Kategoriler
Bilim Teknoloji

Yer altında yaşamak mümkün mü?

Karanlıkta insanın yolunu bulması da çok zor. Neyse ki şu ufak şarjlı ışığı almıştım da, böyle elektrik kesintilerinde beni idare ediyor. Hah, şöyle oturayım. Artık bu seferlik kusura bakmayın. Bakım çalışması varmış, zinciri kırmamak için çekimi elektriksiz yapmak zorunda kaldım. Gelir diye o kadar bekledim ama, valla benim de karanlıktan içim sıkıldı…

Şansa bak ya! 🙂 Hahahah. Valla çok iyi denk geldi 🙂 Bir anda mutlu oldum. Işıksız kayıt olmamasını geçtim, ışıksız hayat olmuyor. Sadece bitkiler faydalanmıyor güneşten. İnsanlar, diğer hayvanlar da faydalanıyor. Hatta mikroorganizmalar bile! Elbette bitkilerin fotosentez yapmaları için ışık gerekli ama türüne göre onlar da uzun süre güneşsiz idare edebiliyorlar. Örneğin şu bitkiyi biz hep gölgeye koyuyoruz, zaten öyle yapılmasını öneriyorlar ama gayet de sağlıklı büyüyor. Peki biz güneşsiz, ışıksız ne kadar idare ederiz?

Mesela yerin altında 100 gün yaşayabilir miyiz? Ben yaşayamam. Ama şu kadın yaşamış! 100 değil, 500 gün! 

Evet Beatriz Flamini. Tam 500 gününü bir mağarada tek başına geçirdikten sonra, kendisini yerin altından çıkarırlarken kameralara böyle poz vermiş. Yüzündeki gülümseme dikkatinizi çekti mi? Bu kadar uzun süre güneş görmemesi cildini, görüşünü nasıl etkilemiş olabilir? Yerin altında geçirdiği 1,5 yıla yakın sürede akli dengesini mi kaybetti, yoksa kurtarıldığı için sevinçten mi gülüyor? Bana 15 yıl yer altında yaşadıktan sonra gülümseyerek dışarıya çıkarılan Kimmy Schmidt’i hatırlattı bu gülümseme… Hadi onun beynini yıkamışlardı toprak altında kalması için. Bir de ayrıca sadece bir diziydi. Gerçek hayatta, gerçek birisi neden yer altında yaşamak istesin? 

İşte bunun cevabını arayacağız. Bir zamanlar yazar Jules Verne’un yaptığı gibi.  “Dünyanın Merkezine Seyahat” adlı romanında karakterler volkanik bir tünel sistemini takip ederek yerin içine doğru bir yolculuğa çıkmışlardı. Bu fantastik yolculukları sırasında, devasa mağaralar, denizler, bitki örtüsü, garip fosiller, garip mantarlar ve prehistorik dönemlere ait hayvanlar gibi tuhaf şeylerle karşılaşıyorlardı. 

Dünyanın alt katmanlarında başka bir dünya bulmak için yer altında yaşmak ister miydiniz? Orta Dünyada başka canlılar yaşıyor mudur acaba?

Çok da ileriye gitmeyip bu kez aşağıya doğru bakalım isterseniz. Yeraltına olan yolculuğumuzdan, Mars’a kadar uzanan serüvenimizin bir hikayesini takip edelim. Atalarımızın yaşadığı mağaralardan, Türkiye’deki dev yeraltı şehirlerine, oradan büyük metropollerde planlanan yerdelenlere ve oradan da Mars’a olan yolculuğumuza. Çünkü hepsi birbiriyle bağlantılı. 

Türkiye, coğrafi olarak epey şanslı bir kuşakta yer alıyor. İstanbul 41 derece kuzey enleminde, yani kuzey yarıkürenin oldukça ortalarında. Bu yüzden yaz ve kış boyunca, gece gündüz süreleri öyle pek aşırı değişmiyor. Ayrıca hava çoğunlukla güneşli. Aşırı derken de, daha kuzeydeki yerleri kast ediyorum. Mesela bu şehirde, bazen güneş hiç batmıyor. Şöyle bir batacak gibi oluyor, sonra hooop tekrar çıkıyor. Kuzey Avrupa’nın çoğunda yazın akşam saat 11’de hatta 12’de bile güneş var. 

