Dünyanın en saygın film eleştirmenlerinden Roger Ebert’ın “tüm zamanların en iyi filmleri” diye bir listesi var. Listedeki 10 filmden 9 tanesi şöyle: Kazablanka, Yurttaş Kane, Floating Weeds (Yüzen Otlar), Gates of Heaven (Cennetin Kapıları), Tatlı Hayat, Notorious (Adı Çıkmış), Kızgın Boğa, Üçüncü Adam, ve benim de favorim olan 2001: Uzay Macerası. Zaten klasik film listelerinin pek çoğunda üç aşağı beş yukarı yer alan başlıklar bunlar. Ama onuncusunu bu tür listelerde pek göremezsiniz. Çünkü tüm zamanların en iyi filmleri listesindeki bu film diğerleri gibi bir kurmaca değil. Senaryosu ya da oyuncuları yok. Gerçek insanların hayatlarını anlatan bir belgesel bu: Up.
Kategori: Sinema
Billy Bauer. Bu ismi ilk kez geçen yılın sonunda yayımlanan Black Mirror dizisinin interaktif bölümü “Bandersnatch”de görmüştük. Dizinin yarattığı “Kara Ayna” evrenindeki hayali UKN televizyon kanalının altındaki bant mesajlarda…
Geçen hafta 5. Sezon yayımlandı ve bu isim ikinci bölümde tekrar karşımıza çıktı. Bölümü izlemeyenler şimdi gidip izleyebilir, çünkü bu videoda epeyce bir ayrıntıya gireceğim; sürprizler, spoilerlar konusunda hassas olanları uyarmak isterim. Tabi izlemek istemeyenler de olabilir. Onlar için de kısa bir özet geçeceğim. Amacım sadece bu videoyu izlemek için vakit ayıranların o vaktini en iyi şekilde değerlendirmek. Zaten dizinin bu bölümünün ana fikirlerinden biri bu. Vaktimizi bir şeyler izleyerek geçiriyoruz ama baktığımız şeyi göremiyoruz. İşitiyoruz ama duyamıyoruz. Hayatlarımızı ziyan ediyoruz.
Game of Thrones’daki Starbucks Bardağı
“Game of Thrones – Taht Oyunları” pek çok kişiye göre 2011 yılından bu yana yapılan en iyi dizi. Bu konudaki fikrimi söyleyemeyeceğim çünkü dizinin ilk 2 sezonunu izledikten sonra uzunca bir ara verdim. Baktım sezonlar arasında yeni bölümleri beklerken eski bölümleri unutuyorum o zaman hepsi bitsin ondan sonra izlerim diye düşündüm. Dolayısıyla bugünkü video diziyi izleyenlerin de izlemeyenlerin de ilgisini çekecektir. İzleyenler için sürpriz bozan ipuçları olmayacak. İzlemeyenler için dizinin son bölümünde sürpriz bir şekilde ortaya çıkan bir bardak yer alacak. Bakın bir bardak bize neleri anlatacak.
Size çok kaliteli olmasına rağmen adı pek duyulmamış bir dizi önermemi ister misiniz? Black Mirror (Kara Ayna) kalitesinde bir dizi. “Kesin izlemişimdir… Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı? Değil. Westworld – Batı Dünyası. O da değil.” Her ikisi de çok kaliteli diziler… Westworld’ün felsefesini daha önce bu kanalda otomatik piyano üzerinden anlatmıştım. Ancak şimdi bahsedeceğim dizi bunlar kadar popüler değil. Yine de bazı bölümleriyle Westworld kadar felsefi, Twilight Zone kadar gizemli, Black Mirror kadar da ürpertici. Inside No: 9 – 9 numaranın içinde.
2018’de izlediğim filmlerden beğendiğim 18 tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlara puanlama gibi bir şey yapmadım o yüzden sıralaması en iyiye doğru gitmeyecek. Filmleri gösterime giriş tarihlerine göre aktaracağım. Her yerde bulabileceğiniz özetlerini vermekten çok kendi bakış açımla neden bu filmleri beğendiğimden bahsedeceğim. Henüz izlemeyenler için elimden geldiği kadar sürpriz kaçıran şeyler söylememeye çalışacağım ama “spoiler” konusunda çok hassas izleyiciler… Uyarıldınız!
Kimdi bu Stan Lee?
Öldükten sonra hakkında video yapmaya karar vermemi sağlayan şeyse sadece bu karakterler değil. Onun hayat hikayesinde yakaladığım ilham verici bir kaç ayrıntı…
Her şeyden önce kariyerine çizgi roman yazarı olarak başlayan Stan Lee’nin gerçek adı Stan Lee değil. Kendisine böyle bir takma ad koyma ihtiyacı hissetmiş. Çünkü işe başladığı 1940’lı yıllarda çizgi romanların toplumdaki algısı çok kötüymüş. Şimdilerdeki YouTuber olmak gibiymiş çizgi roman yazarı olmak 🙂 Oysa Stan Lee yıllar sonra da hatırlanacak çok önemli bir roman yazmak istiyormuş: “Bir gün gelecek ve ben o büyük Amerikan romanını yazacağım” diye bizzat kendisi bir röportajında söylüyor. Buradaki “Büyük Amerikan Romanı” deyiminin bizdeki karşılığı mesela “İnce Memed”dir. Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk yazarımız olan Yaşar Kemal’in saygınlığına benzer bir saygınlık elde etmek. Hangi yazar istemez ki? İşte Türkiye’de Yaşar Kemal’in İnce Memed’i yazdığı yıllarda Stan Lee de Kaptan Amerika çizgi romanını yazıyormuş. Ve olur da ileride hayallerindeki gibi bir romancı olursa adı lekelenmesin diye kendi ismini kullanmaktan kaçınmış.
Gel gör ki hiçbir zaman öyle bir romancı olamadı. Ama çok iyi bir hikaye anlatıcısı oldu. Neden mi? Lee’den önceki süper kahramanlar gerçekten süperdi. Kusursuz karakterlerdi. Hangi insan böyle olmak istemez ki? Ama hiçbirimiz kusursuz değiliz. İşte Lee, çizgi roman dünyasındaki süper kahramanlara insani kusurları ekledi ve bizim onlarla daha iyi özdeşleşebilmemizi sağladı.
Örümcek adamı bir düşünün. İnce Memed gibi o da bir yetim. Kostümüyle duvardan duvara sıçrayıp dünyayı kötülerden kurtarırken, kostümsüz bir Peter Parker olduğunda geçim sıkıntısı çeken bir genç. Hepimiz gibi problemleri var. Eğer etkili bir hikaye anlatmak istiyorsanız karakterinizin önüne bir problem koyarsınız. Belli ki Stan Lee bunu bilinçli olarak yapıyormuş.
“Öyle durumlarla okuyucunun karşısına çıkmalısınız ki, okuyucu şöyle demeli: şimdi nasıl bu durumdan kurtulacak?”
Bakın size aynen böyle bir durumu göstereyim.
Odaya giren bu kişi Örümcek Adam’ın en büyük düşmanlarından biri: Norman Osborn. Tabiki her hikayede problemlerin yanında, o problemleri çıkaran kötüler de vardır. İnce Memed’in düşmanı köylüye eziyet eden Abdi Ağa’ydı. İşte Norman Osborn da böyle bir ağa. Dünyanın en büyük köylerinden biri olan New York’ta terör estiren bir kişi. Abdi Ağa, romanın ilk cildinde Memed’in sevgilisi Hatçe’yi kendi yeğeniyle evlendirmeye kalkıyordu ya…
Gözümüzün içine sokulan kaba bir oyunculuk. Ama mesajı almayan kalmadı. Örümcek Adam öyle bir duruma sokuldu ki bir yandan gerçek kimliği ortaya çıkmak üzere, öte yandan kız arkadaşı en büyük düşmanının pençesinde. Bizler de izleyici olarak “şimdi nasıl bu durumdan kurtulacak?” sorusunu kendimize sorarken kendimize sormamız gereken “peki biz kendi durumumuzdan nasıl kurtulacağız?” sorusunu bir süre daha erteleyebildik.
Şimdi iyi bir şey mi söyledim, yoksa kötü bir şey mi diye düşünmeyin canım. Kendiniz karar verin. Stan Lee’nin hikayeciliği açısından baktığımızda onun yarattığı karakterlerin sadece uçan kaçan karakterler olmadığını gösteriyor bu… Gerçek hayattan ve gerçek insanlardan yola çıktığını görüyoruz. Yani sanat hayatı taklit ediyor.
Lee’nin başka problemli süper kahramanları da var. Mutantlardan oluşan X-Men’i düşünün şimdi de. Bunların derdi daha da karmaşık. Savundukları, kurtarmaya çalıştıkları insanlar kendilerinden nefret ediyor. Dış görünüşlerinden dolayı dışlanıyorlar. Stan Lee bunu 60’lı yıllarda başlayan insan hakları hareketine bir metafor olarak yazdığını söylüyor.
“Herkesin imrendiği süper kahramanlar yerine, insanların korktuğu, şüphe duyduğu, sırf farklı olduğu için nefret ettiği birileri nasıl olurdu?” diyor yine bir röportajında.
İşte mutantlar bu şekilde ortaya çıkmış. Stan Lee’nin bunları yazdığı o dönemde zenciler bir çeşit mutant olarak görülüyordu. Başka yerlerde ve zamanlarda başka azınlıklar da böyle görüldü. Lee, halkların eşitliği ve ırkçılık konusundaki düşüncelerini sadece mutant metaforuyla sınırlamamak için bir adım daha ileriye gitti ve ilk Afrika kökenli süper kahraman olan Black Panther’ı yarattı. Gerçek durumun tam tersine Afrika’da teknolojik açıdan dünyanın en gelişmiş medeniyetini kurguladı.
1960’lı yıllar için oldukça radikal sayılabilecek fikirler bunlar.
“Bağnazlık ve ırkçılık, bugün dünyanın başına bela olan en ölümcül sosyal hastalıklardır.”