Kategoriler
Teknoloji

Oynamadan oyun analizi yapılır mı? Detroit: Become Human

Bu video bir oyun incelemesi değil. Oyun dünyasını merak edip de arada bir neler oluyor diye kontrol eden birisinin kendini güncelleme çabası. Oyunlarla olan ilişkimi daha önce Konsol Üssü’nden Murat’a anlatmıştım. Onu şuradan izleyebilirsiniz. Dolayısıyla sıkı bir oyuncuysanız aradığınızı bu videoda bulamayabilirsiniz. Ama oyuncu olmaktan çok oynatıcı olmayı istiyorsanız, doğru yerdesiniz.

Bu arada oyun derken, şöyle bir oyundan bahsediyorum.

Bu bir Android. Bu da bir insan. Bu insan, bu androide “Oku” demiş. O da kitaplığa göz gezdirip, bakın hangi kitabı seçmiş.

  • Ne okuyorsun?
  • Platon’un “Devlet”ini… Senin tavsiye ettiklerinden biri.
  • Peki ne düşünüyorsun?
  • Felsefeyi seviyorum, sanırım. Cevap veremeyeceğim soruları soruyor. Doğru nedir ya da yanlış nedir, mesela. Karar vermesi kolay bir şey değil.

Androidin yaptığı bu yoruma karşısındaki bilge insan ne diyor biliyor musunuz?

  • Cevabı olmayan soruları sormak, insan olmanın bir parçasıdır, Markus.

Evet, bu oyun insan olmanın ne demek olduğunu sorguluyor. Adı da “Detroit: Become Human – İnsan olmak.”

Olaylar bundan 20 yıl sonra, 2038’de geçiyor. Çok da uzak olmayan bir gelecek. Makine zekası, insanınkine çok yaklaşmış. Üstelik artık bizimkine çok benzer bir bedeni de var. İşte biz bu oyunu oynarken o bedenleri kontrol ediyoruz. Onları oynatıyoruz. Yapacağımız seçimlerin, vereceğimiz kararların sonuçlarına göre bu androidler ya da etrafındaki insanlar ya hayatta kalıyor ya da ölüyor. Fakat pek çok oyundan farklı olarak kontrol ettiğiniz karakter ölürse oyun bitmiyor, “game over” olmuyor. Hikaye onsuz devam ediyor.

Ben bu oyuna 3 farklı perspektiften bakmaya çalışacağım. Tahmin edebileceğiniz gibi bunların ilki teknoloji olacak. Oyundaki tüm karakterler, gerçek aktörler, aktrisler 3 boyutlu taranarak oluşturulmuş. Onların bir çeşit dijital kopyası yaratılmış. Sadece fiziksel özellikleri değil, hareketleri de özel bir stüdyoda 3 boyutlu hareket algılayıcılarıyla yakalanmış. Bu teknik yıllardır sinema filmlerinde ve oyunlarda kullanılıyor. Hatta Yüzüklerin Efendisi’nde Gollum’u canlandıran Andy Serkis, kendisini filmde fiziksel olarak hiç görmesek de bu performansıyla ödüller aldı. Buna modern kukla oynatıcılığı da diyebiliriz. İşte bu oyunda 250 farklı oyuncu, yani kuklacı 513 farklı karaktere can vermiş. Yani bu dünyada sizden başka 512 kişiyle etkileşime girebilirsiniz. Düşündüğünüzde çoğumuz gerçek dünyada bile bu kadar çok kişiyle muhatap olmuyoruz. Bu kuklacıların fiziksel performanslarını 324 günde toplam 35000 plan olarak kaydetmişler ve bu verileri kullanarak 74000 animasyon yapılmış. 3 boyutlu animasyon filmlerinde gerçekçi bir etki yakalamak için her bir resim karesi saatlerce hesaplandıktan, render edildikten sonra oluşturulur. Oyunlardaki asıl zorluk işte burada. Çünkü bu işi gerçek zamanlı olarak yapmak zorundalar. Bu oyunda izlediğimiz her şey, ışıklar, gölgeler, dokular tüm detaylarıyla 4K çözünürlüğünde, saniyede 30 kare olarak hesaplanıp bize gösteriliyor.