Siz böyle bir şeyi hiç deneyimlediniz mi bilmiyorum. Öyle birkaç gün kalmayla da insan pek anlamıyor onu şimdiden söyleyeyim 🙂 Benim İzmir gibi sıcak bir yerden böyle bir yere taşınan bir tanıdığım var, ben de onun anlattıklarından biliyorum. Neredeyse 6 ay süren kış, metrelerce yağan kar, -30 derecelere varan soğuklar… Ama bunlar onun için hiçbir şey değil. Ciddi söylüyorum! 🙂 Tek derdi, çok uzun süre güneş görememek. “Güneş gördüğümüzde yeniden doğmuş gibi oluyoruz, içimize garip bir heyecan doluyor” diyor 🙂 Bu işin gerçekten şakası yok. Güneş ışığı, ruh halimizi doğrudan etkiliyor.

Bu durumun bir adı bile var. Mevsimsel duygu durum bozukluğu, bir çeşit mevsimsel depresyon. Tedavi için ışık terapisi bile öneriliyor. Böyle kuzey bölgelerinde yer alan, uzun süre ışık göremeyen kişiler, evlerini farklı şekillerde aydınlatmak durumundalar. İşte yeraltında ya da izole bir kabinde yaşamanın en temel zorluğu. Güneş ışığını taklit edebilmek. 

Hiç güneş ışığı görmeden yer altında yaşayabilir miyiz? Yapay ışıklar, gerçekten güneşin yerini tutabilir mi? Bunun cevapları için geçmişe bakabiliriz.

Aslında insanlık olarak yer altında yaşamaya çok da yabancı değiliz. Mağara çizimlerini hatırlayın! İnsanlık tarihinden bize kalan ilk kalıntılar… Mağaralar o zamanlar, tehlikelerden korunmak için bir sığınak vazifesi görüyordu. Gerek yırtıcı hayvanlar olsun gerekse zorlu hava koşulları. Zamanla piramidin üstündeki yerimizi daha sağlama aldık. Yerleşik hayata geçtik, büyük şehirler kurduk. 

Zamanla mağaralara pek ihtiyacımız kalmadı, fakat yeraltı maceramız bitmedi.

Bu Kapadokya’sı ile meşhur Nevşehir. Ve hayır, buradaki bazı mağara çizimlerinden bahsetmeyeceğim 🙂 Burada çok daha ilginç bir tarihi yapı var: Derinkuyu yeraltı şehri. Neredeyse 20 bin kişiyi içine sığdırabilecek, depolama alanlarından, ibadet alanlarına, odalardan şarap mahzenlerine kadar birçok yapıyı içinde barındıran, 85 metre derinliğe uzanan bir yeraltı şehir kompleksi bu. Üstelik kilometrelerce uzunluktaki tünellerle başka şehirlere bağlanıyor. Fakat, o ilk mağaralarla ortak bir yanı var. Bu da yine, yukarıdaki tehlikelerden korunmak için inşa edilmiş. Bu sefer tehlike kurtlar, ayılar ya da kötü hava koşulları değil, düşman saldırıları. Biz de bunları yıllar sonra kazılar sayesinde keşfediyoruz. Düşünsenize bir gün kazarken, karşımıza yıllardır yeraltında izole bir şekilde yaşayan uygarlık çıkıyor! Elbette bu, bugünkü teknolojimizle bile çok zor olduğu için mümkün değil ama, bir düşünün! Belki böyle bir uygarlığı bulan biz olmayabiliriz, ama gelecekte bizi yeraltında izole bir şekilde yaşarken bulacak başka bir uygarlık olabilir!

Hatta bu şimdiden mümkün. Burası Coober Pedy, Avustralya. Eski bir opal madenine, bölge sakinleri yerleşmişler. Dışarısı cayır cayır sıcaktan kavrulurken, içeride serin serin oturuyorlar. Yerden fırlayan şu havalandırma bacaları sayesinde de temiz hava sirkülasyonunu sağlıyorlar. Üstelik yukarıda yer kaplamadıkları için, güneş enerjisi panelleriyle etrafı kaplayabiliyorlar.

Tam artık mağaraya ihtiyacımız kalmadı desek de, zamanı gelince yine çözümü yer altında arıyoruz.

