Bu gümüş tepsinin içerisinde geleceğin yiyeceği var. Belki hepimiz olmasa da gelecekte çoğumuz, bunun içindeki şeyi yiyeceğiz… Çünkü bu tepsinin içinde neredeyse herkesin et yiyebildiği ama hiçbir canlıya zarar gelmediği bir dünya var. Evet böyle bir dünya mümkün ve çoktan gerçekleşmeye başladı bile. Nasıl mı? Yaklaşın… Sizi şimdi bu dünyanın içine götüreceğim.
Aslında başlarda hiç kafaya takmıyorduk. Çoğu topluluk ufak yerleşkelerden oluşuyordu. Gerektiği kadar avcılık, toplayıcılık yapıyorduk. Geliştikçe, yerleşik hayata geçtikçe tarımcılık, hayvancılık da başladı. Fakat şehirlerimiz hala çok büyük değildi. İhtiyacımız olduğu kadar tarım ve hayvancılık yeterli oluyordu. Nüfus o kadar azdı ki, dünyaya hüküm süren tür de olsak pek fazla bir etkimiz yoktu.
Fakat bu değişti. Özellikle son zamanlarda çok değişti. 2000 yıl önce dünya nüfusu 150 milyon kadardı. 1700 yılda bu sadece 600 milyona kadar çıktı. Fakat 1800’de 1 milyara, 1900’de 1.6 milyara, 2000’de ise 6 milyara ulaştı. Şimdi, 2024’te bu rakam neredeyse 8.1 milyar. İşte nüfusumuz böyle katlanarak büyüyor. Önceden köyde nüfus arttıkça daha fazla ekin ekiyor, bir hayvan daha yetiştiriyorduk. Ama şimdi bu devasa bir hızla artan nüfusu doyurmak da bir problem haline geldi.
Sadece 1960’lardan bu yana, global et tüketimi neredeyse 2-3 katına çıkmış durumda. Giderek, dünyanın limitlerine ulaşıyoruz. Sadece bu da değil. Bir de üretimin etkinliği sorunu var. Mesela inekler, otları tüketerek besleniyor. Ama ne kadar ot verirsen, o kadar et vermiyor. Bunun ne kadar verimli olduğunu kıyaslamak için 1 kalori yenebilir et için kaç kalori besin vermeliyiz sorusunu sormamız lazım. Tavuk için bu değer 5-10, inek içinse 25-30 arasında. Yani 30 tane mısır verdiğimiz inekten, 1 tane et elde ediyoruz. Bir başka deyişle aslında 30 tane hamburger sipariş edip, 29’unu çöpe atıyoruz. Oysa ki onun yerine en başında 30 tane mısıra sadık kalsaydık, 29 kişi daha karnını doyurabilirdi. Dünyanın açlık problemiyle de boğuştuğunu düşünecek olursak, bu aynı zamanda ciddi bir kaynak, enerji verimliliği problemi.
Fakat hayvanları öylece değiştirip daha az gıdayla daha çok et vermelerini sağlayamayız. Onların doğası bu. En azından bir noktaya kadar… Üstelik problemler burada da bitmiyor. Bir de… Gaz problemi var. Tek bir inek, yılda 100 kilogram metan üretiyor. Üstüne bir de ineklerin beslenmesi ve bakımı için gereken süreçleri de hesaba katınca karşımıza çıkan manzara pek de iyi değil. Hayvancılık, tüm dünyadaki seragazı üretiminin %15’inden sorumlu. Üstelik artan taleple, bunun yalnızca artacağını öngörmek de pek zor değil.
Bu problemin çözümü, bitkisel temelli beslenmek diyebilirsiniz. Dünya’da en çok et tüketilen yerlerden biri olan ABD’de 1960’lardan beri yenilen kırmızı et miktarı bir miktar düşüp, tavuk gibi daha enerji verimli olanlar arttı. Fakat bitkisel beslenmede pek değişim olmadığı görülüyor. Yani birçoğumuz gönül versek de herkesin binlerce yıllık yeme alışkanlıklarını, kültürünü bir anda değiştirip de bitkisel temelli beslenmeye geçesi pek yok gibi.
O yüzden bu probleme daha pratik bir çözüm gerekiyor. İşte o çözüm burada. Bu gümüş tepsinin içinde. İçinde ne olduğunu bilerek göstermiyorum. Tabii ben biliyorum, fakat bu tepsiyi açınca bizi tam olarak neyin beklediğini bilmiyorum. Bu tepsi, bizim için Pandora’nın kutusu. Fakat size içinde ne olduğunu fısıldayayım: Laboratuvar üretimi et. Evet bayağı bayağı, laboratuvarda üretilmiş, yenilebilir et.
Bunu çok fütüristik bulabilirsiniz, fakat bununla ilgili çalışmalar pek duyulmasa da çok uzun yıllardır yapılıyor. Ve bu sene, iki Kaliforniya temelli şirket önce Gıda ve İlaç Dairesi FDA’den onay aldı. Üstünden çok geçmeden de Tarım Bakanlığından onay alarak, artık piyasalarda satılmaya başlandı. Şimdilik sadece belirli restoranlar için üretim yapıyorlar. Fakat bugün eğer laboratuvarda üretilmiş bir et yemek isterseniz bu mümkün. Fiyatı ise normal bir etten elbette hala daha pahalı. Fakat birkaç yıl önceki üretimlere kıyaslayınca fiyat hızlıca düşmüş durumda ve giderek de düşecek. Hatta yakın gelecekte bildiğimiz etten bile ucuz olabilir gibi duruyor.
Ama durun. Hemen sofraya oturmadan, önce bir düşünmek lazım 🙂 Aklınızda birçok soru olduğuna eminim. Her şeyden önce nasıl olur da laboratuvarda et üretebiliriz ki? Yani bir parça et koyuyoruz ve o büyümeye devam mı ediyor? Nasıl oluyor bu?
Eğer biyoloji alanındaki gelişmeleri takip ediyorsanız, muhakkak duyduğunuz bir kavram vardır: Hücre kültürü. Tabii ki tek hücreli canlıların gelenek ve göreneklerini kastetmiyorum 🙂 Moleküler biyolojinin en temel yöntemlerinden biridir bu. Örneğin kanser hastalığı çalışanlar, yeni bir ilacı test etmek istiyorlarsa bu ilacı doğrudan insanlara vererek başlamazlar. Önce bu ilacın hücre üzerindeki etkisini test etmek, görmek gerekir. Bunun için de kanser hücrelerini alırlar ve bunları bir ortamda yetiştirirler. Ortam dediğim bu şey de genelde böyle flasklar ya da petri kaplarıdır. Fakat esas ortam içindeki o renkli, jelimsi ya da sıvı kısım. Her hücre canlı içinde farklı yerlerde, farklı koşullarda yaşadığı için yetişmek için de farklı ortamlara ihtiyaç duyar. Yani nasıl bir hücre tipiyle çalışıyorsanız, ortam da onun bir nevi gerçek ortamını taklit eden bir besiyeri gibidir. Böylelikle hücre büyümek için gerekli her şeye sahip olduğundan, sanki gerçek ortamındaymış gibi gelişimine devam eder. Belirli aralıklarla da gereken materyali sağlamak, dengelemek için eklemeler yapılır. Yani sürekli aynı ortam ya da aynı hücrelerle her zaman sonsuza kadar gidilmiyor. Bazen baştan başlamak gerekebiliyor.
Tabii küçücük hücreleri yetiştirmek kolay. En azından artık kolay, çünkü bunu çok uzun yıllardır yaptığımız için problemleri çözdük. Teknolojisini daha erişilebilir hale getirdik. Ama mesela ya bütün bir organı yetiştirmek isteseydik? Mesela bir kalp üretebilir miyiz? Aslında uzun zamandır böyle çalışmalar da yapılıyor. Ne yazık ki yeterli organ bağışı olmaması nedeniyle, birçok kişi ihtiyaç duyduğu organlara ulaşamadan hayatını kaybediyor. İşte bu da benzer bir problem. Her ne kadar hepimiz bağışçı olmayı istesek de, bu probleme yeterli bir çözüm olamadı. Tıpkı et probleminde yaşadığımız gibi. O yüzden araştırmacılar, böyle daha pratik olabilecek çözümlere yönlendiler. Hatta bir grup araştırmacı, hastanın kendi hücrelerini kullanarak 3D print ettikleri kulağı, hastaya başarıyla naklettiler.
Fakat ölçek büyüdükçe, süreç de karmaşıklaşıyor. Basit bir kanser hücresini alıp hücre kültürüyle çoğaltabiliriz ama insanın bir yerinden bir şey alıp da, petri kabında insan yetiştiremeyiz. Çünkü her bir organ farklı hücrelerden, farklı dokulardan oluşuyor. Bu yüzden şimdilik üretilen etlerde de basitliğe odaklanılmış. Tavuğun ilgili kısmından biyopsi ile alınan pirinç tanesi büyüklüğünde bir dokuda, 10 milyon kadar çeşitli hücre bulunuyor. Araştırmacılar bunlar arasından en verimli sonuç verenleri seçmişler. Özel olarak geliştirdikleri böyle büyük tankların içerisinde yetiştiriliyorlar. Aslında hücreler bu tankların içerisindeki sıvıda yüzüyorlar. Bu hücrelere nasıl büyüyeceklerine dair herhangi bir talimat verilmiyor. Sadece, gerçek ortamlarında gibi hissetmeleri sağlanıyor ve onlar da tıpkı canlının bedeninde büyür gibi bu ortamdan beslenerek büyüyorlar.
Günümüzde endüstriyel olarak yetiştirilen tavukların soframıza gelmesi, türlerin çaprazlanması sayesinde 6-8 haftaya kadar inmiş durumda ki bu müthiş hızlı bir süre. Fakat laboratuvar üretimi etler bundan çok daha başarılı. Sadece 2 hafta gibi bir sürede eti sofranıza getirebiliyorlar. Bu aynı zamanda artan talebin karşılanması adına önemli bir adım.
Şu anda üretilen tavuk etleri öyle ızgarada yaptığımız kemikli, derili türden etler değil. Daha ziyade tavuğun göğüs kısmı gibi. Kemik falan yok. Çoğunlukla kas hücrelerinden oluşsa da bir miktar yağ hücresi, kök hücreler, bağ doku gibi diğer şeyler de bulunuyor. Özetle araştırmacılar, bir eti et yapan nedir sorusunu sorarak yola çıkmışlar. Ve her şeyden önemlisi, yediğimizde damağımızda o tadı oluşturan nedir, onu besleyici kılan nedir… En sonunda da… Ortaya bu etler çıkmış. Tabii bunun somon için olanını da üretmişler ki ne tavuk ne de somon, baktığınızda gerçeğinden ayırt edilebilir gibi duruyor. Mesela bu görüntüdekideki somonlardan birisi gerçek somon, diğeri laboratuvar üretimi somon. Hangisinin laboratuvar üretimi olduğunu ayırt edebildiniz mi? Sağdaki olacaktı.
Açıkçası gerçeğinden bile daha iyi duruyor 🙂 Zaten öyle de olmalı. Çünkü diğer tüm problemlerden arındırılarak üretiliyor ve belki de bu konuda en önemlisi, mikroplar. Yani bizi hasta eden bakteriler, virüsler ve parazitler. Bizde çok yaygın değil ama çiğ balık tüketimine bağlı parazit sorunu oldukça tehlikeli olabilen bir problem. Keza tavuklarda bulunan Salmonella o kadar tehlikeli ki, tavuğu yıkamadan pişirmeniz önerilir. Çünkü yıkarken sağa sola sıçrayan su etrafa bu mikropları yayar. Sonra oraya salataya kesmek için koyduğunuz domatese bulaşıp sizi hasta edebilir. Bu inanın, sandığınızdan sık yaşanıyor. Bunu göstermek için bir deney bile yapmışlar. Tavuğa mor ışıkta parlayan bir boya sürüyorlar ve tavuğu lavaboda yıkıyorlar. Manzara ortada, boya her tarafa saçılmış. Mikroplar her yerde! Fakat bu laboratuvar üretimi etlerde böyle bir sorun yok. Tamamen steriller. Bu sağlık açısından da büyük bir adım.
Tabii tüm bunların başarıya ulaşması için en önemli şeylerden biri… Tadı. Bildiğimiz tavuğun lezzetini açıkçası beğeniyorum. Elbette ben, pandoranın bu kutusunu henüz açmadım. Fakat deneyenler, neredeyse hiçbir lezzet farkı olmadığını söylüyor. Üstelik çoğumuz, farkında olmadan yediğimizde, kolay kolay tatların ayrımına da varamıyoruz. Yani önümüze söylenmeden konsaydı ve yeseydik… Muhtemelen fark etmezdik.
[Bunun içindeki ne oldu acaba? Bir dakika…]
Neyse… Korkmama gerek yok, çünkü zaten henüz böyle bir et almamıştık! Fakat belki de en önemli soru korkmalı, endişelenmeli miyiz? Yoksa ilk bilimsel sonuçlara güvenip rahatlıkla yemeli miyiz? Açıkçası bu zor bir soru. Elbette bahsettiğim gibi, birçoğumuz bunu yeni duysak da bu çok uzun yıllardır yürütülen araştırmaların sonucu ve güvenliği de bir o kadar zamandır tartışılıyor ve sınanıyor. Hiçbir risk görülmediği için de onay aldı. Fakat en insani duygularımızdan biri de, bir belirsizlik olduğunda kaygılanmamız. Aslında düşününce, yediğimiz etin nasıl yetiştirildiğini de bilmiyoruz. Belki çok kötü kimyasallar, antibiyotikler kullanılıyor. Ama bir hayvanın nasıl yetiştirildiğini biliyoruz ve zihnimiz iyi olan senaryoyu kafamızda canlandırıyor. Bu zihnimizde bize sahte bir güven duygusu uyandırıyor. Sahte çünkü aslında ne olduğunu bilmiyoruz. Hatta sadece bu da değil. Kendi tecrübelerimize dayandığı için doğal olanın, daha iyi olduğunu yanılgısına bizi sürüklüyor. Oysa ki kanser de doğal. Ve bugün doğal olan şeyleri, çok daha iyi hale getirebildiğimiz için insan ömrü ikiye hatta neredeyse üçe katlandı. Tabii bu durum, laboratuvar etini güvenli kılmıyor, ama güvensiz de kılmıyor.
Sürekli “Big Pharma oyunlar oynuyor” diye muhabbetleri yapılır ya hani. En nihayetinde milyar dolarlık endüstri, neler yapmaya gücü yetmez ki! Yani, yarın bir gün, bu küçük startup şirketleri büyümeye başladığında, o milyar dolarlık et sektörü kime ne yapar, bir de onu düşünmek lazım. Bu şirketler hayvanların öldürülmesinin önüne geçmeyi hedefliyor. Bir avuçluk kafes gibi alanlarda 6 hafta boyunca sadece büyütüldükten sonra kesilmelerini değil, rahat rahat hayatlarını yaşamalarını istiyor. Artan nüfus probleminin yemek taleplerine çözüm olmak istiyor. Artan çevresel problemlere yenilikçi bir çözüm üretmek istiyor. Elbette bunu umursamadan para kazananlar, bizim içgüdülerimizi hedef alıp bizi kandırmak isteyecekler. Doğayı sevenlere, doğal olanın iyi olduğunu söyleyecekler. Çevre ve iklim konusunda bilimi takip etmeyenlere aslında böyle çevresel problemler olmadığını iddia edecekler. Geleneksel insanları kandırmak için kırk yıllık köye, yeni adet getirildiğini söyleyecekler… Daha neler neler duyacağız.
Böyle herkesin konuştuğu bir ortamda, kimi dinleyeceğimizi anlamak çok zor. Size bunun için bir reçetem yok. Kendim için bile yok. Fakat yapılabilecek en iyi şeyi biliyorum. Kendimi bir eko çemberine hapsetmemek. Her iki tarafı da duyabilmek. Verilere ve kanıtlara kulak vermeye çalışmak. Art niyetli insanların bunların sahtelerini üretebileceğini unutmamak. Ve belki de en önemlisi, hemen bir sonuca varmamak. Taraf olup da önyargı geliştirmemek. Gerisini zaman çözecektir. Ama bir şey kesin… Bu gün olmasa bile, yarın bu olacak.