Tüm bu teknik detayları verme sebebim sizin işin perde arkasına bakmanızı sağlamak. O perdenin arkasında 180 kişilik bir ekibin 4 yıllık bir çalışması var. 3000 sayfalık bir senaryo ve milyonlarca satır kod var. Artık teknoloji kullanılarak bu şekilde de değer üretiliyor. Daha geçen hafta Türk oyun firması Gram Games 250 milyon dolara satıldı. 2012’de kurulmuş ve 77 kişinin çalıştığı bir şirket 6 yıl gibi kısa bir sürede 1 milyar TL’den fazla bir değere ulaşabildi. İşte oyun oynarken bir yandan bunun mesleğiniz ya da girişiminiz olabileceğini aklınızdan çıkarmayın. Oyunu kurgulayan, onu kodlayan kişi siz olabilirsiniz. Oyuncu değil, oynatıcı olmak derken biraz da bunu kastediyorum.

Gelelim ikinci perspektifimize: tasarım. Sinematografi, ışık kullanımı, alan derinliği, özellikle arka planların bulanıklaştırılarak karakterlerin ve onların duygularının öne çıkartılmasının sağlanması gibi çabaları çok kolayca hissediyorsunuz. Öte yandan bazı canlandırmalarda stilistik tasarımları da görebiliyoruz. Ama ben hemen görülemeyen bir tasarım boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Mekan seçimi ve tasarımına. Oyunun adında da dikkatinizi çekmiştir Detroit kelimesi. Detroit ABD’de bir şehir. 2015’te UNESCO tarafından “tasarım kenti” olarak seçilmiş. Şimdi böyle düşününce aklınıza çok parlak bir kent geliyor değil mi? 100 yıl önce gerçekten de öyleymiş. Los Angeles ya da San Francisco gibi kentlerden çok daha büyük ve meşhurmuş. Çünkü 1903’de Ford, otomobil fabrikasını buraya kurmuş. Ardından Chrysler, Dodge gibi diğer üreticiler de burada fabrikalar açmaya başlayınca Detroit, 20. Yüzyılın otomotiv başkenti haline gelmiş. Otomobillerin seri olarak üretilmeye başlandığı bu döneme “2. sanayi devrimi” ya da “endüstri 2.0” adı veriliyor. Fakat 2018 yılı itibariyle Detroit ABD’nin en fakir şehirlerinden biri. İşsizlik yüzünden hızla azalan nüfüsuyla bu kent neredeyse terkedilmiş bir harabe. Suç oranları en yüksek seviyede. Neden mi? Detaylara giremeyeceğim ama kimileri bunu ırkçılığa bağlıyor, kimileri de yeni teknolojik gelişmelere ayak uyduramamaya. Endüstri 2.0’ı siz kurmuş olabilirsiniz, ama Endüstri 3.0 geldiğinde ona adapte olamazsanız sonunuz Detroit gibi olur. Hiç fark etmeden bir harabeye dönüşürsünüz. Ondan sonra istediğiniz kadar geçmişinizle övünün. İş işten geçmiştir. Yine de silkinip kendinize gelme şansı vardır. İşte bu oyunda bugünlerde silkinmeye başlayan bir Detroit’in 20 yıl sonra nasıl geliştiğini görüyoruz. Muhtemelen “Endüstri 4.0” dalgasını yakalamış ve bu kez otomobil yerine bu androidleri üretmeye başlamış. Oyunun mekan tasarımlarında bol bol terk edilmiş endüstriyel alanları, fabrikaları görüyoruz. Bir yandan da küllerinden doğmaya çalışan şehrin yeni teknolojilerini. Ama bu teknolojilerin tasarımında gerçekçi bir yaklaşım benimsenmiş. Öyle uçan arabalar filan yok ama günümüz dünyasında da görmeye başladığımız dronelar daha gelişmiş modelleriyle karşımızda. Kendi kendine gidebilen araçlar her yerde. Ancak bir sorun var. Önemli bir sorun. Belli ki Detroit her şeyini yenilerken bir şeyi göz ardı etmiş. Geçmişte onun çöküşünü hızlandıran ayrımcılık meselesini. Otobüslerin arkasında androidler için ayrılmış bir bölüm olduğu dikkatinizi çekiyor. İnsanların arasına karışıp pek çok düşük seviye işi yapmaya başlayan bu robotlar her ne kadar zeka sahibi olsa da toplumda köle statüsündeler. İşlerini kaybeden insanların nefretini toplamışlar. Nefret insani bir duygu. Makinelerle aramızdaki en büyük fark zekamız değil, bu tür duygularımız. İşte bu oyundaki robotların sadece gelişmiş bir zekası yok, aynı zamanda duyguları da var.