Ama zaman artık çok değişti. Büyük şehirler kurduk, öyle ki sığamadığımız için gökyüzüne doğru ilerliyoruz. Peki bu gökdelenlerin yerini, yerdelenler alabilir mi? Dokunmadığımız bir o kalmıştı! 🙂

İşte size Earthscraper, yerdelen. Gökyüzüne doğru uzanmak yerine, yerin altına doğru uzanıyor. Nasıl aklımıza gelmedi yahu 🙂. Burası Mexico City’nin tarihi meydanı. 240 metreye 240 metrelik koca bir alan. Tam buranın altına, 300 metre derine kadar inen bir yerdelen planı yapılıyor. Şimdiye kadar hep yukarıya doğru yaptığımız piramitleri, aşağıya doğru yapmanın hayallerini kuruyoruz artık. Buzdağının, görünmeyen yüzüne odaklanmaya başladık.

Fakat bu sefer tehlikelerinden korunmak için değil, yeni bir yaşam stili olarak. Başka dünyalara açılan kaşifler olarak, yeni yaşam stillerine ihtiyacımız var. Sadece yeraltında değil, aynı zamanda göküstünde de…

Evet uzaydan bahsediyorum. Mars’a gitme hayalleriyle yanıp tutuşuyoruz. Gerçi Elon Musk’ın geçmişte dediklerine göre çoktan gitmiş olmamız gerekiyordu ama neyse… Eninde sonunda gideceğiz! Fakat bu gidiş, öyle kısa sürmeyecek. Tahminlere göre Mars’a gitmek, orada görevleri yerine getirip geri dönmek 21 ay kadar sürecek bir yolculuk olacak. Bu yolculuğun çoğunda küçücük bir alanda yaşamayı geçtim, bu alanı başkalarıyla paylaşıyor olacaksınız. Yani siz değil, astronotlar…

Tabii bu aynı zamanda ciddi bir psikolojik mücadele. Mevsimsel depresyonu hatırlayın. Bu nedenle NASA, bazı denemeler yapıyor. Bu dört katılımcı, Mars ortamını simüle eden, 3D yazıcıyla yapılmış bu 158 metrekare alanda 378 gün boyunca yaşayacak. Hatta proje daha geçtiğimiz ay start verdi. Bu projeyle birlikte uzay yürüyüşleri, robotik operasyonlar, habitat bakımı, kişisel hijyen, egzersiz ve sebze yetiştirme gibi beceriler test edilecek. Tabii gerçek bir Mars simülasyonu olması için kaynak erişimleri kısıtlı ve tam bir izolasyon altındalar. 

Tanıdık geldi mi? Evet! Mars’a olan serüvenimizde yaşayacağımız deneyimler, aslında yeraltında olanlardan çok da farklı değil. Tam bir izolasyon. Sürdürülebilir kılınmaya çalışılan küçük bir ekosistem. Güneş ışığının yokluğu… Kim tahmin edebilirdi ki atalarımızın vahşi doğadan saklanmak için sığındığı o mağara deneyimleri bizi Mars’a kadar götürsün…

Artık kendi zihnimizle ürettiğimiz tasarımlarla kendi zihnimizi kandırabiliyoruz. Gerçekte bir güneş ışığı olmasa da, zihnimizin öyleymiş gibi algılamasını mümkün kılabiliyoruz. Ne garip değil mi? Kendi aklımızı kullanarak, yine kendi aklımızı kandırıyoruz. 

Elbette bütün mesele zihni kandırmak değil, sonuçta sahte şeylerle bir yere kadar kendimizi kandırabiliriz. Karnımızı doyurmamız lazım! Yiyecek lazım yahu yiyecek! 🙂 Yeraltında ya da göküstünde güneş ışığı yokken nasıl bitki yetiştireceğiz?

Aslında bu uzunca bir süredir, zaten bile isteye yaptığımız bir şey değil mi? Seralar… Malum, her yer güneş ışığı açısından pek verimli değil. Bazen havalar kötü olabiliyor, hatta bu üretime yansıyor. Ee bütün atmosferi de kontrol edemiyoruz. Ama o bitkiler için gerekli ekosistemi kendimiz kurabiliyoruz. 

