Tarih 28 Haziran 2016. O gece ailemle birlikte İstanbul’un Avrupa yakasından Anadolu yakasına aracımızla seyahat ederken ve tam da onun çok yakınındayken o acı haberi duyduk. İstanbul atatürk Havalimanı’na düzenlenen terör saldırısında 44 kişi yaşamını yitirdi. Evet buna benzeyen haberleri hemen hemen her gün duymaya başladık. Evet hemen arkasından yasımızı ilan ettik ve tuttuk. Ama ben bir türlü alışamadım. Hiçbir şey olmamış gibi davranamadım. YouTube’a girip de “havalimanı” ya da “airport” diye arattığımda çıkan bu görüntüleri kabullenemedim. O yüzden bu hafta filmlerden hatırladığım kadarıyla ve tam da öyle hatırlamak istediğim şekliyle sizlere bir havalimanı hikayesi hazırlamak istedim. Evet bu bir havalimanı hikayesi. Gelen yolcuların ve giden yolcuların hikayesi…
Kategori: Sinema
Tarkovski’ye göre Bilim Kurgu ve Solaris
Son yayınladığım videoda yapay bir zeka tarafından senaryosu yazılan bir bilim kurgu filminden bahsetmiştim. Bu videodaysa gerçek bir zeka tarafından yapılan bir bilim kurguyu paylaşmak istiyorum. Pek çok kişinin adını bile bilmediği, bilse bile izlemediği, izlese bile sırf George Clooney oynadığı için yanlış versiyonunu seçtiği bir film bu. Doğru versiyon, izlenmesi gereken film: 1972 yapımı Solaris.
Bilim kurgu filmlerinden ne beklersiniz? Görsel efektler, robotlar, zamanda yolculuk… Bunların hiç birisi Solaris’te yok. Çünkü bu filmin yönetmeni Andrei Tarkovsky. Benim en favori yönetmenlerimden biri. Bir de Ingmar Bergman’ın. Bir de Akira Kurosawa’nın. Gelmiş geçmiş en yetenekli yönetmenlerin en çok saygı duyduğu yönetmenlerden biri. Hayatı bir yansıma, bir rüya olarak yakalayıp yeni bir film diliyle aktarabilmeyi başarmış bir şair, felsefeci, yönetmen.
Filmlerdeki Renklerin Sembolik Anlamı
Televizyonun sadece siyah beyaz yayın yaptığı yıllarda sinemada filmleri renkli olarak izlemek bambaşkaydı. Artık renksiz bir ekran kalmadı. Nereye baksak renkli ekranlardan izliyoruz filmleri. Bunları izliyoruz izlemesine de renkleri gerçekten görebiliyor muyuz?
Filmlerdeki renklerden konuşmak istiyorum bugün biraz. Onların temsil ettiği fikirlerden. Renk sembolizminden. Şu izlediğiniz film dünyanın ilk renkli filmi. 1902 yılında çekilmiş. Sinemanın ilk yıllarında renkli film çekebilmek çok zordu. O yüzden sinemacılar renksiz kaydettikleri görüntüleri kare kare elle boyuyorlardı. İşte daha o zamanlarda renkleri bilinçli olarak seçip ona sembolik anlamlar yükleme konusunda denemeler başladı. Neden? Hikayeyi daha güçlü bir şekilde anlatabilmek için. Nasıl yani?
Batman ve Superman’in neden aynı filmde göründüğünü bilmiyorum. Çünkü henüz filmi izlemedim. Ama süper kahraman filmlerinin eskisi gibi görünmediğinin farkındayım. Bunun sorumlusu galiba bilgisayarlar. Yoksa onu kullanan tasarımcılar mı?
Benim için süper kahraman filmleri içinde Superman’in bambaşka bir yeri vardır. Superman serisinin ilk filminden bahsediyorum. Afişinde “bir insanın uçabileceğine inanacaksınız!” diyordu. Sadece bu söz bile bence çok şey vaat ediyor. Yapımı 5 yıl sürmüş bu filmin. Çünkü bir insanın uçabileceğine inandırmak teknolojik olarak çok zordu o yıllarda. Bilgisayarlar görsel efektler üretebilecek kadar hızlı değildi. O yüzden film yapımcıları ve yönetmenler “pratik efektler” üretmek zorundaydı. Minyatürler, maketler kullanmak, arka planı boyamak (matte painting) ya da oraya görüntü yansıtmak gibi çözümler üretiyorlardı. Bu çözümler bize ilkel gözüküyor olabilir. Çünkü şimdilerde hemen her şey bilgisayarlarla yapılıyor. CGI denilen “Computer Generated Images” yani bilgisayar tarafından üretilen görüntüleri izliyoruz. Süper kahramanları süperleştirmenin daha kolay bir yolu var mı? Açıkçası ben kolaycı bir insan değilim. O yüzden cevabını merak ettiğim asıl soru şu: yeni nesil görsel efektler daha mı inandırıcı?
Başlangıçlar ve Sonlar
“Bir varmış, bir yokmuş” diye başlar bizde masallar. Bir şeyin başlangıcına ve sonuna dikkat eder misiniz? Benim çok dikkatimi çeker. Başlangıçlar ve sonlar önemlidir.
Hani bazen bir kitabı elinize alırsınız ve sabırsızlıkla acaba sonunda ne olacak diye düşünürsünüz ya. Hatta dayanamayıp sayfalarını çevirip en sonunu okursunuz. İşte bunu yapmayın. Onun yerine kitabı yavaş yavaş bile olsa okuyun, bitirin. Bitince başını tekrar okuyun. Başlangıcıyla bitişi arasındaki farka ya da benzerliğe dikkat edin.
Gelin bunu film şeklinde anlatılan bir hikayede inceleyelim. Daha önce seyretmediyseniz bile “spoiler yok” merak etmeyin! “Gone Girl – Kayıp Kız” filminin başlangıcını görelim. Adı “Kayıp Kız” olan bir filmin başlangıcında ne görmeyi beklersiniz?
Yıldız Savaşları – Hiç Bitmeyecek Bir Hikaye
Hayatımda sinemada izlediğim ikinci film Star Wars’tur. Yıl 1980. Film üç yıl gecikmeyle Türkiye’de gösterimde. Artık olmayan Üsküdar Sunar Sineması’nın karanlık salonunda 6 yaşında bir çocuğun gözlerini hayal edin ve o gözlerden yansıyan filmin ilk görüntülerini…
Konuyu hala bilmeyen insanlığın %1’i için kısa bir özet. Filmin adı Yıldız Savaşları. Alternatif bir evrende geçiyor; çok çok uzun zaman önce, unutulmuş zamanlarda, uzak bir galakside. Tüm iyi hikayelerde olduğu gibi iyiler ve kötüler arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Tüm iyi filmlerde olduğu gibi (bkz: Godfather) bir ailenin başından geçenlere tanık oluyoruz. Bu kez ailenin babası Godfather değil Darth Vader. Filmdeki kötülüğün neredeyse cisimleşmiş bir sembolü. Aslında eskiden en iyilerdenmiş ama sonradan bozulmuş, karanlık tarafa geçmiş. Zaten hep böyle olur en iyiler bir bozuldu mu, ortalama biri olarak kalamaz en kötüye dönüşüverir. En iyilere Jedi deniyor. Galakside korunması gereken en önemli şeyleri, barışı ve adaleti koruyorlar. Bunun için gerektiğinde savaşmaktan çekinmiyorlar. Kullandıkları temel silah ise ışın kılıcı.