Bu da bizi oyuna üçüncü bir perspektiften bakmaya zorluyor. Sanatsal perspektiften. Günümüz hikayeciliğinin, anlatım sanatlarının en önemli temalarından biri bu. Daha önce WestWorld dizisinin felsefesinden bahsederken de buna değinmiştim. Günün birinde bizim yarattığımız bu robotlar, zekanın yanı sıra duygularını da geliştirirse ne olur? Bizlerle eşit haklara sahip olmak istediklerini gösterirlerse ne yapacağız? İsyan ederler mi? Yoksa barışçıl yollardan mı mesela gösteri yaparak mı haklarını ararlar? Peki bir hakları var mı? Tüm bu sorular şu an için size çok anlamsız ve hatta gereksiz gelebilir. Sonuçta insan değiller, öyleyse hakları da yoktur deyip kesip atabiliriz. Peki ama insan ne demek? İşte bu soruyu sorduğunuz anda modern dünyanın oyun, film ya da dizi temalarından da kopup kadim felsefelerin alanına adım atmış oluyorsunuz.

İnsan olmanın ne demek olduğunu sorgulamaya başlıyorsunuz. Oyun daha başlığından itibaren “become human” insan olmak diyerek bizi bu sorgulamaya zorluyor. Bunu yaparken bizim empatimizden faydalanıyor. Bizi bir androidin yerine koyuyor. Sonra da bir simülasyonun ortasına bırakıyor. Bu simülasyonun hayatımızdan pek de bir farkı yok aslında. Androidler bu kadar zeki olabilir mi tartışmasını bir kenara bırakalım şimdi. Onları bir sembol olarak kabul edelim. Bizden farklı olan, farklı düşünen, farklı hisseden biri olarak hayal edelim. Kendimizi böyle birinin yerine koyduğumuzu varsayalım bu simülasyonda.

Gerçek hayatta olduğu gibi yüzlerce farklı karakterle, olayla etkileşime geçiyoruz. Bu durumlarda aklımızı ya da duygularımızı kontrol ederek seçimler yapıyoruz. Yaptığımız seçimler bizim bu hayatta daha iyi ya da daha kötü bir duruma gelmemize yol açıyor. Hayat çizgimiz ya da kaderimiz bu oyundaki flowchartta olduğu gibi dallanıp budaklanıyor. Her dallanmada hem bu oyunu tasarlayan kişilerin hem de kendi iradelerimizin yansımasını buluyoruz. Bu dünyanın bizimkinden pek de bir farkı yok.

  • Kendini korumak zorundasın. Kendi seçimlerini yapmalısın. Kim olduğuna karar vermelisin. Bu dünya farklı olanlardan hoşlanmaz Markus. Kim olman gerektiğini başkalarının söylemesine izin verme.

Farklı olanların sevilmediği, ötekileştirildiği bir dünya. Asıl çelişki de bu zaten. Kendimizi kabul ettirmek, toplumda bir yer kapabilmek için başkalarına benzeşmeye başlıyoruz, silikleşiyoruz, robotlaşıyoruz. Bu durumda hayat oyunumuzun adı “Become Human” değil de “Become Android” olur. Hadi biz şimdiden androidlere haksızlık etmeyelim. Robotlaşmayız belki ama insan olmaktan uzaklaşırız. Eğer yapacağımız seçimleri bir başkasının iradesine bırakırsak sonucu bu olur. İnsanlığımızı sorgulamaya başlarız. Kim olmamız gerektiğini bir başkasının söylemesine izin verirsek bu hayatta sıradan bir oyuncu olarak kalıp bize başkalarının biçtiği rolü oynamaya devam ederiz.

Artık oyuncu olmaktan çıkıp “oynatıcı” olmanın vakti gelmedi mi?

.

.

.

Videoda kullandığım müzikler: https://www.youtube.com/watch?v=rSXEqJnKrKQ

 

“Oynamadan oyun analizi yapılır mı? Detroit: Become Human” için 10 yanıt

Hazırladığınız videoları bir çoğunda “insan nedir?” Konusuna cevap arıyorsunuz ve belki de sorular üzerinden bizlere cevaplar veriyorsunuz.bizim bu konudaki cevaplarımızıda merak ediyorsunuz. Bu soruyu, hayatın gayesi olarak kabul edenlere soralım. Ne cevap veriyorlar dinleyelim. Cevap yaklaşık bir sayfa. Fakat ben sadece bir kaç cümlesini yazacağım………”””””insan şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi ve hakikat-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur’anının âyet-i kübrası ve ism-i a’zamı taşıyan âyetü’l-kürsîsi ve kâinat sarayının en mükerrem misafiridir………”””””
Şualar – 218

Fon musiqisi çox möhtəşəmdir. Hər həftə sizin hazırladığınız videolardan ilham alıram. Azərbaycandan sizə və ailənizə salamlar.

Barış abi videolarında geleceğini kendin seç diyorsun ama ya yanlış yaparsam diye çok düşünüyorum. Evet yaşım küçük ama, GELECEK BÜYÜK, düşünmek lazım. Hayallerim ve hedeflerim benim için büyük ve önemli , ama yakınlarım kendine daha iyi hedefler seç diyorlar. sence NE YAPMALIYIM?

Abi zaten doğanın ve evrenin kendine yazılmış yasaları ve kodları içerisinde yaşamıyormuyuz bizler de bu matematiğin ve kodlarının içerisinde kendimize has matematiğimizle oyunun kurallarına göre oynamak zorunda değilmiyiz,zaten bu resme baktığımızda bizim oyunu kuran ve yaratan değil oyunu oynamak zorunda olan olduğumuz anlaşılıyor,çünkü bizim elimizdeki malzemeler ve kombinasyonlarla bir şeyler yapabilme yani elimize verilen boyalarla oynama dışında yaratıp kurma yeteneğimizin olduğunu düşünmüyorum yaptığımız şey ressamın boya paletinde bulunan bizlerin ressamcılık oynamaya çalışmasından başka bir şey değildir ama hali hazırda bu insanların doğasında,içinde hep varolmuş baskılanmış oyunu yaratan olma, bir şeyler yaratma duygusunda olduğu gerçeğini değiştirmez işin aslına bakacak olursak her ürettiğimiz parça, yaratığımız değil aslında bizim benzerimizdir,biz buna yaratma desek de sadece bizimde içerisinde olduğumuz boya paletindeki boyaların birer kombinasyonunun hayatımıza uygulanmasıdır yaptığımız, yani yapmaya çalıştığımız şey kendimizin birebir aynısını yaratma yarışında olduğumuzdur ama gerçekte olan yarışmanın konusunun kendimize en çok benzeyeni üretme yarışması olduğudur ama merak ettiğim yarışma bittiğinde sonunda gerçekten kazanan mı yoksa kaybedenmi olacağımız bildiğim bir şey varsa herhalükarda sonuçta kibrimizin sonuçlarına katlanmamız ve cezasını bizim yada gelecek nesillerin çekeceği. burada kesin olarak farkında olamadığımız bir şey varsa insanlığın adım adım kendi şeytanını ürettiğidir insanların var oluşundan beri basamakları çıkarken aklındaki de zaten bence tam olarak hep buydu. içgüdülerinin sebebiyet verdiği kibir ve yaratma duygusuyla kendine çok benzeyen”ANDROİD” tipi makineleri üretmek ve aynı oyundaki gibi sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda duygularıyla ve ruhuyla da benzetmeye çalışmak benimde bu yazıyı yazmamdaki kasıt,insandaki yaratma duygusunun sonucunda neyi yapacağını neyi yapamayacağını ve sınırlarını bilmemesi yapabileceğimiz şeyler bir robotu kendimiz gibi duygu sahibi yapabilmek bence bu bizim sahip olduğumuz en önemli özelliklerden biri fakat asıl özbilinci kazandıran etken olduğunu düşünmüyorum bence algoritmik matematiksel kodlarla açıklanabilir şeyler olabilir böylece bizim verdiğimiz tepkiler olan sevinç hüzün mutluluk gelecekte robotlarda da görebiliriz ama bunun dediğim gibi sadece onları bize benziyen tehlikeli ve zeki canlılar yapar ama bir benlik vereceğini zannetmiyorum asıl bilinci veren ruhun duygularla karıştırıldığını düşünüyorum ruh bence canlıya bahşedilmiş asıl özbilinci kazandıran etkendir insanında benzerini oluşturamayacağı taklit edemeyecegi yegane şeylerden biri olduğunu ve duygularımızla ruhumuzun özbilinç konusunda burda birbirinden ayrıldığinı düşünüyorum gelecektede eğer olursa bizden ruh yönüyle ayrılan robotların benliği var zannedilip sadece kodlarla hareket eden duygusal robotlara ayrıcalık tanınmasınada şimdilik herkes gibi önyargılıyım:)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir