Kategoriler
Sanat Sinema

DUNE “Bölüm 2” Analizi

“Baharat üzerindeki güç, her şeyin üzerindeki güçtür.”

Dune filminin ikinci bölümü uzun bir bekleyişten sonra nihayet gösterime girdi. Bu videoda ilk bölümü bile izlememiş olanlar için kısa bir özet, Dune evreni hakkında bilgi ve sonra da bu ikinci bölüm hakkında spoiler da içeren ayrıntılı bir analiz yapacağım. Merak etmeyin o kısma başlamadan önce elbette uyaracağım. Ama önce neden bu filmi hararetle tavsiye ettiğimi açıklayayım. 

Yapımcılarıyla hiçbir bağlantım yok. Filmin ön gösterimine filan da davet edilmedim, teşekkürler Warner Bros. Ama üniversite yıllarımda onun adapte edildiği romanı ve onun yazarı Frank Herbert’ı çok sevdim. Hatta onun yaşadığı ve bu romana ilham veren kum tepelerine bile gidip ziyaret ettim. Dünya görüşünü ve olaylara bakış açısını benimsedim ki bunu bu videonun sonunda açacağım. Onun asla sinemaya adapte edilemez denilen bu eserini Dennis Villenevue gibi bir yönetmenin ele alışı beni çok heyecanlandırdı. Ne de olsa Arrival gibi, BladeRunner 2049 gibi filmlerin altında da imzası var. Şu anda da “Rendevous with Rama” ve “Kleopatra” gibi başka görkemli projelerle de uğraşıyor. Ve gerçekten de 2021’de Dune filminin ilk bölümü gösterime girince bu işin altından ne kadar başarılı bir şekilde çıkılabileceğini tüm sinemaseverlere kanıtladı. Her şeyden önce izlemediyseniz o ilk bölümü bir görün, şu anda erişimi de çok kolaylaştı. O filmdeki bazı sahnelerin ve filmde çokca sözü edilen baharatın farklı anlamları için de o zamanlar yaptığım şu analiz videosuna bakabilirsiniz.

Dune filmleri, çöl gezegeni Arrakis’i kontrol etmeye çalışan ailelerin mücadelesini ve bu ailelerden birine mensup olan Paul Atreides’in hikayesini anlatıyor. Galaksinin farklı noktalarındaki gezegenler, birbirine rakip bu feodal aileler tarafından yönetiliyor. Eski adı DUNE olan bu çöl gezegeni de herkesin gözdesi. Çünkü bu gezegen “baharat” adı verilen çok değerli bir kaynağa sahip. Dune’un ilk filminde, Paul’un ailesine Harkonen ailesi tarafından kurulan bir tuzak sonucunda yaşadığı zorlu süreç ve Arrakis’in kontrolünü yeniden kazanmak için girişeceği maceraya hazırlık dönemi anlatılıyor.

2021’in bu en iyi filminden sonra uzun bir bekleyiş dönemine girdik. Tam olarak 861 gün. Aylar önce en iyi IMAX salonlarından birinde ailemle birlikte yerimizi ayırttık, biletimizi aldık ve beklemeye başladık. 1 Mart’tan 1 gece önce 29 Şubat akşamı da ilk seansında filmi izledik. Tamam ben zaten romanı ve ilk filmi sevdim, o yüzden biraz yanlı düşünüyor olabilirim. Bu kadar bekleyişle heyecanım yükselmiş olabilir. Ama bunların da üstünde beklentilerimi aşan bir film deneyimi oldu. İtiraf edeyim, çok fazla film izlememe rağmen son yıllarda sinemaya çok daha az gider oldum. İlla sinemada izlemeyi gerektirecek film bulamadığımdan da olabilir bilemiyorum ama işte bu film “sinema diye bir şey neden var, oraya gitmeyi gerektirecek bir hikaye nasıl anlatılmalıdır?” gibi soruların cevabını hatırlamama sebep oldu. 

