta kaydedilmiş. 

Böyle şeyler söyleyen bir hastayla siz bir doktor olarak görüşüyor olsanız ne düşünürdünüz? Adam deli mi? Yoksa karşımda duran adam geleceği gördüğü halde kimseyi sözlerine inandıramayan bir başka Kasandra mı?

Sonradan TV dizisi versiyonu da çekilen 12 Maymun sinema filmi, ölümcül virüs konusunu alıp başka bir temayla, hatta birkaç temayla harmanlamayı başaran oldukça etkileyici bir film. 

Benzeri ya da aynı konuyu ele alan filmler, bilgisayar oyunları, kitaplar… Bunları sıralamaya devam edebiliriz elbette. Ama benim burada asıl sormak istediğim soru şu: Sanatçıların, sinemacıların, yazarların ölümcül virüslerle derdi ne? Tamam, belki pek çoğu az önce de dediğim gibi hayatta kalma içgüdümüzü harekete geçirerek seyirciyi etkilemek ve gişe rakamlarını artırmak istiyordur. Ama sadece bu olmasa gerek.

Bakın size şimdi bir harita göstereceğim. Bu harita yaklaşık bir milyar yıllık bir dönem için dünyaya çarpan asteroidleri gösteriyor. Tabii ki sadece tespit edebildiklerimizi. Ayın yüzeyine bir bakın… Delik deşik değil mi?

13 şubat 2020 tarihli bir haberin başlığına ne demeli: Virüsü unutun! Dünya Yokedici asteroid, sizi daha önce öldürebilir! Çapı 1 kilometre olan bir asteroid Dünya’ya doğru yaklaşıyormuş.

İklim değişikliği, hepimizin bildiği gibi bütün gezegeni ve üzerindeki hayatı tehdit eden başka bir tehlike. Bu kadarla kalsa iyi. Güneşin enerjisindeki dalgalanmalar ya da güçlü bir güneş fırtınası, yeryüzündeki hayatı, bütün teknolojik gelişmeyi bir anda sıfırlayabilir. Durun bir de süper volkanlar var. Yeryüzünde yaşayan insanlar dahil çok sayıda türün sonunu getirebilecek kadar ağır sonuçlar doğurabilir. Arı türünün yeryüzünden silinmesi bile bütün ekolojik dengeyi bozabilir. İşte bu kadar pamuk ipliğiyle bağlıyız hayata.

Şimdi bütün bunlar bize ne anlatıyor olabilir? Virüs bahane. Bazen öyküler ya da filmler bize yapıp ettiklerimizin sonuçlarını daha olmadan gösterirler. Bazen hayatı görmek istemediğimiz açıdan bize anlatırlar. Carl Sagan’ın dediği gibi soluk mavi bir noktanın üzerinde yaşıyoruz ve zaman zaman attığımız küçük adımları, küçük başarıları fazlaca önemsiyor olabiliriz.

Bugünlerde bütün uzmanlar, bütün yetkili ağızlar insanlara ‘gerekmiyorsa evden çıkmayın’ uyarıları yapıyor. Etkinlikler erteleniyor. Okullar tatil ediliyor. İnsanlar evden çalışmaya yönlendiriliyor. Aramıza “sosyal mesafe”ler yerleştirilerek salgının yayılması yavaşlatılmaya çalışılıyor. Üstelik bu durumun daha ne kadar devam edeceğini de kimse bilmiyor. Belki de yeni yaşam şeklimiz budur, ne dersiniz?

Neredeyse “I am legend” filminde yapayalnız kalmış adamınkine yakın bir hayat sürmeye başlayacağız. Bazen kendimi onun yerine koyarım. Buralar bomboş olsaydı ne yapardım diye? Bir uçak gemisinin üstünde golf mü oynardım? Yoksa bir müzenin havuzunda balık mı tutardım? Filmdeki virolog doktorumuz bunların hepsini yapıyor. İzole hayatına bu şekilde renk katmaya çalışırken bir gün karşısına genç bir anne ve oğlu çıkıyor. Onunla yaptığı konuşma sırasında bu viroloğun bir bilim insanı olmasının yanı sıra aynı zamanda bir sanat insanı da olduğunu anlıyoruz. Sadece az önce havuzunda balık tuttuğu müzeden getirdiği ünlü tabloları evine asmasından dolayı değil -ki ben de olsam kesinlikle Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu getirip evime asardım- müzik zevkinden dolayı da onun aynı zamanda bir sanat insanı olduğunu anlıyoruz. Önümüzdeki günlerde yaşayacağınız izole hayatınızda sizlere de aynı şeyi yapmanızı tavsiye ederim. Sadece felaket filmlerini izleyip bize verdiği mesajları düşünmek bizi endişelerimizden kurtaramayabilir, hatta bazılarını daha da karamsar yapabilir. O yüzden bunlara biraz ara verip şu müziği dinlemek lazım…

Tanıyamadın mı?

Şarkıyı bilmeyenler için onu söyleyen kişiyi şöyle hatırlatabiliriz: “Onun bir fikri vardı. Bir viroloğun sahip olabileceği türde bir fikir. Irkçılığın ve nefretin tedavi edilebileceğine inanıyordu. İnsanların hayatına müzik ve sevgi aşılayarak… Barış için bir gösteriye katılacağını duyurulunca, silahlı bir adam evine geldi ve ona ateş etti. İki gün sonra ayağa kalktı, sahneye çıktı ve şarkısını söyledi. Neden böyle yaptığını soranlara da dedi ki: Bu dünyayı daha da kötüleştirmeye çalışan insanlar bir gün bile durmuyorlar. Ben nasıl durabilirim? Karanlığı aydınlat! 

Bu film aslında virüslerle alakalı değil. Hayatta kalmak için her şeyi yapan bir insanla da ilgili değil. Bize görmek istemediğimiz bir dünyayı gösteriyor. Böylesine monoton, izole, yalnız bir hayatta bile karanlığı ışıkla aydınlatma çabasını anlatıyor. Önümüzdeki günlerde evlerimize kapanmak zorunda kalabiliriz. Bu günleri yeni şeyleri öğrenme, yeni fikirleri keşfetme amacıyla kullanabiliriz. İzlediğimiz filmleri, dinlediğimiz müzikleri yeni bir bakış açısıyla yorumlayabiliriz. Kapılar, pencereler kapanırken bile üç küçük kuşun söylediği tatlı şarkıya kulak verebiliriz. Çünkü hayatta olmanın gerçek anlamı bu. Karanlıkta bile aydınlığı arama çabası. 

Bu sabah kalk ve
Doğan güneş ile gülümse,
Üç küçük kuş,
Eşiğimde şakalaşan.
Tatlı melodilerini söylüyorlar,
Saflık ve doğruluğun
Diyorlar ki, “budur sana mesajım”
Şarkı söylüyorlar: “Hiç endişelenme,
“Çünkü her şey yoluna girecek.”
Şarkı söylüyorlar: “Hiç endişelenme,
“Çünkü her şey yoluna girecek.”

“İzole günlerde izlenebilecek 12 film önerisi” için 7 yanıt

İzole günlerde okunacak kitaplar videosu da olur diye bekliyorum.Hem oku playlistine yeni videolar bekleyenleriniz var benim gibi.

Barış Abi lütfen kitaba odaklanma ile ilgili video çek elimde “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”,”Sokratesin Savunması” ve “Bir İdam Mahkumunun Son günü” adlı kitaplar var.Okuyacağım ama odaklanamıyorum.Bununla ilgili video çekersen çok iyi olur
TEŞEKKÜRLER =)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir