Dünyaya neden mavi misket deniyor biliyor musunuz? Çünkü uzaydan bakılınca mavi gözüküyor. Neden mavi gözüktüğünü biliyor musunuz? Çünkü yüzeyinin %70’i sularla kaplı. Hatta uzaydan belli bir açıyla bakarsanız dünyayı neredeyse sudan ibaretmiş gibi görebilirsiniz. Pasifik okyanusu öylesine geniş bir alanı kaplıyor. Ama bu görünüş sizi yanıltmasın. Çünkü tüm bu suları çekseydik ne olurdu biliyor musunuz? Dünyayı sıkıp sıkıp suyunu çıkarsaydık? Böyle kara kuru ya da Mars gibi kızıl/kahverengi bir gezegene dönüşürdü. Peki oradan çıkardığımız sular? Yani dünyanın tüm sularını süzüp bir yere akıtsaydık ortaya nasıl bir şey çıkardı? Bu misket gibi bir şey… Tabi göreceli olarak… Yaklaşık Türkiye büyüklüğünde bir misket bu… Gerçek mavi misket! Dünyadaki tüm okyanuslar, denizler, göller ve nehirlerdeki su toplamda bu kadar. Bu suya iyi bakın. Çünkü onu buradan çıkardığınızda geriye pek de bir şey kalmıyor.
Teknoloji şirketlerinin yeni ürünlerini tanıtırken yaptığı etkileyici sunumları, demoları görmüşsünüzdür. Bunlardan bir tanesi var ki kelimenin tam anlamıyla çok havalı.
2012 yılında San Francisco’da yapılan bir etkinlikte Google’ın iki kurucusundan biri olan Sergey Brin yeni geliştirdikleri gözlüğü tanıtmak için sahneye çıktı. Canlı yayında aynı gözlüğü kullanan bir grup arkadaşına bağlantı yaptılar. Bu arkadaşları o sırada havadaydı. Gözlerine taktıkları garip görünüşlü Google Glass ile onlar da havadan bu etkinliği izliyorlardı. Sonra yine canlı yayında gözlerindeki kameraya bağlanarak onların bakış açısıyla havadan San Francisco’yu gördük. Bunun üzerine aşağıdaki Sergey Brin, arkadaşlarını etkinliğe davet etti. Onlar da bu daveti kırmayarak etkinliğin yapıldığı yere yaklaşınca atladılar! Aşağıdaki 5 farklı kamera açısını görüyor musunuz? Bunlar atlayışı yapan kişilerin gözlüklerinden aktarılan canlı görüntüler. Tüm bunlar saniye saniye, hiç kesintiye uğramadan, kurgulanmadan insanların gözü önünde gerçekleşti. Birkaç dakika sonra etkinliğin yapıldığı Mascone binasının çatısına indiler. Bitmedi. Paraşütlerini söker sökmez bisikletlere atlayıp akrobatik hareketlerle çatının kenarına geldiler. Taşıdıkları paketi orada bekleyen bir dağcıya verdiler ve dağcı da binanın kenarından aşağıya inmeye başladı. Etkinliğin yapıldığı üçüncü katın balkonuna geldikten sonra paket yoluna yine bisikletle devam etti. Salonun koridorlarında binlerce kişinin şaşkın tezahüratları arasında sahneye geldiler. Demonun başlangıcındaki ilk bağlantının kurulmasından sahneye gelmelerine kadar tüm bu olaylar sadece 7 dakika sürmüştü ve her şey onların gözünden canlı olarak yayınlandı.
Modern kültür ve sanatta çok büyük bir etkiye sahip olan bu tabloyu daha önce mutlaka görmüşsünüzdür. Norveçli ressam Edvard Munch tarafından 1893 yılında yapılmış. Tablonun adı çığlık. Yani bir insanın çıkarabileceği en güçlü ses!
Bir insanın çıkarabileceği… Peki herhangi bir nesnenin çıkarabileceği en güçlü ses nasıl bir şeydir acaba? Aslına bakarsanız bu tablonun yapılmasından 10 yıl önce, 1883’te yaşayan insanlar böyle bir ses duydular. Kaydedilmiş tarihin en yüksek sesini…
Bu JPEG resim 69.3 milyon dolara satıldı! Evet, yanlış duymadınız. Bir kişi 2000 araba ya da 200 ev ya da 20 ada alabileceği bir fiyatı bu dijital resim dosyasını satın almak için harcadı. Peki neden? Bu kişi ya çok çılgın ya da hepimizden daha akıllı!
Acaba bu resimde bizim ilk bakışta göremediğimiz gizli bir özellik mi var? Birlikte inceleyelim. Resmin altındaki “super zoom” özelliğini kullanarak ayrıntıları görmeye çalışalım. Bu 21069 x 21069 piksel ölçülerindeki büyük resim başka küçük resimlerden oluşuyor. İçinde bir sürü çizim, eskiz, illüstrasyon var. Bazıları güzel, bazıları sıradan gibi gözüküyor. Aralarda popüler kültüre yapılmış göndermeler göze çarpıyor: Pikachu, Michael Jackson, bol bol Yoda ve Star Wars…
Dünyanın en çok izlenen filmlerinden biri Avatar’da cennet gibi bir gezegen Pandora’da adı “Hell’s Gate” yani Cehennem Kapısı olan bir maden işletmesi açan RDA isimli bir mega şirket vardır. Mega olduğu kadar da acımasızdır bu şirket. Gezegenin ekolojisini mahvetmez sadece, yerli Navi’ler de şirket politikaları yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Peki neden?
“Çünkü bu küçük gri taşın kilosunun değeri 20 milyon dolar ediyor!”
Her şey Portekizli denizcilerin Batı Afrika’nın daha uzak limanlarından fil dişi ve tropik meyveler gibi egzotik ürünleri getirmek istemesiyle başladı. Her seferinde daha uzak limanlara gitmek istiyorlardı ki, daha önce kimsenin bilmediği bu limanlardan ucuz, farklı zenginliklerle dönüp Avrupa’da satabilsinler. Ama Atlas Okyanusu, okyanus bu, Akdeniz gibi değil. Dev dalgalar, ölümcül tropik fırtınalar bilindik yöntemlerle yapılmış teknelerin daha uzak limanlara gidip de sağ salim gelmesine izin vermiyordu. Ama bu denizcilerin vazgeçmeye de niyeti yoktu. Sonuçta ekmek aslanın ağzında, denizciler arasındaki rekabet kızıştıkça kızışıyor. Bu sebeple her geçen gün okyanusa ve daha uzun deniz yolculuklarına dayanabilen gemiler inşa edildi. Böyle böyle sonunda, Afrika’nın güneydeki en uç noktasını aşan bu denizciler, Hint Okyanusu yollarıyla ta Hindistan’a hatta Filipinler’e kadar ulaştılar. İspanyol denizci Ruy Lopez de Villalobos İspanya Kralı II.Filip ve Asturias Prensini onurlandırmak için bu adalara Las Islas Filipinas adını verdi. Düşünün; “Portekiz neresi Filipinler neresi.” Okyanus aşabilen teknelerin yapılması, o güne kadar gözlerden uzak kalabilmiş dev kara parçalarının, dev gibi iki kıtanın daha keşfedilmesine sebep oldu. İşte o zamanlar, bütün bunlar olurken, dünya tıpkı bugünlerde olduğu gibi büyük bir değişimin eşiğindeydi.
Teknoloji ve tasarımla ilgili bakış açınızı tümüyle değiştirebilecek güçte bir konuyu bir soruyla başlatmak istiyorum.
Sizce bu nedir? Bir yandan düşünürken ben ipuçları vereyim. Şüphesiz tasarlanmış bir teknolojik cihaz. “Yeni mi çıktı? Ben neden duymadım?” gibi sorulara geçmeden bir ipucu daha: Bu cihazın resmini bir online alışveriş sitesinden değil, New York’taki Modern Sanat Müzesi MoMA’nın sayfasından gösteriyorum. Yani modern bir sanat eseri olarak kabul ediliyor. Şimdi buna şaşırtıcı bir bilgi daha ekleyeyim. Son derece yenilikçi gibi görünen, sanki yeni tasarlanmış gibi hissettiren bu cihaz 1958’de yapılmış. Bir sanat eseri olarak değil; herkesin kullanabileceği gündelik bir eşya olarak. Bu cihaz 63 yaşında bir cep radyosu. Onu pek çoğunuz ilk kez gördü ama bir kez görünce ona aşık olan başka biri şu cihazı ve üzerindeki navigasyon tekerini ondan aldığı tasarım ilkeleriyle yaptı. Bu ilkeleri 1958 Braun T3 transistörlü radyonun tasarımcısı Dieter Rams yazdı.