Bu deneyimi ilk kez 80’li yıllarda Star Wars Empire Strikes Back filmini sinemada izlediğimde hissetmiştim. 90’ların sonunda Matrix filmi benzer bir etkiyi yaratmıştı, bir de 2000’lerin başındaki Yüzüklerin Efendisi üçlemesi… Daha sonra ne Matrix’in devam filmlerinde ve ne de Hobbit üçlemesinde bunu hissedemedim. Dune ikilisi -şimdilik ikili diyorum, ama üçleme olmasını istiyorum- 2020’li yıllarda tam da bu etkiyi geri döndürüyor. Epik bir anlatı. Muhteşem görseller. Derinlikli karakterler. Görkemli bir müzik, sizi çepeçevre saran bir ses tasarımı. Harika bir hikaye. Ben bunlardan da fazlasını arıyorum çok iyi bir filmde. Aklınıza kazınan sahneler ve o sahnelerde işlenen temalar. Sinemadan çıktıktan sonra gerçek hayatta karşılaştığınız bazı durumlarda hatırlayacağınız karakterler. Yaşamınıza dokunan ve onu zenginleştiren fikirler. Benim sanattan beklentim bu. Ve Dune filmleri, iki bölümüyle de bu beklentimi çok büyük bir ölçüde karşıladı.

Şimdi Dune filmindeki karakterler ve onları canlandıran oyuncular üzerine konuşmaya başlayabiliriz. Artık giderek artan oranda “spoiler”lı olarak konuşacağım ve hem karakter hem de içerik ve tema analizi yapacağım. Filmi izlemeden önce bunları duymaktan hoşlanmıyorsanız, izledikten sonra buraya dönebilirsiniz.

KARAKTERLER ve OYUNCULUKLAR

Dune evreninin protagonisti Paul Atreides. Kötülüğün güçleriyle savaşmaya ve başkaları için iyilik yapmaya kararlı ama aynı zamanda kendine özgü güvensizlikleri ve kusurları da olan, iyi kalpli ve cesur bir genç adam. Paul, Caladan Dükü ve Atreides Hanesi’nin lideri olarak babası Leto Atreides’in yerine geçmeye hazır olduğundan başlangıçta tam olarak emin değil ama yine de kaderini kabul etmesi gerekiyor. 2021 yapımı Dune filminin ilk bölümünde, Timothée Chalamet’in canlandırdığı bu karakter, 1984 yapımı David Lynch versiyonuna göre çok daha dengeli bir şekilde tasvir edildi. Onun aksiyon kahramanı yanını, şefkatli yanını ve az önce sözünü ettiğim güvensizliklerini bize gösterdi. Timothée Chalamet’nin bu karakterini canlandırışı ilk filmde zaten çok iyiydi ama bu filmde yani ikinci bölümde çok daha etkileyici bir hale geldi. Kusurlarıyla, korkularıyla, umutlarıyla ve tabiki keşfetmeye başladığı gücüyle her yanı iyi işlenmiş bir karakter portresi çizildi bu versiyonda. Hele kum solucanına binmeyi başardığı bir sahne var. Hayatımda gördüğüm en iyi sekanslar arasına girdi. Yönetmeni gerçekten bir kez daha alkışlamak lazım çünkü bu motif romanda olmasına rağmen bu derece ayrıntılı tarif edilmiyor. Öyle bir görselleştirilmiş ki sanki gerçekten 400 metre uzunluğunda bir solucana ancak böyle binileceğine ve bu şekilde kontrol edilebileceğine ikna oluyorsunuz. Yönetmen bir röportajında sadece bu sekans için haftalarca ar-ge yaptıklarını ve çekimleriyle beraber 3 ay uğraştıklarını söylüyor. İşte bir yandan böylesine fiziksel bir aksiyon bir yandan da duygusal bir performans sergiliyor Paul’ü canlandıran Timothee. Özellikle filmin ikinci yarısında “Lisan al-Gaib” haline geldiği anlarda büründüğü otoriter tavır da çok inandırıcı. Sadece yüzündeki mimikler değil, iki film boyunca, hatta sadece bu filmin içinde bile vücut dili ve duruşu değişiyor. 

Fark ettiyseniz onun bir sürü ismi var. Doğduğu gezegendeki ismi Paul. Bu isim Latince Paulus kelimesinden geliyor. Küçük, mütevazı demek. Sonra Dune gezegeninde bir çöl faresi görüyor ve ona “Muad’dib” dendiğini öğreniyor. Çölün içinde hayatta kalabilen bu canlının ismini kendine seçiyor ve bir anlamda onun gücünü ve dayanıklılığını da seçmiş oluyor. Hatta Arrakis gezegeninin etrafında dönen aylardan birinin üzerinde fare şeklinde bir işaret var, bu da o canlının o gezegen için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sonra biri isim daha alıyor: Usul. Arapça’dan Türkçe’ye de geçmiş bir kelime bu biliyorsunuz, hani tutulan yol, yöntem anlamında kullanıyoruz bir de klasik Türk müziğinde tempoyu belirtiyor ya. Paul’ün aldığı “usul” ismi bunlardan daha spesifik bir anlama geliyor. Fremen dilinde “sütunun temeli” anlamına gelen bir sözcük. Bunlar ona verilen ya da onun seçtiği isimler. Bir de Dune mitolojisinde beklenen efsanevi biri var: “Lisan al-Gayb.” Dış dünyadan gelen ses demek. Fremenlerin mesih efsanesinde Arrakis’e dışarıdan geleceği söylenen peygamber ya da mehdi. O efsanelerde “bizi cennete götürecek kişi” diye yazılmış. Onlar böyle bir kişiyi beklerken Bene Gesserit denilen ve kadınlardan oluşan kadim bir topluluk da “Kuisatz Haderah”ı nesiller boyunca genetik olarak tasarlamaya çalışıyor. İşte tüm bu isimler aynı kişinin hayatındaki dönüşümler şeklinde kendisini gösteriyor. Hepsi bu hikayenin baş kahramanında birleşiyor.

Böylesine bir çeşitliliği mimiklerine, yüzüne, vücuduna uyarlamayı Timothée Chalamet çok iyi başarmış bence. “Dune: İkinci Bölüm”deki performansındaki olgunluğu ve derinliği rahatlıkla görebiliyoruz. Öldürülen babasının yüzüğünü çıkarıp da “amacımı buldum” dediği anda ondaki sadakat ve bağlılık duygusunu yüzünden okuyabiliyoruz. Bu duyguyu ilk başlarda Chani’ye de yansıtıyor. Zaten ikisinin arasındaki kimya harika.

Zendaya’nın canlandırdığı Chani karakterini, ilk filmde rüyalar ve vizyonlar dışında pek görememiştik ama bu filmde çok önemli bir rolü var. Hatta kitaptakinden bile daha önemli hale getirmişler ve bazı yönlerini de değiştirmişler. Örneğin burada muhalif bir görüşü canlandırıyor. Fremenlerin dışarıdan bir kurtarıcı beklemek yerine kendi özgürlükleri için kendilerinin savaşması gerektiğini savunan bir görüş bu. Böylelikle bu karakter dramatik bir kontrast yaratmasının ötesinde fremenleri sadece başka bir yerden gelen peygambervari bir karakteri körü körüne takip eden tek boyutlu bir halk olmaktan uzaklaştırmış oluyor. Ama kitaptaki çocuklarını filmden çıkarmak zorunda kalmaları açıkçası beni biraz üzdü. Çünkü o haliyle filmin sonundaki ihanete uğrama hissi çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkabilirdi. Ama zaten 3 saate yakın bir film olduğu için bazı şeylerden ister istemez fedakarlık etmek zorundasınız. 

Austin Butler’ın korkunç bir düşman ve şeytani bir rakip olarak Feyd Rautha performansı çok etkileyiciydi. Bundan önce Elvis’i canlandıran Butler’ın bu rol için geçirdiği dönüşüm; neredeyse onu insan dışı başka bir canlıya dönüştürmüş gibi: kel, kaşsız ve son derece tehlikeli bir canlı. Bir yandan da benim pek beklemediğim türde bir oyunculuk örneğiydi bu doğrusu. Stellan Skarsgård gibi konuşmaya çalışması, sanki ona özeniyormuş gibi gözükmesi, ikisi arasında ilginç bir dinamik yarattı. Psikopat yönünü özellikle arena sahnesinde çok iyi sergiledi. Arenada savaşırkan son Atreides kabilesine karşı o hayvani yoğunluğu, kükremeleri ve hırlamaları… Filmin görselliği zaten çok etkileyici ama Harkonnen gezegenindeki sahneler ve bilhassa arena sahnesinde kullanılan infrared kamera yardımıyla oluşturulan siyah-beyaz renk paleti tercihi sadece estetik değil aynı zamanda çok da anlamlı olmuş. Çünkü o gezegenin güneşi siyah. 

Stellan Skarsgård’ın Baron Harkonnen yorumu tam bir karizma. İlk filmde olduğu gibi burada da habire çamur ve yağ karışımı bir sıvıda banyo yapıyor ve bir hipopotam gibi o sıvıların içinden çıkıyor. Bu arada kitapta böyle bir ayrıntı yok. Ama filmde karakterin daha da rahatsız edici gözükmesine hizmet eden çok etkileyici bir özellik olmuş. Ayrıca “Apocalypse Now” filmine de görsel bir saygı duruşu. Arena sahnesinde Feyd Rautha’yı izlerken ona söylediği bir şey var: “Kim olduğunu bana göster!” diyor. Aynı aileden olmalarına rağmen Harkonnen’lerin nasıl da acımasız bir dünya görüşü olduğunu anlıyoruz bu sözle. “Kendi çocuğumuz, yeğenimiz bile olsanız sizi işte böyle kurtların önüne atarız; ve eğer hayatta kalamazsanız zaten iktidar olamazsınız” demek bu. Sadece şiddetin üstünlüğünü savunan bir görüş. Bu arada bilmeyenler için söyleyeyim bu hipopotam gibi olan adamın yani Baron Harkonnen’in kızı, Paul’ün annesi Lady Jessica.  

Rebecca Ferguson’ın canlandırdığı bu Lady Jessica, Dune evreninde beni en çok etkileyen karakterlerden biri. Çok korkutucu bir dönüşüm geçiriyor. Bir yandan anne, öte yandan bir Bene Gesserit rahibesi ya da cadısı. Anne rolüyle sizi koruması gereken bir kişi olarak düşünüyorsunuz. Ama ya o bile güvenilmez bir hale gelirse? İşte bu tedirginlik ona baktığınız her yerde kendini gösteriyor. Bu filmde reverans annesine dönüştükten sonra Paul’u tam Bene Gesserit’in istediği gibi manipüle etmeye başlıyor. Güvenebileceğiniz belki de tek kişinin, size en yakın insanın güvenilmez hale gelmesi Paul’ün dönüşümünü de tetikleyen çok ince noktalardan biri bence. 

Javier Bardem’in Stilgar rolü ilk filmdeki ciddiyetini bu filmde bazı mizahi sahnelerle sulandırmış gibi geldi bana. Ama bu zenginleştirilmiş hali beni çok eğlendirdi. Kitapta da gayet ciddi bir karakter olarak yazılmış olmasına rağmen bu filmde söylediği bazı sözlerde resmen koptum 🙂Mesela bir yerde Paul ona “Ben mesih değilim. Ben liderlik etmek için burada değilim.” deyince cevabı yapıştırıyor: “Öyle olduğunu söylemeyecek kadar alçakgönüllü. Tam yazıldığı gibi.” Tam bir “şeyh uçmaz mürit uçurur” durumu. 

Josh Brolin’in Gurney Halleck olarak bu filmde de gözükmesi hatta baliset çalarken gözükmesi çok güzeldi. Baliset, Dune evreninde dokuz telli bir müzik enstrümanı olarak biliniyor. Büyük ölçüde kanundan esinlenilmiş bir çalgı. Keşke daha uzun süre görebilseydik kendisini, çok iyi bir aktör çünkü. İlk filmdeki ornitophter sahnesinde eliyle Paul’ü yakalaması anı onun karakterinin bir özeti gibi. Sadık bir yardımcı. Bu filmde de “düküm ve arkadaşlarım için” diyerek bu sadakatini göstermeye devam ettiriyor. 

Dave Bautista da çok iyi bir aktör ama bu filmde Rabban karakteri biraz fazla ezildi gibi hissediyorum. Tabi bunu bir yandan da karakterin çaresizliği olarak okuyabiliriz. O kum fırtınasının içine inişini ve adamlarının tek tek avlanışını gördüğü sahne muhteşemdi. Yine orada Paul’ün Muaddib haline gelişini, kumların arasından bir silüet olarak belirişini, mitik bir karaktere dönüşümünü bizzat onun gözünden bize göstermeleri çok isabetli olmuş. 

Christopher Walken’ın imparator Shaddam 4 rolü için seçilmesi kendisi “beyaz bir aktör” olduğu için bazı kesimler tarafından eleştirilmişti. Ama kitapta zaten ırkı belirtilmiyor. Bir de kendisinin yolu yıllar önce kültürel anlamda Dune evreniyle kesişmişti. Fatboy Slim’in bir klibinde oynamıştı hatırlarsanız. Orada kendine has dans figürleriyle dikkat çekmişti. Aslında 2001 yılında yayınlanan “Weapon of Choice” adlı bu şarkının sözlerine dikkat ederseniz dans figürlerinin neden böyle olduğunu da anlayabilirsiniz: “Walk without rhythm. It won’t attract the worm” diyordu nakaratında. “Ritimsiz yürü, böylece solucanı cezbetmezsin.” Dune gezegeninde fremenlerin yürüdüğü gibi. 

Onun kızını yani Prenses Irulan’ı canlandıran Florence Pugh da iyiydi ama daha çok üçüncü bir film için ipuçları bırakmak görevini üstlenmek durumunda olduğu için onnu pek uzun süre göremedik. Yine de bir ses olarak, bir anlatıcı olarak kitapta da üstlendiği rolü başarıyla yerine getirdi.

Filmin çekimleri sırasında adı bir sır gibi saklanan Anya Taylor-Joy Paul’ün kız kardeşi olarak arz-ı endam etti ama onu da asıl üçüncü bir filmde izlemek üzere giriş sadedinde değerlendirmişler. 

Daha başka karakterler de var, kitaptan aktarılmayan kişiler de var. Ama genel olarak filmin kitaba sadık kaldığını ve hatta kendine özgü yorumuyla da zenginleştirdiğini söyleyebiliriz. Bazıları daha da ileri giderek yönetmen Dennis Villeneuve’un alternatif bir Dune “timeline”ı oluşturduğunu bile söylüyor. 

TEMALAR

Dune’un ilk filminde Paul’ün çocukluk halini izledik. Genç bir şehzade olarak sarayda yani kendi gezegeninde iyi bir eğitim almıştı. Yani bilgi sahibi olmuştu. Ama tecrübesi yoktu. Masum bir dünya görüşü vardı. Sonra Arrakis gezegenine taşındı ve orada çocukluktan yetişkinliğe geçmeye başladı. Çocukluğunun korunaklı alanında öğrendiği şeylerden başka buz gibi gerçeklerin de olabileceğini fark etti. Bu uzak, bu ırak diyar Arrakis’te -evet bu isim benzerlikleri tesadüf değil- gerçeklik spektrumunun da en uç noktalarına gitti: orada politika ve siyasetle tanıştı; boyun eğdirilen, ezilen halkları gördü; ihanetle, zulümle ve tabiki ölümle karşılaştı. Neredeyse sevdiği her şeyi kaybetti. Babasını, rol modelini, arkadaşlarını… Sadece annesiyle o çöl gezegeninde tek başına, yapayalnız kaldı. Sonra o gezegenin asıl sahipleri, yerli halkı fremenlerle karşılaştı. Kendini ispat edebilmek için onlardan biriyle -Jamis’le- ölümüne dövüştü. Ve ilk filmin sonunda onu öldürdü. Böylece çocukluktan çıkıp yetişkin bir adam haline gelmiş oldu. Ama bence orada sadece çocukluktan çıkmak zorunda kalmadı, çocukluğunu öldürmüş oldu. Masumiyetini kaybetti. Bir keresinde bir Bene Gesserit’in sesi şöyle demişti: “Bir can alırken, kendi canını da alırsın.” Evet Jamis’i öldürürken aslında sembolik olarak kendi çocukluğunun canını da almıştı. Öldürdüğü Jamis adlı fremenle karşılaşmadan çok daha önce onu rüyalarında ve vizyon ya da hayallerinde görmeye başlamıştı. Hatta bir kum fırtınasından onu Jamis’in bilgeliği kurtarmıştı.

“Hayatın gizemi çözülecek bir sorun değil, yaşanacak bir gerçekliktir. Durdurularak anlaşılamayacak bir süreç. Sürecin akışıyla hareket etmeliyiz. Ona katılmalıyız. Onunla birlikte akmalıyız.” demişti Jamis ona. 

Hayatın gizemi ancak yaşanarak anlaşılır. Ve ölüm de bu sürecin bir parçasıdır. Sanırım o yüzden Paul ölüm ya da yaşam ayırımına geldiğinde Jamis’le birlikte kendisini de bir anlamda öldürmüş oldu. Farklı bir bilinç düzeyine geçti.

İkinci film tam da bıraktığımız bu noktadan başlıyor. Jamis’in cesedini gömmüyorlar. Onu yanlarında taşıyorlar. Çünkü bu gezegende su çok az ve o yüzden çok kıymetli. Ölen birinin bedenindeki sıvılar da öyle. Hatta öyle ki binlerce yıldan beri ölenlerin vücudundan toplanan suları dökerek oluşturdukları kutsal bir göl var. 

İkinci film Paul için artık bilgi değil tecrübe kazanma hikayesi. O artık soylu saraylı geçmişinden kopmuş, yeni bir kabilenin ferdi haline gelmeye çalışıyor. Filmin başıyla sonu arasında yine devasa bir dönüşüme tanıklık edeceğiz. Çünkü başlangıçta kendisine biçilen “kurtarıcı” rolünden ısrarla kaçınmaya çalışan biri. Onu ilk filmden beri tanımaya çalışırken ne kadar nazik, kibar, hassas bir karakteri olduğunu gördük. Oysa koskoca bir gezegeni kurtarmak için bundan çok daha fazlasına ihtiyaç var. Paul, işte bu beklentilerden kaçmaya çalışıyor. Hani gençken bazı hayallerimiz vardır ya. Kendi yapmak istediğimiz şeyler. Ama bir yandan da ailemizin, çevremizin, arkadaşlarımızın bize dikte ettiği başka şeyler vardır. Liseden mezun olunca, otomatik olarak üniversiteye gitmek zorundayızdır. Sonra bir iş bulup çalışmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak şeklinde devam eder hayatın bu pek de “gizemli” gözükmeyen akışı. 

Paul’ün durumu biraz buna benziyor. Etrafındaki herkes, Bene Gesserit’ler, İmparator, Baron Harkonnen, Stilgar ve en yakını, annesi Leydi Jessica bile onu kontrol etmeye çalışıyor. Hepsi de onu güneye, fundementallerin olduğu bölgeye yönlendiriyor. Oysa Paul, başlangıçta buna direnmeye çalışıyor. Çünkü kendi gördüğü vizyonda oraya giderse kutsal bir savaşı başlatacak ve bu da milyonlarca insanın ölümüne yol açacak. İlk filmin sonunda kaçındığı sadece bir ölümdü. Şimdi onu milyonlarca ölüm bekliyor. İşte Paul’ün trajedisi bu. 

Dune’un 2021’deki ilk bölümünde gördüğümüz ilk iki sima kime aitti hatırlıyor musunuz? Önce Jamis’in yüzünü görmüştük ve hemen ardından onun arkasındaki Chani’yi. “Gözlerimizin önünde topraklarımızı yağmalıyorlar” demişti Chani ve ilk bölümün sonunda Paul, Jamis’i öldürmüştü. Şimdi gösterime giren ikinci bölümün sonunda da madden olmasa da manen Chani’yi öldürmüş oldu. Bizler izleyici olarak önce Fremenlerden bir erkek ve bir kadın yüzüyle tanıştık ve sonra da topraklarıyla beraber onların da yağmalanışına tanık olduk. Yönetmen bu görsellerle adeta bir destan yazdı.

Bu ikilikleri başka yerlerde de yakalayabilirsiniz. Yönetmen kutsal savaştan bir sahneyi göstermişti bize mesela ilk bölümün bir yerinde. Foreshadow olarak. Bu ikinci bölümde neredeyse aynı koreografiyi gördük ve bir anlamda dejavu yaşadık. Geleceği hatırladık. Ancak bu kez zırhın içindeki Paul değil, Chani’ydi. 

Chani, ekoloji bilimci Liet-Kynes’in kızı. İlk filmde solucana binmeye hazırlanan annesinin duruşuyla, ikinci filmde yine aynı şekilde duran kızı arasındaki paralelliğe bakar mısınız? 

Paul ilk bölümün sonunda Jamis’le yaptığı düello ile bir kez ölüp, yeniden dirilmişti. Bu bölümün sonunda da bir düello yaptı. Harkonnen’lerden Feyd adlı biriyle. Her ne kadar çok azılı, çok şeytani ve güçlü bir rakip olsa da onu da öldürdü. İlk bölümde Fremen’ler üzerindeki kontrolünü temsil eden galibiyet bu kez Harkonnen’ler üzerinde de gerçekleşti. 

MESAJ ve UYARI

Paul Atreides karakteri aslında böylesine karizmatik liderler hakkında çok çarpıcı bir uyarı mesajı içeriyor. Yanlış anlaşılmasın, Dune romanlarında, liderlerin ve hükümetlerin doğası gereği kötü olduğunu iddia adilmiyor ve düzene karşı anarşi fikri savunulmuyor. Ama her şeyi tek, karizmatik ve çok güçlü bir lidere bağlayan bir toplumun büyük bir tehlike içinde olduğunu bize gösteriyor. Bunu romanın yazarı Frank Herbert’ın dünya görüşünden de okuyabiliriz. 1980’de, yani romanı yazdıktan çok daha sonra bir dergide neden böyle bir roman yazdığını anlatmış. Demagoglar, fanatikler, dolandırıcılar, masumlar ve bir o kadar da masum olmayanların yer aldığı bir dram yazmak istediğini söylemiş. Çünkü süper kahramanların insanlık için bir felaket olduğunu savunan bir teorisi var. Gerçek bir kahraman bulsak bile (ne olursa olsun), en sonunda kusurlu ölümlülerin böyle bir liderin etrafında  toplanarak bir güç oluşturduğunu ve bu gücün bir şekilde kötüye kullanılacağını düşünüyor. Aynen şöyle diyor:

“Kişisel gözlemlerim, siyaset ve ekonominin oluşturduğu güç alanında ve mantıksal bir sonuç olarak savaşta, insanların toplumun mit dokusuna büründüğü herhangi bir lidere karar verme kapasitelerini teslim etme eğiliminde olduklarını bana ikna etti. Hitler bunu yaptı. Churchill bunu yaptı. Franklin Roosevelt yaptı. Stalin yaptı. Mussolini yaptı.”

İşte bu nedenlerden dolayı Dune’un temalarından biri şudur: Ne kadar hayran olunası görünseler de otorite sahiplerine eleştirel yeteneklerinizi teslim etmeyin. Kahramanın dış görünüşünün altında, insani hatalar yapan kusurlu birini bulacaksınız… Kahramanlar acı vericidir, süper kahramanlar ise bir felakettir. Çünkü süper kahramanların hataları çok daha fazla sayıda insanı felakete sürükler.

İşte bu filmde öyle böyle süper değil olağanüstü süper bir kahramanın hikayesini takip ediyoruz. Sahte bir mesih bu. Fakat Paul’ün gerçekleştirdiği bu kehanet, daha önce izlediğimiz destanlardakinden farklı. Star Wars, Matrix ya da Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi değil. Çünkü oralarda şeytani bir gücün yok edilmesine dair kehanetler gerçekleşiyordu. Buradaysa kehaneti yazanlar Bene Gesserit rahibeleri ve onu yazarken kendi menfaatlerine göre toplumsal hafızayı şekillendiriyorlar. Fremenlerin mucize olarak gördükleri şey, illuminati benzeri güçlü bir düzenin nesiller boyu beyin yıkamasından başka bir şey değil. Onların bir peygamber gibi beklediği Paul, ancak Kwisatz Haderach olarak bunu yapabilir. Ve o haliyle bir Luke Skywalker’dan, bir Neo’dan ya da Aragorn’dan farklı bir pratogonist olmak zorunda. Belki de o yüzden bu dönüşümü başkaları için zehirli “ab-ı hayat” suyundan içerek gerçekleştirdiğini gösteriyor. Hatırlarsanız filmde Paul’den önce annesi o suyu içmişti ve belki de o yüzden artık anne rolünü kaybedip yeni bir insan haline gelmişti. 

Gerçek dünyada da bu biraz böyledir. İnsanların o mavi sıvıyı içtiklerini göremezsiniz. Onun yerine “para suyu” vardır, “ilgi ve şöhret suyu” vardır, “otorite ve makam suyu” vardır. Bu suları “ab-ı hayat” zannederek içenlerin bazıları sarhoş olur, egoları şişer ve kendilerini kaybeder. 

İşte Frank Herbert’ın ve onun yazdığı bu Dune evreninin tezi şu. Sorun sadece bu bireylerde değil. Sorun bu tür figürleri yaratan ve yaratmakla kalmayıp onları güçlendiren sistemde. Sistemin kendisi buna yol açıyor. Sistemin kendisi bir zamanlar suların gürül gürül aktığı Dune gezegenini, yağmalanmış ve sömürülmüş Arrakis gezegenine dönüştürüyor. Aynı sorun ekolojik bir felaket olarak bizim Dune’umuzu yani Dünya’mızı da başka bir şeye dönüştürebilir. 

SONUÇ

Filmin sonunda Paul ve Feyd arasında bir düello var. Bu düellonun yapıldığı mekan ve oradaki kişiler adeta bir satranç tahtası ve üzerindeki taşlar gibi hissettirdi bana. En son Christopher Walken’ın canlandırdığı padişah imparator Şaddam’ın karşısına geçti Paul ve ona “şah!” çekti. Tam o sırada imparatorun babası hakkında söylediği sözler çok çarpıcı. Dedi ki: “Çünkü [Leto] kalbin kurallarına inanan bir adamdı ama kalbin hükmedebilecek bir özelliği yoktur. Başka bir deyişle baban zayıf bir adamdı.” 

Bu çok enteresan bir dünya görüşü; insani ahlakın topluma zarar verici olduğunu ima ediyor. Bir imparatorluğun gelişebilmesinin, bırakın gelişmesini var olabilmesinin tek yolu mantıktır, pragmatizmdir, rasyonelliktir anlamına geliyor. Hükmetmek için kalbi bir kenara bırakacaksın.

Feyd ve Paul arasındaki bu düello sahnesinde, ikisini bir madalyonun iki yüzü olarak görebiliriz. Bir yüzünde akıl, diğer yüzünde kalp var. Bir yüzünde bir canavar, diğer yüzünde minik bir çöl faresi. Bir yüzünde sosyopat, diğerinde bir kurtarıcı. Ve düellonun başında bu sosyopat canavar Paul’ü karnından bıçaklıyor. Ya da Paul kendisini öldürmeyecek bir bıçak darbesi alma stratejisini benimsiyor. Belki de bu en başından beri onun planıydı. Satrançta rakibine zayıf gözükecek şekilde bir açılış yapıp onun gardını düşürmek gibi. Ve bu strateji işe yarıyor. 

Hem karşısındaki bu piyonu, hem de onu yetiştiren dayısı baronu öldürüyor ve hepsinin başındaki imparatora kadar gidip ona şah çekiyor. Şah kendini kalbe karşı akıl sözleriyle savunuyor.

Ve işte bu sözler karşısında Paul’ün yaptığı seçim kimilerini üzebilir. Chani’yi üzdüğü gibi. Çünkü Chani kalbi temsil ediyor. Paul ise seçimini güçten yana yaptı. Chani yerine İmparatorun kızı Irulan’ı tercih etti. Bu güç oyunlarında kontrolü ele almayı, rasyonel davranmayı seçti. İnsanlık tarihinde yüzlerce kez tanık olduğumuz politik seçimlerden birini yaptı.

O sırada gezegenin yörüngesinde bekleyen diğer güçlere de savaş açtı. “Lead them to paradise – Onları cennete gönderin!” Buz gibi bir ifade. “Benim kazanmam için onları feda edin” demek bu çünkü. Milyarlarca insanın yok olacağını gördüğü kutsal savaşın başlangıcı. Çocukken korkup kaçındığı o geleceği bizzat kendi sözleriyle yaratmış oldu. İkinci bölümde o Paul Muaddib olarak öldü, Paul Harkonnen olarak dirildi. 

Hanginiz buna sevindi, hanginiz Chani gibi ihanete uğramış hissetti bilemiyorum. Filmin sonu bu anlamda iyi bir son mu yoksa kötü bir başlangıç mı ona herkes kendi karar versin. Peki tatmin edici bir son mu bu? Bence kesinlikle öyle. En azından bu bölüm için. Hele o son sahnede Bene Gesserit rahibesi Mohiam’ın “Ne yapmak üzere olduğunu bir düşün, Paul Atreides.” deyince ona “Silence!” diye ses gücüyle cevabı yapıştırdı ya, orada içimin yağları eridi resmen. Bu arada 3 yıl önce ilk filmde açılan bir parantez bu bölümde kapanmış oldu. Ama bir yandan da o rahibenin Paul’ün annesine söylediği bir gerçek var. “Hangi tarafta olduğun önemli değil!” Her şekilde biz kontrol edeceğiz. Padişahları da, imparatorları da… Bene Gesserit’ler Dune evreninin gerçek efendileri. En büyük plan onlarınki…

Öyle mi, değil mi, devamını görmeyi elbette çok isteriz. Bu iki filmle Frank Herbert’ın yazdığı Dune romanı bitmiş oluyor. Fakat bundan sonra 5 devam kitabı daha yazdı. Sırada “Dune Mesihi” var. Yönetmen buna çok sıcak bakıyor ve hatta senaryosunu neredeyse bitirdiğini söylüyor. Ben bu videoyu kaydederken stüdyodan henüz resmi bir açıklama gelmemişti ama böyle bir film olursa çok daha karmaşık ilişkileri ve bir kutsal savaşı seyredeceğiz demektir. Bir başka deyişle aynı anda hem çok çekici hem de çok tehlikeli olan bir gücü kontrol etmek isteyenlerin mücadelesini…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir