Zaman… Asla durduramadığımız, harcadığımızda geri gelmeyen tek şey. Ömrümüz… Dünya’nın en zengin insanı da olsanız, Forbes’a dünyanın en güçlü insanı diye kapak da olsanız, gücünüzün onu değiştirmeye yetmeyeceği tek şey.
Onu tanımlamakta bile güçlük çekiyoruz. Filozoflardan yazarlara, bilim insanlarından sanatçılara, hepimizin zaman için bir açıklaması var. Fakat ne olduğu konusunda ortak bir fikrimiz yok. Hepimiz yaşıyoruz, tecrübe ediyoruz, ama anlamını kavrayamıyoruz. Ne garip, öyle değil mi?
Yeterince kafamızı karıştırmıyormuş gibi Einstein zaman hakkında şu sözleri söylemişti:
- Bizim gibiler, fiziğe inananlar; geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki farkın sadece inatçı bir yanılgıdan ibaret olduğunu bilir…
Zaman gerçekten bir yanılgıdan mı ibaret? Niye tanımlanamıyor? Sahi siz onu nasıl tarif edersiniz?
Bir olayın gerçekleşmesi için gereken şeydir aslında zaman. Bir hareketin var olabilmesi için zaman gerekir. Bir noktadan diğerine, belirli bir zamanda gideriz. Fakat, hareket nedir? E onun için de zaman gereklidir! Zamanı tanımlarken hareketi, hareketi tanımlarken de zamanı kullanmam gerekti. Görünen o ki, zamanı tek başına tanımlamak öyle kolay değil.
Zaman aynı zamanda görelidir de. Benim için bir saat geçerken, karadeliğin yanındaki birisi için yalnızca bir dakika geçiyor olabilir. Ya da ışık hızına yakın bir şekilde Andromeda’ya gitmekte olan birisi için, belki de yalnızca 30 saniye geçmiştir. Ama ne garip değil mi? Bu kişilerin hiçbiri, zamandaki bu yavaşlamayı hissetmez.
Hepimiz, zamanı aynı şekilde algılarız. Karadeliğin yanında da olsak, uzayda ışık hızına yakın hızda seyahat ediyor da olsak, Dünya’da ayaklarımızı uzatıp kahvemizi yudumluyor da olsak… Çünkü damarlarımızda dolaşan kandan, kolumuzda atan saate kadar, etrafımızdaki her şey yavaşlar. Biz zamanı, yine aynı şekilde algılarız. Oysa, iki farklı köşede, iki ayrı zaman akmaktadır. Öyle ki birisi evrenin zaman ayarıyla oynayacak olsaydı ve her şeyi bir anda yavaşlatıp hızlandırsaydı, bunu fark etme imkanımız dahi olmazdı.
Zamanın ne olduğuna dair fizikçiler hala düşünüyor. Üstelik ona sadece zaman da değil, “uzay-zaman” diyorlar. Zaman ile uzayın iç içe olduğunu taa Einstein’dan beri biliyoruz. Fakat üç uzay boyutu yani en, boy, derinlik varken, neden yalnızca bir zaman boyutu var? Ve zaman neden sadece hep ileriye akıyor? Oysa ki üç uzay boyutunda hem ileriye hem geriye gidebiliyoruz. Zamanda bu neden olmuyor?
Birçok fizikçi, bunu entropi ile açıklıyor. Termodinamiğin ikinci yasası. Bir sistem, zamanla düzensizlik yani entropi kazanır. Evrenimizdeki sistemler, düzenliden, düzensize doğru bir geçiş gösteriyor. Bu geçiş, zaman içerisinde oluyor ve tek bir yönde akıyor. Zamanın oku. Hep daha düzensiz olma eğiliminde. Dolayısıyla, zamanla düzensizlik artıyor. O halde, düzensizliğin artıyor olması, bize zamanın ileriye aktığını söylüyor olmalı.
“Geçmiş hipotezi”… Eğer entropi sürekli olarak artıyorsa, dün daha düşük bir entropi olmalıydı. Neden dün daha düşük bir entropiye sahipti? Çünkü bir önceki gün daha da düşük bir entropiye sahipti. Bu böyle gidiyor ve en sonunda Büyük Patlama anında evrenin düşük bir entropi durumundan başladığını söylüyor. Peki neden böyleydi, ya da böyle olmak zorunda mıydı? Büyük bir soru işareti…
Peki ya ışık hızının ilerisine geçebilseydik? Bir hayli spekülatif kalan bu kısımda çok çılgın fikirler var tabii. Mesela az önceki sorumuza dönelim, “Neden 3 uzay 1 zaman boyutu var?” Sadece böyle düşünülmüyor elbette. 11 boyutlu supergravity teorileri de var. Hatta bazı araştırmacılar, ışık hızının ötesinde yalnızca bir uzay, üç zaman boyutu olduğunu söyleyecek kadar cesaretli. Yani ışık hızının ötesine geçtiğimizde, zaman ile uzay kavramının değiştiğini iddia ediyorlar. Artık bunun ne anlama geldiğini bile tartışmayacağım, yoksa içinden çıkamayız! Fakat fizikçiler, zamanda geçmişe gidemeyeceğimiz konusunda neredeyse hemfikir. Belli ki zamanın kendisi hakkında kafalar çok karışık.
Tarihsel anlatımda geriye de gitsek, anılarla geçmişe de dalsak, çağımızın gerisindeki düşüncelere tıkılı da kalsak, hatta karadeliğin yakınına da gitsek, hatta ve hatta ışık hızına yakın seyahat de etsek, zaman hep ileriye akıyor. Ve hiçbirimizin bunu değiştirmeye gücü yok. Onunla yaşamayı öğrenmeliyiz.
Tıpkı, bundan binlerce yıl önce yaptığımız gibi. Saat 7’de kulenin orada buluşuruz deyip, telefona, kol saatine bakamadığımız dönemlerden bahsediyorum. O zamanlar da bir şeyleri referans alıyorduk. Beşinci günün şafağında doğuya bakmak gibi…
Güneş’in doğuşu ve batışı. Her gün tekrarlanıyor. Hep aynı gibi duruyor. Kışın daha kısa, yazın daha uzun ama öyle bir iki haftada bile çok fark olmuyor. Neredeyse her gün uzunlukta aynı gibi hissetiriyor. Gün doğduğunda uyan, kalk, karnını doyur, çalışmaya başla. Öğlen bir ara ver, güneş battıktan sonra da yat dinlen. Zaten bu doğamıza işlemiş. Haliyle bu düzeni zamanla anlamlandırmışız.
Zamanla, kum saatleri falan derken, mekanik saatler devreye girmiş. Fakat bu noktada önemli bir detay var artık. Senkronizasyon… Benim saatim ile senin saatin farklı şeyleri gösterirse, bu pek de anlamlı değil. Bu nedenle ortaya bir “standart” da çıkıyor. Zaten, her şeyin başlangıcı olan güneş, dünyada farklı yerlerde farklı anlarda batıyor. Haliyle eğer güneş herkes için akşam sekizde batıyorsa, herkesin saati aynı zamanı gösteriyor olamaz. Bu yüzden, farklı zaman bölgelerine ayrılıyoruz. Amerika’da ben 7 saat gerideyim, fakat güneş benzer saatlerde batıyor. E bir de dünyanın küreselliği var, bazı yerlerde bazı günler hiç güneş batmıyor! Onlar da bir standardı takip etmek zorunda. Yoksa birbirimizle anlaşamayız.
Fakat senkronizasyon oyunu daha yeni başlıyor. Biz burada, Dünya’da, zamanı güneşe göre tanımladık ama, evrenin öbür köşesinde ya akıllı bir uygarlık varsa, onlar nasıl tanımlar? Onlara bir mesaj gönderecek olsaydık, bu fark, birbirimizi anlamamızı engeller miydi? Aralarında zaman farkı olan iki zihnin birbirini anlaması… Oldukça zor. Fakat imkansız değil.
Bize yeni bir standart lazım gibi. Aslında bu standarda çoktan sahibiz. Atomik saatler. Dünyada geçerli olan fizik yasaları, evrenin bir başka ucunda da geçerli. Dolayısıyla burada bir atomun başından geçen fiziksel olayların aynısı, aynı atom için orada da yaşanıyor. Aynı zamanda atomlar nerede olurlarsa olsunlar birbirinin aynısı. Yani buradaki hidrojen ile Andromeda’daki hidrojen arasında hiçbir fark yok. Mükemmel bir fabrika çıkışı! Bunun yanında atomlardaki elektronları bir üst enerji seviyesine taşıyabilmek için de tam ayarında bir enerjiye sahip mikrodalga göndermek gerekiyor. İşte tüm bu hassasiyet, evrenin her yerinde de geçerli olan standartla birleşince, atomik saatleri ortaya çıkarıyor. Bu sayede keyfi olarak belirlediğimiz bir atomun titreşimini ölçerek, saniyeyi tanımlayabiliyoruz. Bunun için de Sezyum-133 atomunu seçtik. Onun 9.192.631.770 titreşimini saydığımızda, bir saniye geçti diyoruz.
Saniye kavramı biraz keyfi, çünkü onu biz uydurduk. Fakat o titreşimin kaç saniye olduğunu bilirsek, o zaman bizim 5 saniye dediğimiz şeyin başka uygarlıklarda mesela 7 kronosa karşılık geldiğini keşfedebiliriz. Çünkü onlar da aynı atomu ölçecek, sadece farklı adlandıracaklar. Henüz dünya dışı akıllı yaşamı keşfedemedik. Eh işte, zaten bir gün karşımıza bir sinyal çıkarsa, bu gibi standartlar sayesinde onu deşifre edebileceğiz. O yüzden basit bir tanımlama deyip geçmemek lazım!
Evet zamanı tanımlamak biraz zor. Ama bir o kadar, onu kullanmak da öyle. Hayatımızın içine işlediği için çok da farkında değiliz. Belki de bu yüzden üzerinde yeterince düşünmüyoruz. Ya da düşünecek vaktimiz yok. Zaman akıp gidiyor. Yaptıklarımız, yapamadıklarımız… Mutluluklarımız, pişmanlıklarımız… Anılarımız, gelecek planlarımız… Geçmişimiz ve daha da önemlisi geleceğimiz…
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabında, şu sözleri söylüyor:
- Bazen düşünüyorum, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız.
Sahi, zamana yeterli kıymeti veriyor muyuz? Yoksa o sadece Einstein gibi bilim insanlarının düşüncelerinde mi yer alıyor? Sezyum-133 atomu hep aynı titreşimi yapsın diye mi ortaya çıkmış, yoksa her şey aynı anda gerçekleşmesin diye mi var? Genç doğup, yaşlanalım diye mi hep ileriye akıyor? Neden her şeyi kontrol edebilirken, onu bir türlü tutamıyoruz? Hayatımızın bu kadar içinde olan, şu an, her an var olan bir şeyi tanımlamak, anlamak neden bu kadar zor?
Zamanı kavramakta zorlanıyoruz, onu geriye saramıyoruz, ama akıp giderken olacakları bir nebze de olsun kontrol edebiliriz. Dünle beraber giden sözler düne aitti. Yarın yeni şeyler söyleyebiliriz. Geleceği belirlemek bizim elimizde.
“Zaman bir yanılgıdan mı ibaret?” için 3 yanıt
Çok güzel bir çalışma olmuş, emeğinize sağlık….
Barış bey, çocukluğumdan beri sizi izliyorum ve bugüne kadar barış öz kanalı benim çocukluk kanalımdır
Barış abi YouTube videosunda geçen zaman hakkındaki o sahne (3.21)hangi içeriğe ait acaba ismini öğrenebilir miyim?