Hatta COVID ile birçoğumuz kendi sebze meyvelerini üretmeyi bile denedi. Eminim aranızda deneyenleriniz hatta belki de yapmaya devam edenleriniz vardır. Bahçesi olmayan balkonda, balkonu olmayan da mutfağın bir köşesinde şöyle ufak sistemlerle en azından nanesini, fesleğenini yetiştirdi. Bakın bu işte, kendi toprağıyla, tohumuyla geliyor, tepesinde de ışığı var. Başka bir şey de lazım değil, arada bir su ekle yeter. Börtü böcekten, açık ortamdan da izole olduğu tertemiz, mutfakta yetişmiş sağlıklı, üstelik taze bir fesleğen!

 

Tabii her bitki için bu o kadar kolay değil. Keşke öyle olsa 🙂 Öyle fesleğen, nane, hatta domates, biber, patates falan tamam ama, bazıları daha zor yetişiyor. Bitki bilimciler de uzun süredir bunları anlamak için araştırmalar yapıyor. Örneğin hangi renk ışığın bitkide neyi tetiklediği, nasıl bir büyüme değişikliğine neden olduğu başlı başına bir araştırma konusu. Mesela bazı bitkilerde kırmızı renk ışık çiçek açmayı teşvik ederken, mavi ışık hacim kazanmasını sağlıyor. Ama bazılarında böyle olmuyor. Marulu yetiştirme şeklimiz patatese uymayabiliyor yani. Hele bir de problem çıkarsa! Kendi başınıza çözmek zorundasınız. Dışarıyla hiçbir bağı olmayan o dört katılımcının test ettiği şeylerden biri işte bu yüzden kendi bitkilerini yetiştirme. 

Beatriz Flamini’yi hatırlarsınız. 500 gün boyunca mağarada kaldıktan sonra yeryüzüne çıkarken çekilmiş fotoğrafını göstermiştim. Yüzündeki mutluluk kurtarıldığı için değil ha! Kendi isteğiyle gidip kalmış! 🙂 Kendisi 50 yaşında bir tırmanıcı ve atlet. Kendi limitlerini test etmek, mental dayanıklığını sınamak ve araştırmacılara da veri sağlamak istediği için bunu yapmış. Bu süreçte dış dünyadan hiçbir haberi olmamış. Hatta ailesinden birini kaybetse bile haber vermemelerini tembih etmiş. Ne Ukrayna savaşından haberdar olmuş, ne II. Elizabeth’in ölümünden ne de Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesinden… Vaktini çoğunlukla kitap okuyarak, egzersiz yaparak, bir şeyler çizerek, yemek hazırlayarak geçirirken bir gün onu almaya geldiklerinde kestiriyormuş. İlk tepkisi ne olmuş dersiniz: “Şimdiden bitti mi? Daha kitabımı bitirmemiştim!” 🙂 Belli ki mental olarak gayet iyi iş çıkarmış. Ya da tamamen sıyırmış 🙂 

Bu da 15 kişilik Fransız grubu. 40 gün boyunca mağarada gönüllü olarak kaldıktan sonra kendilerine ne kadar sürede mağarada oldukları sorulduğunda kimisi 20 gün, kimisi ise 30 gün kaldıklarını sandığını söylemiş. İşte iyi planlanmış bir ışık, bir bitkiye gerektiği kadar, insana da böyle gerekiyor. Belki de seralar gibi, kendi evlerimize de aynı özeni göstermenin, yaşam stilimizi değiştirmenin vakti gelmiştir.

Artık tehlikelerden saklanacağım diye mağaraya girmiyoruz. Keşfetmek, öğrenmek için giriyoruz. Kendimizi sınamak, sınırları zorlamak için giriyoruz. Çünkü sınırlarımız, ne ötesini göremediğimiz okyanusta ne de dışında soluyamadığımız atmosferde. Sınırlarımız, sadece burada ve her düşünüşümüzde, sınırlarımız bir adım daha genişliyor.

“Yer altında yaşamak mümkün mü?” için bir yanıt

er altında yaşayabilmek için insanların temel ihtiyaçları olan hava, su, yemek ve ışık gibi unsurların sağlanması gerekmektedir. Ayrıca, yer altında yaşamak için gerekli olan altyapı ve güvenlik önlemleri de oldukça maliyetli olacaktır. Yani, evet, teorik olarak mümkün olsa da, pratikte yer altında yaşamak oldukça zor ve maliyetli bir iş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir